Türk şiirinin “müseccel komünist” şairi

Gözaltılar, işkenceler, hapisler, prangalar, sürgünler… Şiirlerine övgü dizen dava arkadaşlarının “51 Tevkifatı”nın tek sorumlusuymuş gibi göstermelerine ne demeli? Yine de düşündüğünü söyledi, söylediklerini yaptı, susarak andı ve anarak yaşadı.[1]

ALİ EKBER ATAŞ

“Susarak anmanın anarak yaşamanın bileyi taşı…” Enver Gökçe.

İlk söz Enver Gökçe’den:

“…susarak anmak, anarak yaşamak zorundayız. Bileyi taşımız bu…”

Bunun ardından Marks’ın bir sözünü anımsadım.

‟1844 İktisadi Felsefe El Yazmaları”nda, sevgi üzerine şunları yazıyor:

“Sevgi yalnız sevgiyle, güveni yalnız güvenle, …değiş tokuş edebilirsiniz. Sanatın tadına varmak istiyorsanız, sanat kültürü almış olmalısınız. (…) Sevgi yalnız bir insana bağlılık değildir. Bir tutumdur. Kişinin yalnız bir sevgi nesnesine değil, bütünüyle dünyaya bağlılığını gösteren bir kişilik yapısıdır. Kişi yalnız bir tek kimseyi seviyor, başka her şeye karşı ilgisiz kalıyorsa sevgisi sevgi değil, genişletilmiş bencilliktir…” diyordu.

Bu sözün, 100. doğum gününü kutladığımız ve aramızdan ayrılışının 39. yıldönümünde andığımız Enver Gökçe için söyle(n)diğini düşünürüm hep…

Hiç karşılaşmadım. Kitaplarından, dostlarının yazılarından, araştırmalarımdan tanıdım onu. Bütün yaşamını zorluklarla…

Kendini halkına, mücadelesini davasına adayan şair, “susarak anmanın, anarak yaşamanın bileyi taşı” oldu hep. Büyük yalnızlığın yaratıcılığında sayısı az da olsa büyük yapıtlar verdi. Mülkiyet hırsını çoktan yenmişti. İnsancı bir sosyalist, devrimci bir komünist olarak yaşadı. Hümanizmi insandaki en temel özellik belledi. Bu düşünceyi yalın yaşamının ışıklı bir öğesi yaptı hep. “Nasıl yaşıyorsan/Öyle düşünüyorsun demek…” diyerek…

Natalie Wood’la aynı gün ölmeseydi, TRT’de haber bile olabilirdi. Gazetelerin kenarlarında verildi ölüm haberi… Çizim: Mustafa Bilgin

39 yıl oldu. Yok! Hayatı koşturarak yaşadı hep… Düşündüğünü söyledi, söylediklerini yaptı. Susarak andı, anarak yaşadı. Şiirden kopardılar onu. Az ürün verdi belki. Doğrudur. Daha çok ürünler de verebilirdi. Ne ki, Enver Gökçe ve kuşağı, inandığı değerler peşinde koşturmayı daha çok yakıştırdılar kendilerine. İster istemez şu soruyu sormadan edemiyor insan:

Kendi hayatlarını, doğru bir düşünce uğrunda, halk dalkavukluğuna kalkışmadan, halk adına ortaya koyanların, hayatlarını, düşünceleri uğruna koşturarak yaşamalarından daha doğal ne olabilir ki?

Bedelleri ağır oldu bunun:

Gözaltılar, işkenceler, hapisler, prangalar, sürgünler… Sürgünlük günlerini geçirdiği o yerde en büyük hapishanesi işsizlik, bu hapishanede tek dostu açlık vardı. En verimli zamanlarına hücreler tanık. Yakalandığı romatizma, tüketilen yaşamına bir armağanıdır, tabutluklarda geçirdiği tutuklu yıllardından…

Yaşadığı acılar telafi edilebilir de, peki, bilinçle seçişindeki yalnızlığını nereye bırakacağız?

Hakkındaki asılsız, kişisel hırsların dışlaşan suçlamalarını ne yapacağız peki?

Şiirlerine övgü dizerken dava arkadaşları, öte yandan, komünist mücadelenin büyük bir yenilgisi ve utancı olan 951 Tevkifatı’nın tek sorumlusuymuş gibi dillendirilmesine ne demeli?

Kimden soracağız hesabını, kimler sigaya çekecek kendilerini?

Bu soruların yanıtı, “Yusuf İle Balaban Destanı”nın yazgısıyla aynı…

 BİLİNÇLİ BİR TERCİH

1980 yılında Antalya’da, Metin Demirtaş’ın büyük çabaları sonucu, gerçekleştirilen saygı gecesinde, bir kenardan izlerken, dudaklarından mırıltıyla dökülen “Demek bizi hatırlayan dostlarımız da varmış” sözlerini doğrulayan, bir elin parmakları kadar olanları saymazsak, elbet…

İlerleyen hastalığının iyileşmesi, o günün Türkiye koşullarında mümkün görünmüyordu. Henüz, bu olanaklardan yoksundur o zamanın Türkiye’si. Yasaklı olmasını da saymıyorum. Araya, Ahmet Say’ın şu sözlerini almak isterim, burada:

“Demokrat Parti döneminin yabancı uzmanlar tarafından yönlendirildiği söylenen ‘Siyasî polis’i, örgütün bütünüyle ortaya çıkarılması ve yakalananların çözülüp ‘ötmesini’ sağlamak üzere, İstanbul’daki ünlü Sansaryan Hanı’nda ‘insan’ olan kimsenin aklına gelmeyecek ağır işkenceler uygulanmıştı. İşkenceciler, ‘hücre örgütlenmesi’ içindeki partilinin yalnızca kendi hücresindeki birkaç kişiyi tanıdığını ve başka hiçbir şeyden haberi olmadığını bilmiyordu. Bu yüzden kimi tutuklular, aylar süren işkencelerde eğer üçten beşten fazla isim saymazsa, ya daha ağır işkencelerden geçirilmiş, ya da Şevki Ağabey’e yapıldığı gibi, Bakırköy’deki ünlü hastanede 90 volt’lük ‘elektroşok tedavisi’ne gönderilmişti.[2]

Bu süreçleri yaşamış hangi bir insan, sağlıklı ve sağlam kalabilirdi ki! Enver Gökçe’nin suskunluğu ve kimsesizliğinin üstüne, bütün yaşamınca yakasında onurla taşıdığı kimliğinin de, “müseccel bir komünist” (a.g.y.) olarak devletçe tescillenmesinin bedelini salt kendisiyle ödese, sorun yoktu. Onun asıl derdi, susmasındaki asıl neden, Tabutluklarda hem kendisine yaşatılanlar hem dostlarına yaşatılanların ruhunda açtığı derin yaralar ve yıkımlardır. En yakın dostlarının çıldırmalarına tanıklık etmesinin de eklenmesi, kendini, suskunluğunun yaratıcı yalnızlığına çekmesinin de sebeplerinden. Tanıdık, eş dost ve yakınlarına, “zarar veririm” düşüncesiyle uzak durması, TKP’nin 951 Tevkifatı’nın ardından, eski tüfek dava arkadaşlarıyla yollarını ayırmaları, karşılıklı suçlamalar da, bu suskunluğun bir başka nedeni diye düşünüyorum. Gökçe’nin kendini bu yalnızlığın içinde bırakması, bilinçli bir tercihin sonucudur.

Enver Gökçe’nin derin sessizliği, ölene değin davayla ilgili hiçbir açıklamada bulunmaması, bütün şimşekleri üstüne çekmesine yetti.

Elbet, bu süreçte onu yalnız bırakmayan dostları da oldu. Şevki Akşit, İlhan Başgöz, Asım Bezirci, Yusuf Atılgan Metin İlkin, Yaşar Kemal, Remzi İnanç, Enver Aytekin, İbram Erdem, Mehmet Ergün… Aziz Nesin’in, tutukluğunun ve ağır işkencelerin armağanı olan hastalığı ile ilgili tedavisi konusundaki çabaları ilk aklıma gelenler. Aziz Nesin’in bu konudaki ısrarlı çabaları, Bulgaristan Yazarlar Birliği Başkanı ve Başkan Yardımcısı ile yaptığı yazılı görüşmeler sonuç vermişti. Öte yandan, dostlarının araya girmesiyle Bülent Ecevit devreye konularak, kendisine, üç ay süreli bir pasaport çıkartılmıştı. Resmi işlemlerin uzamasından ötürü, pasaport süresi altı aya uzatıldı. İşlemler tamamlandı. Ardından Bulgaristan’a…

Uygulanan tedaviler sonucunda, hastalığında gözle görülür iyileşmeler de gözlendi. Ama yurt hasreti, bulunduğu ülkenin diline yabancılığı, yalnızlığın ağır boğuntusu, tedavisini tamamlamadan yurduna geri dönmek zorunda bıraktı onu. Sonra mı…

NATALİE WOOD’LA AYNI GÜN ÖLMESEYDİ…

19 Kasım 1981 günü ablasının evindedir. Yeğeninin yanında geçirdiği kalp krizi sonucu geri dönüşsüz yolculuğuna çıkar. Günlerden perşembeydi. Ve ardında kocaman boşluk! Lekesiz, onurlu bir yaşamla yükselen mücadele tarihi kalmıştı bizlere… Sarışın güzel, Natalie Wood’la aynı gün ölmeseydi, TRT’de haber bile olabilirdi. Gazetelerin kenarlarında verildi ölüm haberi. Biz böyleyiz işte…

Olgunluk döneminin eseri olan “Yusuf İle Balaban”ı, bir iğne oyası gibi işledikten sonra, iğnenin deliğinden ip geçirircesine salıverir dışarı. Özgürlüğünün göklerinde halkıyla buluşmaya kanatlandırmıştır artık. Ne ki, “Yusuf İle Balaban Destanı”nın, dışarı çıkar çıkmaz, bırakın özgürlüğüne kavuşmasını, sırra kadem basmıştı, ne yazık!

Peşine de düşmez. Düşse ne olacak, hiç! Dönem içinde bir dolu tartışmalar yaşandı. Bütün ağız dalaşlarından uzakta, kendi yalnızlığını örüp durdu, bir ipek böceği gibi. Anadolu insanının derviş edasını koruyarak hep. Doğru ya da gerçek, destanın kaybedilişine tanık olanlar, yaşananları dile getirmişlerse de, kaybolmasının üstündeki sis perdesini kaldırmaya yetmemiş. Dahası, son dönemlerini geçirdiği Seyran Bağları Huzurevi’nde Neruda’dan çeviriler üzerinde çalışmalar yaptığından, o dönemi yaşayanlardan, hemen herkes haberdardı…

Bütün bu olup bitenler karşısındaki sessizliğini, bir Erzincan ihramı gibi çekip üstüne, öylece suskun… Bu suskunluğunun nedenlerini düşündüğümde, aklımıza gelen hiçbir sorunun yanıtını asla bulamayacağız. Bütün bildiklerimiz, 951 Tevkifatı’nda ve sonrasındaki gelişmeler konusunda, dışarıya yansıyan ya da yansıtılanlar kadar. TKP kadrolarının, yaşananlara ilişkin bir özeleştirisinin olup olmadığını bile bilmiyoruz.

Tutuklama, yargılama, hapislik ve sürgünle sonuçlanan dava sonrasında, parti kadrolarının iki farklı cepheye ayrılmaları, karşılıklı suçlamaları da beraberinde getirmiştir.  Bütün bu süreçte olup bitenlerin, ‟kilit taşı” Gökçe’ymiş gibi görüldü. Parti içinde ayrışmaların doğal sonucu, karşıtlar birbirlerini suçlar oldu. Döneme ilişkin anılarda değinilenlerin dışında, elle tutulur, gözle görülür hiçbir şey yok. Döneme ilişkin en belirgin, somut tutanaklar, mahkeme tutanakları, ifadeler… Tam olarak ne olduğunu da bilemiyoruz. Ne ki, Enver Gökçe’nin derin sessizliği, ölene değin davayla ilgili hiçbir açıklamada bulunmaması, bütün şimşekleri üstüne çekmesine yetti.

TKP’nin bütün kadrolarıyla ortaya çıkarılmasının baş sorumlularından birinin Gökçe olduğunu, Sevim Belli’nin, Gökçe’nin şairliğinin hakkını teslim etmekle birlikte, öte yandan dava arkadaşının ölümünden 19 yıl sonra davasına ihanet etmekle suçluyor. Durum, ne şiş yansın ne kebap, evlere şenlik sözlerinde ifade buluyor. İlkin şairliğine değindiği sözlerini okuyalım:

“Nitekim Enver’i de Enver yapan, bir bakıma, dünyanın kalburüstü şiiriyle tanışmış olmasıdır. Anadolu yaşamının bütün şiirselliğini, ta en eski destanlarından bu yana Anadolu kültürünü içine sindirmiş olmasıdır; o kültürün günlük alelade deyişlerini şiirselliğini kaybettirmeden kendi şiiri içine oturtabilmiş olmasıdır. Şiir diye küçük Anadolu kasabalarını alt alta sıralamak yürek ister. Ve sıralamaya ritm ve şiirsellik katabilmek beceri ister. Ama bu dürtüye ulaşmak da, daha önce sevgi ister, bir birlikte yoğrulmak ister. Ben kendi hesabıma Enver’de en çok bunu seviyorum. Bu kadar basitte derini bulmak, öznelde evrensele ulaşmak, derinlemesine özümsenmiş bir kültür ve doğru kavranmış bir dünya görüşü gerektirir. Ve de bilimsellik…”[3]

951 Tevkifatı sonrasında Gökçe ile ilgili söylediklerini bir de okuyalım:

“İnsanoğlunun iç dünyasını yorumlamak çok güç elbette. 51 Tevkifatı’nda ifade verdi, yani, “konuştu” dediğimiz tutuma girdi Enver. Buna pek fazla bir şey diyemiyorum. Çok karmaşık etmenler belirliyor insanoğlunun davranışlarını, hele bu gibi olağanüstü koşullarda.

Ama bundan sonrasını pek de bağışlamıyorum. Genel kanıya göre Enver, can yoldaşı Şevki Akşit’in ölümlerden geçerek bir kahraman gibi Emniyet’ten cezaevine gelişi karşısında bir eziklik duydu. Bu kıskançlık değildir. Derinden, hem de kendi kendisince yaralanan insanın ezikliğidir, beli bükülmüşlüğüdür. Ve utançtır. (…).

Davası, kendi kendine de olsa dürüst bir özeleştiri ile bir üst bilinç düzeyine sıçramaktı. Bunu da sanıyorum herhangi bir sebeple, bağışlanmamak korkusuyla yapamadı belki. Hapishanede kendine güvenini tazeleyebileceğin büyük edimlere pek olanak yoktur. Zaman geçtikçe acı, zehirleşir. Ve ne yazık ki acısını okşayarak gidermeye çalıştı Enver, gitti, poliste zayıf davrananlardan oluşan Zeki Baştımar ve yandaşlarının sözüm ona muhalif grubuna katıldı. Bir süre kaldı da onlarla. Daha da dönülmez yollara saptı böylece. Sonradan geri dönmüş de olsa kendi kendini bağışlayamadı…”[4]

Olgunluk döneminin eseri “Yusuf İle Balaban”ı, bir iğne oyası gibi işledikten sonra, iğnenin deliğinden ip geçirircesine salıverir dışarı. Ne var ki, destan dışarı çıkar çıkmaz kayboluverir.

İçerde çok zorlu sınavlar verirken, aynı sınavdan geçen dostlarının çıldırmalarına tanık olmak kolay bir iş olmasa gerek. 951 Tevkifatı’nda, Enver Gökçe ve tutuklananlara, alışılmamış birçok yıldırma yöntemleri uygulanır. Tabutluklar, falakalar ve her türlü insanlık dışı işkenceler… Yargılama sırasında Gökçe’nin verdiği ifade ise, sonraki süreçlerde söylenecek her şey için, önceden tarihe düşülen bir not olmuş:

‟Ben savunmamı kendim yaptım. Hatırladığıma göre o zaman çok iyi bir savunma hazırlamıştım. Yapılan isnatları reddettim. Bazı arkadaşlarımla olan temaslarımın kanunî olduğunu gizli bir örgüt tarafından yönetilmediğimi iddia ettim. Fakat kaale alınmadı.

Ben savunmamın özünde Marksizmi ….. istediğimi beyan etmiştim. Mahkeme bildiğini okudu. Sonuçta yedi seneye mahkûm edildim. Ayrıca bu cezanın üçte bir bölümlük kısmı kadar da sürgün cezam vardı. Böylece mahkeme sonuçlandı ve herkesi cezaevlerine dağıttılar.”[5]

Gökçe’nin bu suçlamalar karşısında ölene değin susmayı bilinçle seçmesinin asıl nedeni, olacakları önceden görüp, tarihe geçen bu ifadesiyle, cevabını ta o zamandan vermiş olmasıdır. Ancak, insan şu soruyu sormadan da edemiyor:

Eğer Gökçe, Belli’nin dediği gibi, ‟Zeki Baştımar ve yandaşlarını” değil de, Belli grubunu seçmiş olsaydı o süreçte, Sevim Belli, “Zeki Baştımar ve yandaşlarının sözüm ona muhalif grubuna katıldı…” sözünü eder miydi?

Aziz Nesin: “Son yirmi yıldır Enver Gökçe olgusu, içimde inceden sızılı bir duygu olarak sürer. Devrimci kuşaktaşlarının bir simgesi gibi gelir bana”.

Dahası, bu davanın çökertilmesi ve ardından bütün kadronun ortaya çıkarılmasının ilk kıvılcımının kendisi olduğunu ne çabuk unutmuş görünüyor?

TKP davası, 26 Ekim 1951’de, Sevim Tarı’nın (Sevim Belli, yani kendisinin) TKP lideri Zeki Baştımar ile İstanbul’da görüşmesinin ardından yurt dışına çıkmak üzereyken gözaltına alınmasıyla başladığını bildiği halde, Gökçe’nin suskunluğunu, 19 yıl sonra, (15 Mart 2000), davaya ihanet olarak görüp “Ama bundan sonrasını pek de bağışlamıyorum.” demesini nasıl yorumlamalı?

TKP’nin mücadele sürecinde her şey yolunda giderken, bütün kadrosuyla, yeraltından yerüstüne çıkarılmasının ardından, parti içinde yaşanan yarılmanın tek sorumlusunun Enver Gökçe olarak gösterilmesinin altında yatan asıl sebep acaba, kendi demesiyle (kendisine uyarlayarak soralım):

Kendi “.. iç dünyasını yorumlayamamasının güçlüğünü” yaşadığından kaynaklanıyor olmasın sakın?

 951 TEFKİFAT’INDAKİ TEK “MÜSECCEL KOMÜNİST”

Sorularımıza yanıt bulamayacağımız kesin. Ama yine de sormuş olalım. Çünkü gerçeklerin er ya da geç, gün yüzüne çıkmak gibi, insanın yakasına yapışan huylarının olduğunu da unutmadan. Dahası, bilinmesi gereken, yaşadığımız sürece hatırlanması ve herkese anlatılmasının iki ana gerçeği var:

Bir, Gökçe’nin, 951 Tefkifat’ında tutuklanıp ceza alanların içinde, bildiğim kadarıyla tek “müseccel bir komünist”, yani devlet tarafından “tescillenmiş bir komünist” olarak, yaşama ömür katan bir hayat bırakmasıdır geride. İkincisi de, dava arkadaşı olmayan, ama, insanın davasının peşinde olan Aziz Nesin’in, Gökçe hakkında yaptıklarını ve yazdıklarını unutmamak. Okuyalım yazdıklarını:

“Pek çok şair ve yazar, kitabının yayımlanmasını istiyordu. Ama Enver Gökçe bikez bile şiirlerinin kitap olarak yayımlanmasını benden istememişti. Böyle bir istekte bulunsaydı, nasıl olsa kazanç söz konusu olmadığına göre Enver Gökçe’nin de şiir kitabını yayımlardım.

Yardım istemek, yardım almak zordur, ama yardım edilecek olanın onurunu incitmeden ona yardım etmek de zordur. Yirmi yılı geçti, pek kesin olarak anımsanıyorum ama, yanılmıyorsam şöyle olmuştu. Enver Aytekin’e, Enver Gökçe’ye nasıl yardım edebileceğimizi sormuş, kitabını basarak pek az da olsa telif hakkı ödeyebileceğimizi söylemiştim. Yanıt şöyle geldi: Pablo Neruda’dan çevirdiği şiirler kitap olarak basılsın.

Çok ilginç bir değerbilirliği ve özveriyi gösterir bu yanıt. (…)

Son yirmi yıldır Enver Gökçe olgusu, içimde inceden sızılı bir duygu olarak sürer. Devrimci kuşaktaşlarının bir simgesi gibi gelir bana. Çok acı çekmiş, çok ezilmiş, dayanılmaz acılara bağırıp çağırmadan, yalvarıp inlemeden sessizce ama onurla dayanmış, gencecik yaşındaki sınırsız tutkularını büyük bir özveriyle, toplumcu savaşımın utkusu umuduna bağlamış, göremeyeceği, yaşayamayacağı, tadamayacağı ama gerçekleşeceğine kesinlikle inandığı güzel günlerin sarsılmaz iyimserliğine yaşamını adamış devrimci kuşağın simgesi… O kuşağın pek çok değeri gibi, değerbilmez bir toplumda, köksüz ve geleneksiz kentgiller (burjuvalar) elinde yolkeçesi diye kullanılmış ipekli bir seccade…

İşte benim için Enver Gökçe…

Vakıf – Çatalca, 14 Mayıs 1980” [6]

Sürecek


[1]Bu yazı dizisi, “Eskimeyen.com” için Ali Ekber Ataş’ın uzun yıllardır üzerinde çalıştığı “Türk Şiirinin ‘Müseccel Bir Komünist ‘Şairi Enver Gökçe” başlıklı araştırma ve inceleme kitap dosyasından, yazarı tarafından özetlenerek hazırlanmıştır.

[2] Ahmet Say, « Enver Gökçe » yazısı. Berfin Bahar/Nisan 2016, s. 218.

[3] www.insanokur.org/enver-gokce-uzerine-sevim-belli / 15 Mart 2000 tarihinde alınmıştır.

[4] a.g.y. / Ali Ekber Ataş, “Doğumunun 100.Yılında Enver Gökçe’ye Armağan”. s: 265. h2okitap, Aralık 2020./ 15 Mart 2000 tarihinde alınmıştır.

[5] İbram Erdem, ENVER GÖKÇE, s. 19, ÖYKÜŞİİR YAYINLARI

[6] Aziz Nesin. “Yol keçesi diye kullanılan ipekli seccade: Enver Gökçe”. Vakıf – Çatalca, 14 Mayıs 1980”.

PAYLAŞMAK İÇİN TIKLAYABİLİRSİNİZ