Ali’siz Aleviler ve Alevilik’in Toplumsal Özgürleşmesi

Bizzat Alevi kitlesinin, “insanlarımızın bozulması” üzerine yakınışı, çok gerçekçi bir durum tespitidir aslında. Çünkü Alevilik, köyün kollektivizmi – imecesi öne çıkmış, ahlakı; kapalı ekonomilerin kandaşlık ilintisiyle dayanışmacılığının belirlediği bir ahlak, bir eylem kültürü değildir artık. Hatırasıdır

 

 

HALDUN ÇUBUKÇU

 

Ali’dir cesetin kendisi yuyan
Yuyup kefeniyle tabuta koyan
Ali’dir devesin kendisi yeden
Hak ile Hak olan Arslan Ali’dir   
                                ( Şah Hatayi)

 

Şah Hatayi’nin Ali’si… Ölümünde yalnızdır. Kendi cesedini yıkıyor, kendini kefenliyor, taputuna koyuyor, taputu deveye yüklüyor ve devenin yularından tutarak yediyor (götürüyor)… 

Bu bir zihinsel görüntü akışıdır, gerçeklikle hiçbir bağı olmayan imajların metafizik bir anlatı üzerinden bilgi haline getirilişi ve Ali’nin mitolojinin, epopenin sınırsız dünyasına kabul törenidir.

Oysa, gerçeğin olasılıkla kendine en yakın bilgisi, yani Ali hazretlerinin nerede, nasıl öldürüldüğü, oğullarının kızlarının ve yoldaşlarının cenazesini nasıl sahiplendiği, en çok Şah Hatayi’nin bilgisinde olmalıdır. Bilgi sahibi bilgisini gerçeklikten koparıp baş aşağı çevirerek başka bir simge yaratırken büyük ölçüde, Aleviliğin ideolojik destanını, epiğini de yaratıyordu.

Tıpkı Pir Sultan’ın “Yemen’den öte bir yerde / Daha Düldül savaştadır” dizelerinde olduğu gibi: zaman ve mekan eriyor, zamansızlığa ve mekansızlığa açılıyor; yenilgiler tarihinin reddiyesi, savaşın bitmediği ve bitmeyeceği zamansızlığın ve mekansızlığın sonsuz umuduna emanet ediliyor.
Ve bütün bu imajlar- zihinsel görüntüler tarihinin toplamı asıl adının söylenmesinin yasak olduğu 12. İmam “Muhammed Mehdi” mesihsel imgesi, hani o geldiğinde zulüm ve cevr ile dolu yeryüzünü eşitlik ve adalet ile dolduracak kurtarıcı özleminin (ve yine asıl adı gizlenmiş, söylemenin doğru olmadığı YHVE ile 12 sayısının mitolojik çeşitliliği; “Ehli Beyt” ile “The Holly Family” Kutsal Aile benzerliklerinin Ortadoğu’nun çok daha ortak mitolojilerindeki tarihselliğin iç içeliğindeki insanlığın büyük öyküsünün – sosyo-ekonomik düzlemden soyutlanmış inanılmaz örüntüyü de gözardı etmeden) anlam katmanlarının oluşturduğu bir tarihsel bilinç, bilinç ve tarih şimdi “sol”dan İslamiyetten arındırılmış bir Alevilik; “gerçek Alevilik bu değildir” tezleriyle  gerçeklik, “bilimsellik” uğruna yeni bir ladini Alevilik imalatı için inkâr ediliş çağrısıyla yüz yüze.

Ne değer taşıyacak acaba o durumda Alevilik?
Ne değer taşır bütün bir insanlık tarihinin özgün bir özgürleşme mücadelesi?
Ali’yi, Fatıma’yı, Hasan’ı, Hüseyin’i… hatta “bir üzümü engür edip” içen Kırklar’ı ve elbette “yüzüklerin efendisini tanıyan” Muhammed hazretlerini ve kaçınılmaz olarak Hacı Bektaş-ı Veli’yi Alevilik’ten ayıkladığınız zaman ne kalır geriye?
Hallacı Mansur’dan, Şah Hatayi’ye, Pir Sultan’dan, Nesimi’ye, Kul Himmet’ten Balım Sultan’a, Sarıkız’dan Mahzuni’ye, Davut Sulari’den Şah Turna’ya, Ali Ekber Çiçek’den Âşık Veysel’e… Ne varsa ayıklamış olunduğunda  ve o zaman Alevilik’ten… ne kalır geriye?
Ali’siz Alevilik, Hacı Bektaş’sız, Mansur’suz, Nesimi’siz, Pir Sultan’sız, Şah Hatayi’siz… Aleviliktir.
Ve en nihayet Baba İshak’dan Celâli İsyanlarına, Akdeniz Yakası’ndan Sivas Elleri’ne, Höbek Dağı Kurultayı’ndan Pir Sultan’ın dâra çekilişine kadar bütün toplumsallığın simgelerinin, güç ve meşruiyet kaynaklarının, toplumsal tarihin mücadele soyutlamalarının ve folklorunun da inkârıdır. “İnkâr bir gün karelenir”.
Alevisiz Alevilik, gerçeklik olmadan varoluş önerisidir, belleksizleşme, bilinçsizleşmedir.  O Alevilik’te c
em kuramazsınız, semah dönemezsiniz, bir nefes bile okuyamazsınız. Boşlukta kalırsınız.

Musa’sız Yahudilik, İsa’sız Hıristiyanlık, Muhammed’siz Müslümanlık

Peygamberlerinin ya da azizlerinin, evliyanın enbiyanın gerçeklikleri dinleri ya da mezhepleri onlardan soyutlamayı kaçınılmaz kılarak başka din ve yahut mezhep “gerçeklikleri” aramayı zorunlu hale getirseydi, ne din kalırdı ne mezhep.

Hemen hemen bütün Tevratik tarihi, tevatür, efsane ve masallarla dolu olan, “katil” ve savaşçı Musa ile yalan dolan gündelik işleri olmuş, hırsızlıktan yağmacılığa kadar ne varsa işlemiş İzrael 12 boyunun tarihini “olumsuz” ve “yalan” mirastan arındırmaya kalkılırsa İbranilik’ten geriye ne kalırdı?
Bilmem onlarda da çıkmış mıdır, – çıkmamış olmasını pek olası görmüyorum- kayda değer derecede övgüyü hak eden akıllılar;  “biz Yahudiliğimizi Musa’dan arındırıyoruz, Musasız Yahudilik kuracağız” diyenler! Hatta belki ilk beş kitabı, yani Torah’ı dışta tutarsanız belli bir miktar olabilirlik içeriyor mu ne!
Musa’nın ve Tevratik hikayelerin kahramanlarının yaşadığına dair hiçbir bilgi, veri, kalıntı, kanıt yok. Muhtemelen adları bile insanları değil olguları imliyor. Ama belli ki, tarihte bu hikayelerin yaratılmasını, abartılmasını, efsaneleştirilmesi gerektiren bir şeyler olmuş ve insanın imgeleme bilinci, zihinsel tasarımı bu tarih dışı tarihleri toplumsal belleğe katmak istemiş. Ki, din de zaten tamı tamına, tam böyle bir şeydir.

Ya da yine yaşayıp yaşamadığı son derece belirsiz “komünist çınlamalı” zamanların İsa hazretleri…
Musa ve Muhammed şeriatlarının ve destanlarının oldukça karşıtı bir “şeriat” ve destan oluşturan İsa peygamber neredeyse mucizeler toplamı bir “insanoğlu” ve aynı zamanda “Allah’ın oğlu” imgesiyle yüzmilyonların tapınışının öznesi olduğunda gerçeklik hangi mezhebe düşmüştü: Ortodoklara mı, Katoliklere mi, Protestanlara mı? (Alt mezhep tasniflerini saymaya Hıristiyan bilimcileri gerek!)

İsa’nın İncillerdeki mucizeleri yapmış olamayacağını, aslında Esseniler tarikatının bireyde imgeleştirilmiş kollektif hatırası olduğunu söyleyerek İsasız bir Hıristiyanlık önermeyi akıl etmiş kimseler çıkmış mıdır?
Her ne kadar ticaret ekonomisinin, ticaret burjuvazisinin ilkil ve akabinde “Protestan” itirazını oluşturacak Reformizm bir “arındırma”, dini rasyonalize etmeyi içeriyor gibi görünse de aslında Katoliklikten ve Ortodoksluktan daha tutucu bir İsevi bağlılık, İsevi dogmatizm önermesi, örgütlemesi bağlamlarında yadsımayı değil, köktenciliği içerdiği netleşmiştir.  

Açıklayıcı ve bağlılık gerektiren imgenin epiğinin yadsınması; geriye kalan her şeyin yadsınması oluyor ve geriye bir şey kalmıyor.

Gelelim asıl adı Ahmed olan İslam’ın Peygamberi’ne…
Hakkındaki ilk bilgiler ne zaman ortaya çıktı? Ondan önceki zamandaki derin sessizlik neye işaret? Hayatının hangi evresini bütün gerçekliğiyle biliyoruz? Kaç çocuğu oldu aslında, çocuklarının diğerleri neden gizleniyor? Nasıl öldü; ya da öldürüldü mü? ( Yine Arif Tekin’in Hz. Muhammed’in Ölümü kitabını önerme, anımsatma da yarar vardır. Bu çok ama çok önemli kitap okunmadan pek çok ‘bilgi’ eksiktir.)

Bütün bunlardan kalkarak, İslam’ı efsanelerinden, “yabancılığından” olumsuz yanlarından ayıklamak için, örneğin İsra ve Miraç akıl dışılığından arındırma, peygamberin gaddarlıklarından soyutlama ve hatta biraz da Mevâlîlik ekleyelim, Arap olunmadığından Muhammed’siz bir İslam önermek de, zihinsel “özgürleşme” bağlamında pek mümkündür.
Mümkün ama gülünç, zavallıca, anlamsız ya da anlamı verili gündemin özellikle uluslararası ilişkilerinin akçalandırılmış boyutundan yarar sağlayarak, olgunun bütün epistemolojisini ve mantık süreçlerini dibe vurdurmuş olarak, pek mümkündür. Reformist İslam bunları önerebilir, öneriyor; ama bina temeldeki ilk taşı çekişle tozla duman oluyor. Muhafazakarlar çok daha iyi biliyorlar, güçleri yettiğince muhafaza edeceklerdir.

Aleviliğin ‘Özüne dönmesi’ mümkün mü?

Bir kez daha: Dinler bugün her zamankinden de çok tarihin, felsefenin, sosyolojinin, arkeolojinin, antropolojinin konudur; yani bilimin.

Dinlerin ya da mezheplerin reformasyon çağı çoktan geçmiştir.
Eğer Alevilik’e, eğer İslam’a, Hıristiyanlık, Yahudilik, Zerdüştilik, Budizm’e… filan eleştiriniz var ise, bunun karşı din ya da mezhepten yapılmasının, ya da kendi içinden kendine başka bir hat çizmesi çabasından yapılmasının hiçbir anlamı ve işlevi yoktur.
Bilimsel bilginin, aklın özgürleşmesinin ve dahası diyalektik – tarihi materyalizmin önermelerinin çağında, ne kadar etkili, hayatı ne denli belirleyici görünürse görünsün, din artık bütün mezhep, cemaat ve oluşumlarıyla hatıraların, folklorun, kültür geleneklerinin bir parçasıdır.
Bilimsel ve akıldan yana, gerçeklerle inşa edilmiş tutarlı bir din ya da tarikat yaratılamaz.

Her din ve tarikat gibi Alevilik’in de bir Ortaçağ kültürü olduğunu, tarihsel olarak başta Anadolu’ya gelmiş Türk boylarının ve halk sınıflarının ideolojisi olduğunu, bu anlamda yadsınamaz devrimci bir öze sahip olduğunu, halk isyanlarının sosyolojik ve kültürel zeminini sağladığını, günümüzde ise sadece Sünni bağnazlığı dışındaki bir özgürlük alanına işaret etmesinden ibaret ve ama her gün tükenen, yerini başka bir bağnazlığa bırakan ölen bir kültürden başka bir şey olmadığını bütün itiraz, hatta kargışlamaları göze alarak vurgulamak gerek.

Bizzat Alevi kitlesinin, yakından tanık olduğum, “insanlarımızın bozulması” üzerine yakınışı, çok gerçekçi bir durum tespitidir aslında. Çünkü Alevilik, köyün kollektivizmi – imecesi öne çıkmış, ahlakı; kapalı ekonomilerin kandaşlık ilintisiyle dayanışmacılığının belirlediği bir ahlak, bir eylem kültürü değildir artık. Hatırasıdır.
Özel bir zaman olarak köylülerimizin Almanya’ya gidişi, Özal’ın iktidara gelişiyle birlikte köy toplumunun çözülmesi Alevilik’in de çözülmesini kaçınılmaz kılmıştır.

Alevilik artık İçanadolu’ya, Doğu’ya sığamamaktadır. O sanayi kentlerinde varoşlarında ya da orta halli mahallelerinde; Ege, Akdeniz merkezlerinde, yazlıklarında modernizmin peşinde, laik yaşamını baskı olmadan, geri kalmış kentlerin karanlık bağnazlığına uğramadan sürdürebileceği coğrafyalarda, kentlerde, kasabalarda, yazlıklarda ve hatta Avrupalarda ama kesinlikle gelişen kapitalizmin para değer yasalarına tabi olarak, verili mülkiyet ilişkilerinin dünyasında konumlanmaya çabalamaktadır.

Böyleyse, artık köylü komünalliğinin, dayanışmacılığının, edep ve ahlakının; yani “Aleviliğin öz’ünün” yok olmasından yakınmak da fazla anlamlı değildir. 
Çünkü: “Burjuvazi, üstünlüğü ele geçirdiği her yerde, bütün feodal, ataerkil, romantik ilişkilere son verdi. İnsanı “doğal efendiler”ine bağlayan çok çeşitli feodal bağları acımasızca kopardı, ve insan ile insan arasında, çıplak öz-çıkardan, katı “nakit ödeme”den başka hiç bir bağ bırakmadı. Dinsel tutkuların, şövalyece coşkunun, darkafalı duygusallığın en ilâhi vecde gelmelerini, bencil hesapların buzlu sularında boğdu. Kişisel değeri, değişim-değerine indirgedi, ve sayısız yok edilemez ayrıcalıklı özgürlüklerin yerine, o tek insafsız özgürlüğü, ticaret özgürlüğünü koydu. Tek sözcükle, dinsel ve siyasal yanılsamalarla perdelenmiş sömürünün yerine, açık, utanmaz, dolaysız, kaba sömürüyü koydu.”
Durum, işte Marks ve Engels’in Komünist Partisi Manifesto’sunda bu muhteşem cümlede ifade ettikleri gibidir.  Belki biraz daha değişmiştir, “nakit ödeme” kart ödemesi halini almıştır ama tam böyledir ve burada “öz” kalmayacaktır.

Alevilik bir toplumsallıktır; cemaatçiliği de içerir kuşkusuz, sonrasında, kökenleri nedeniyle kadının öne çıkabildiği – hiç değilse bariz şekilde arkada bırakılıp ezilmediği diyelim- heteredoksisi gereği Laik, gelenekleri nedeniyle Cumhuriyetçi ve solcu bir kompozisyonda bir toplumsallık; kültürü ve folklorü önemli ölçüde mitolojiye ama tarihsel sınıf mücadelesinde ezenlere karşı kendini oluşturmuş bir bilgiye dayanan toplumsallıktır.
Ne var ki, feodal cemaatler de Ortaçağ kalıntısıdır ve kapitalizm cemaatçiliği de hızla yok etmektedir, çünkü bencil ya da bencil olmayan hesapların “buz gibi sularında” -ya da daha İslami olsun- kaynayan kazanlarında bütün o eski ilişkiler haşlanıp boğulmaktadır.

Kaldı ki, bu topraklarda daha kapitalizme çok zaman varken, Pir Sultan Abdal’ın o zaman bile, “Türkmen kalkıp yaylasına yürümez / Çözülmüş aşiret il bozuk bozuk” derken çok erken bir dönem sosyo-ekonomisinin içinden dikkat çektiği o müthiş dizeleri, bugünkü bozunmanın başlangıcına da işaret eden hemen hemen ilk verileri de oluşturuyor kanısındayım.
***
Post kavgalarından, mezhep kavgalarından, din kavgalarından bıkmış ve çıkmış bir insanlığın ne bir dine ne bir mezhebe, ne tarikata ne cemaate gereksinmesi vardır.
Bir devlet olan Vatikan’ı ve devlet başkanı olarak papayı dışta bırakırsak, dünyadaki hiçbir post (bu terim bile, veri olarak ilkel kabile toplumu düzeyindeki mevkinin mahiyetine pek güzel işaret ediyor) hiçbir dede, gavs, imam, hoca, halife, papaz, şeyh, pir, haham, vs vs… makamı, hiçbir laik otoritenin yetkesinden üstün ve değerli değildir. Bu dünyanın maddi ve kuralları sosyo-ekonomik gerçeklerden oluşturulmuş iktidar alanları karşısında metafiziği ve “diğerleri” üzerindeki yabancılaşma sonucu oluşturulmuş değiştirilmez, kerameti kendinden menkul hegemonyalar idealizmini temsil ederler.
Dünyevi makamlar ise, yine elbette yabancılaşmış iktidarların halk üzerindeki egemenliğini temsil etseler bile, dünyevi iktidarlardır, mitolojiye, tarih dışı tarihselliğe değil, maddi üretim ilişkilerinin çağımızdaki karşılığına ve dolayısıyla mülkiyet ilişkilerine göre nesnel zeminde yükselen tarihe ve değiştirilebilirler ve gerçek ilişkilere; yetkelere dayanırlar.

“Güruhu Naci” kimi kurtarabilir?

Temel bir sorun olarak bir de şu var: Alevilik bir toplumsal kurtuluş önerisi değildir. Değildir, çünkü sadece kendisi için olan bir şeydir. Yani, Alevilik’in bir kurtuluş önerisi var ise, bu bütün bir toplum, insanlık için değil sadece kendisi içindir. İnsanlara “doğruya gelin” demez, sadece kendisinin doğru olduğunu kabul eder. “Güruhu Naci” yani “Kurtarılmış topluluk”tur; Yahudilik ile benzeşmesi bu bağlamda da çok nettir. Onlar da kurtarılmış, Yahve’nin toplumudur; her ikisine de dıştan geçiş olmaz, soydan gelmek gerektir. Onun için Güruhu Naci’nin insanlığı “nacileştirmesi” olası değildir. Yahudilik bile artık dışarıya “açılmışken” artık Yahudi olunabiliyorken (ki, ben bunu uzun yıllar önce Sammy Davis Jr.’ın Yahudi olduğunu açıkladığında şaşkınlıkla  öğrenmiştim) Alevilik’in kapalılığı kendi çıkışsızlığına kilitlenmek anlamındadır. Yeterli zaman sonra son derece azalma ve salt bir anı olarak kalınması, ya da çok küçük özel bir toplum biçiminde etnikleşmek de olasıdır. Alevilik’in toplam nüfus içindeki payı zaten, eğitim düzeyinin çocuk sayısına engel olması, periferdeki Alevilerin merkez kaç eğilimlerle sünnileşmese bile Alevilik’e yabancılaşması ve gönüllü – gönülsüz asimilasyonlarla hızla azalmaktadır.

Alevi kitlesinin neden Alevi olarak kalması gerektiğinin makul çoklu izahları olabilir, ama Alevilik’in toplumsal yaşamda neden kalması gerektiğinin izahları giderek azalmaktadır. Öyle ki, Alevilik’in ne olup olmadığını üzerine Alevi “cemaat önderleri”nin bile kafası karışıktır, net yanıtları yoktur. Mezhep midir, din midir, sosyal bir çevre, başka bir şey midir (“Bir kültürdür” gibi her şeyi açıklayan ama hiçbir şeyi açıklamayan yanıtların bomboşluğu da dahil) netleştirilemediği için; daha doğrusu, mantıklı ve tarihsel gerçeğe dayanan tek yanıt olan “mezheptir”ten kaçılmakla, varlık nedeni, var olma yeterliliği, direnç noktaları tahrip edilmiş olmaktadır. Böylece Laiklik ilkesinin imha edildiği bir dizgede, büyük Alevi kitlesini pek de umursamayan “devlet Alevisi” olmaya savaş açmış ama “Avrupa Alevisi” olmakta beis görmeyen bir çevreyle, CHP Alevisi olma, CHP devlet olursa ne Alevisi olunacağı kafa karışıklığıyla, hiç değilse HDP Alevilik’inden milletvekilliği kapma Alevilik’inin pazara düşürüldüğü zamanlarda artık Pir Sultan’lardan Mahzunilere, Yunus’lardan Âşık Veysellere uzanan her bilinç kapitalist tezgahlarda öğütülüyordur demektir. Bu tür “muhalif” Alevilik’in Alevi kitlesine vereceği hiçbir şey yoktur. bunu önerenler kendileri bir şeyler alacaktır ama. Güruhu Naci içindeki bazıları da daha “Güruhu Naci” olacaktır, elde kalan budur.

 


Bilinmeyen Yönleriyle Hz. Ali ve Ailesi kitabının bilinir kıldığı Ali, gerçek İslam’ın, görece gerçek tarihin ve sosyo-ekonomik süreçlerin Ali’sidir.

Halk imgesindeki, Alevilik’in Ali’si ise hem kendisidir hem kendinin yadsınışıdır. Yadşınışı yeniden kurgulanmış, alabildiğine mistifikiye edilmiş ve epikleştirilmiş bir tarihin en önemli simgesinin insanüstü halidir. Ali’nin değil ama kendi var ettikleri Ali’yle Alevilik’in kendi özleminin simgeleştirilmesidir. Ve… Bir Ortaçağ değer ve inanç tasnif sistemidir. Dinin alanına ilişkindir, kurgusu, simgeleri, tarihsel, ideolojik atıfları İslam’a, İslam içinde iktidarı elinden alınmış, “haksızlığa ve zulme maruz bırakılmış” EhliBeyt’e dayalıdır.

Sünni bağnazlığına ve egemen sınıfa karşı tarihsel itiraz, boyun eğmeme geleneğidir.

Ama Şah İsmail Safeviliğine, iktidarlaşmış Aleviliğe râm olmakta zul görülmez. Özlenen bir şeydir. “Yeryüzünü kızıl taçlar bürümelidir” Bu da tarihsel sınıflar sosyolojisi açısından çok yerinde bir özlemdir. Sorunların çözümünün iktidarla mümkün olduğunun bilincidir… Ama ötekinden çok da farklı olmayan bir iktidarla çözülebilecek hiçbir gerçek insani durum yoktur, bu da tarihin yasasıdır.

* * *

Karl Marks “Din halkın afyonudur” derken, “mezhepler hariç”; ya da “Alevilik hariç” dememiştir. Çünkü din, bazıları ne kadar kendine aykırı olsa bütün mezheplerinin, tarikatlarının, “kültürlerinin” toplamıdır.
Alevilik yakın zamana kadar devrimci bir halk kültürü olarak; bir mezhep olarak tarihin devrimci ve olumlu yanındaydı; onun yapılmasına katkıda bulunuyordu.
Bugün için artık Marks’ın din, özel olarak da Yahudilik için ne söylemişse elbette istisnasız bütün dinler ve mezhepler, din yolları için, dolayısıyla Alevilik için de aynı şeyi, aynı netlikle söyleyebiliriz:

Alevinin toplumsal özgürleşmesi, Alevi toplumun Alevilikten  özgürleşmesiyle mümkündür.

 

Hz. Ali, İslamın Kutsal Ailesi… Bir de gerçekler

paylaşmanız için

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*