Cumhuriyet Devrimi’nin ham iken koparılmış en nadide meyvelerinden biridir Köy Enstitüleri. Salt eğitim alanına sığdırılamayacak kadar geniştir Köy Enstitüleri’nin etki sınırı. Yıllar süren savaşlardan çıkmış ülkenin yeniden ayağa kalkmasını sağlayan motorlardan biri olmuştur. Sağ iktidarların sata sata, yağmalaya yağmalaya bitiremedikleri maddi ve manevi değer ve zenginliklerde Köy Enstitülerinden yetişen öğretmenlerle onların yetiştirdikleri öğrencilerin çok büyük emekleri vardır.
MECİT ÜNAL
Yaklaşık 200 yıllık çağdaşlaşma tarihimizde eğitim ve öğretimin ayrı bir yeri vardır. Cumhuriyet öncesinde bu alanda önemli gelişmeler olmuşsa da asıl atılım, yani eğitimde devrim Cumhuriyet’ten sonra aşama aşama gerçekleşebilecektir.
Cumhuriyet’in ilanından birkaç ay sonra 3 Mart 1924’te Tevhid-i Tedrisat/Öğretim Birliği Yasası çıkarılır. 1 Kasım 1928’de ise bunu “Harf Devrimi” izler. Sonraki aşama, köy eğitmen kursları gibi eğitim alanında atılacak bir dizi adımın ardından Köy Enstitüleri’nin kurulmasıdır.
TASARININ BELKEMİĞİ
Cumhuriyet, Osmanlı’dan devraldığı, yüzde 90’ı okur yazar olmayan bir toplumu yüzde 90’ı okur yazar bir toplum haline getirmiştir.
Bütün bu toplamın ortasında ise bir çekirdek olarak Köy Enstitüleri durmaktadır.
Köy Enstitüleri Türkiye bozkırında açan bir yediveren, Cumhuriyet rejiminin eğitimde yaptığı devrimdir.
Bu devrimin amacını Kayseri Pazarören Köy Enstitüsü’nün giriş kapısındaki şu söz kadar iyi başka hangi söz, ne anlatabilir?
“Bozkırları baştanbaşa yeşille öreceğiz
Tanrının geç kaldığı işi biz bitireceğiz”.
Geç kalanın Tanrı değil de, çökmüş çürümüş Osmanlı rejimi olduğunu hatırlarsak, bu devrim de, sözün anlamı da yerli yerine oturacaktır.
Bir yandan da daha o zamandan, belki de ekoloji nedir bilinmeyen bir dönemde eko sistemi, doğal coğrafi yapıyı gözeten, verimli bir biçimde değerlendiren, kelimenin tüm anlamıyla bozkırı göverten, yeşerten bir tasarıdır Köy Enstitüleri.
Ve… bağcılıktan arıcılığa, hububattan balığa tarım, bu tasarının belkemiğidir.
IŞIK HUZMESİ
“Sürer eker biçeriz, güvenip ötesine.
Milletin her kazancı milletin kesesine…”[1]
Her sabah bu sözlerle, Ziraat Marşı’yla başlıyorlar güne.
Tümü de en yoksul köylerin en yoksul, öksüz, yetim, kimsesiz, zeki çocukları. Enstitülere geldiklerinde ne üstlerinde var ne başlarında var…
Dönemin fotoğraflarına bakıldığında da açıkça görülmektedir içler acısı halleri.
Oysa çok değil, birkaç yıl sonraki fotoğraflarda ise bambaşka yüzlerle karşılaşırız.
Her birinin ülkenin en iyi okullarında okumuş ve okumakta olan şehirli gençlerinden eksikleri yok, hatta fazlaları vardır.
Hayat deneyimine, kollektif iş bilincine, gelişmiş el becerilerine ve yaşlarının ilerisinde bilgi birikimine sahiptirler.
“Bitirdiğim yıl köy ilkokulunu
Kararıverdi Istırancalar
Kırağı gibi düştü yüreğime
İkinci Dünya Savaşı
Taş kesildi “oku” diyen babam
Anamın sesi Rumeli
‘Ufacık tefecik kara taşlar
Asker talime başlar
Hani anam hani babam
Neler alıp gitti bozgunlar
Çift kayalar döndürüyor aman
Gözümden akan yaşlar’
O yaşların tuzuyla
Yanıyor Raçinski’nin gözleri
Sönüyor Ak Zambaklar Ülkesi
Çöle dönüyor içim
Taş altında kalmakla
Ölmez ki tohum
Üzülme diyor kulağıma gazi”.
“Ufacık Tefecik Kara Taşlar” şiirinde bu dizelerle anlatıyor Köy Enstitülü şairimiz Mehmet Başaran, savaş yıllarındaki karanlığın içine düşerek kendisi gibi binlerce köy çocuğunu aydınlatan ışık huzmesini.
KARŞILIKSIZ ORTAKLAŞA EMEKLE
Köy Enstitülerinden yetişen kızlı erkekli 16-17 yaşlarındaki işte bu çocuk-öğretmenler gönderilecekler susuz, yolsuz, elektriksiz köylere… Salt aydınlanmanın ışığını değil, öğrendikleri her şeyi; aşı yapmayı, ama duvar da örebilmeyi, sıtmayla savaşmayı ama okuma ve yazma da öğretebilmeyi, bilimi ve çağdaşlığı götürecekler.
Kendi okullarını imeceyle, karşılıksız emekle yapmayı öğrenen bu genç öğretmenler, gittikleri köylerdeki okulları da köylüler ve öğrencileriyle birlikte yine imeceyle, kollektif emekle inşa edecekler.
Sürecek
[1] Dönemin ideolojik söylemlerini içinde barındıran, sözlerini bu söyleme en uygun şairin, Behçet Kemal Çağlar’ın yazdığı marşın bestecisi ise ilk Türk operasının da bestecisi, adı Türk Beşleri arasında yer alan Ahmet Adnan Saygun’du.