Sovyet Rejisörü İbrahimov’un Aziz Nesin ve Türkan Şoray anıları

Onlar ağladığında altınlar pırlantalar gözümün önünde parlıyordu. Bu ağlayan insanların her şeyi vardı bir şeyden başka. O da vatandı!.. Ayrıldık. Yolda Türkiyeli meslektaşım dedi ki: ‘Sen onların göz yaşına inanma. Yalandan ağlıyorlar’

Ejder İbrahimov, Aziz Nesin, Türkan Şoray

MAHMUT AYAZ

Ehed Muhtar’ın Ejder İbrahimov’la yaptığı röportajın Nâzım Hikmet’le ilgili olan bölümünü dün aktarmıştım. (Yazının sonunda görebilirsiniz) Röportaj Aziz Nesin ve Türkan Şoray’a, Vladimir Samolyov ve İsmail Osmanlı’ya kadar uzanıyor. Röportaj perestroyka, glasnost, Ejder İbrahimov’un mesleki yaşamı, Azerbaycan ve dünya sinemasına bakışı, yayımlanan kitapları gibi konular üzerinde uzayıp gidiyor. Şimdi sözü Ejder İbrahimov’a bırakıyoruz.

ATEŞ PARÇASI AZİZ NESİN

Benim en çok bağlı olduğum ülkelerden biri de Türkiye’dir. Nâzım Hikmet’in vatanı olan Türkiye. Hiç kuşkusuz, kapitalist bir ülke olarak Türkiye’nin hayat tarzı sosyalist ülkelerin hayat tarzından tamamen farklıdır. Bu nedenle de Türkiye’nin sanat alemi, ahlak normları, gelenek görenekleri diğer ülkelerdeki, varsayalım Vietnam’daki normlarla kesinlikle kıyaslanamaz. Türkiye kendine özgü bir Şark diyarıdır. Bu ülkede tanıdığım ve dost olduğum sanatçılar çoktur. Onlardan biri de dünyaca ünlü yazar Aziz Nesin’dir.

Yaşı artık yetmişi geçmiş, ancak çok çeviktir, ateş parçasıdır. Şahsen ben ona “her yerde görünen adam” derdim. Bir bakıyorsun ki, aynı gün sabah İstanbul stadyumunda konuşma yapıyor, öğle üzeri çocuklar için hikayeler yazmak amacıyla hayvanat bahçesini dolaşıyor, akşamları da kitaplarını imzalayıp satıyor. Bu kitapları alanların çoğunluğu öğrenciler ve onların anne babalarıdır. Hem de etkin toplumsal faaliyet yürütüyor. Meslek örgütlerinde sık sık konuşmalar yapıyor.
Diyordum ki, “Aziz, bu kadar da çalışmak mı olur?”
Ne dese beğenirsiniz: “Başka türlü aile geçindiremem arkadaş. Günde üç öykü yazmasam olmaz…”

Sık sık gelip beni akşam yemeğine davet ediyordu. Ben de film çekimini bitirip yanına gidiyordum. İki oğlu var. Azerbaycan’la çok ilgileniyorlardı. Oğlanlardan biri şimdi New York’ta çalışıyor.

Bir seferinde villasına gittim. Kitaplardan kıpırdamak mümkün değildi, hepsi birbirine karışmıştı. Nedenini sordum. Dedi ki, “şu an ne, nerededir, bilmiyorum, düzene nizama koysam hiçbir şeyi bulamam.”

Aziz Nesin’in Karadeniz kıyısında büyük bir kütüphanesi olduğunu ilk kez orada öğrendim. Orada hayli yetim barındırıyor. Öğretmen, doktor, eğitmen tutmuş. Her yıl üç yetim alıyor.

“Çocuklara şartım şudur” dedi, “yüksek tahsil alsınlar, sonra gönülleri nereye istiyorsa gitsinler.”

“Peki kaynağı nereden buluyorsun?”

“Yüzlerce ülkede kitaplarım yayımlanıyor. Beş altı kitabımın geliri çocuklarımındır, kalanlarıysa bu yetimlerin.”

Bu sohbet eskiden olmuştu. Bu yakınlarda yeniden görüştük. Yetimlerin durumu ile ilgileniyordum. Sonra sordum:

“Aralarında yeteneklisi var mı?”    

“Var” dedi, “Sekiz-on kadarı yeteneklidir.”

“Şahsen nasılsınız?”

“Eşimden ayrıldım. Çocuklarım için de içim rahat, büyüdüler. Karadeniz kıyısındaki evime çekildim. Yetimlerle birlikte yaşıyorum. Yazıp üretmeye de aynen devam…”

Son görüşmemizde onu eve davet ettim. Geldi. Sofra başına geçer geçmez kurnazca gülerek sordu:

“Bu zamanda bu votkayı nereden buluyorsun?”

“Rus votkasıdır” dedim, “Saygon’dan getirdim.”

Şişeyi dikkatle inceledi.

“Daha sana sözüm yok” dedi, “anlaşılan içkici değilsin ki böyle ihtiyatın var…”

Epey konuştuk. Sonunda sohbet Dağlık Karabağ’a dayandı. Bu yılın Şubat ayında merkezi gazetelerden birisinde çıkan makalemdeki fikirleri ona söyledim. Aziz Nesin epey düşündükten sonra dedi ki, “Ejder, ben bir şeyi anlamıyorum, Dağlık Karabağ Sovyetlerin yeridir, Türkiye’nin değil ki…”

Türkiye’de görüştüğüm insanlar esasen meslektaşlarımdı, ancak, diğer olaylar dikkatimi çekmiyor değildi. Elbette, bu hatıraların çoğu fragmanlardır. Fragmanlar olsa da, dili, gelenek görenekleri bize daha yakın olan bu ülkenin hayatı hakkında tasavvur bakımından ilginçtir.

BİR ZAMANLAR TÜRKİYE

Örneğin, bir gece Ankara’da silahlar patladı, misafirhanenin balkonuna çıktığımda mağazaların yandığını, çatışma olduğunu gördüm. Ertesi gün dediler ki, biz böyle şeylere önem vermiyoruz, alıştık, çok partililiğin sonucudur. Gündüzleri birbirlerini eleştiriyorlar, geceleri ise bunun kısasını, intikamını alıyorlar…

Yahut İstanbul’da sokakta yürüyordum. Birden birisi silahını çekip birini vurdu. Kimse dönüp bakmadı. Kurşun atan genç gayet sakin çekip gitti. Ertesi gün gazetede vuranın da, vurulanın da fotoğrafı yayımlandı. Biri öğrenciydi, biri öğretmen. Öğretmen ona “iki” vermiş, o da bunun intikamını almış. Öğretmen ağır yaralansa da ölmemişti.

BEN MAYMUN MUYUM AY KİŞİ

Bir başka şey: İstanbul’un altın pazarı çok büyüktür. (Kapalı Çarşı’yı kastediyor. M. A). Tahminen beş kilometre uzunluğundadır. Dükkanların çoğu küçüktür. Hepsi de mücevherle dolu. İnsan gözlerine inanamıyor, bunların hepsinin altın olduğuna inanamıyor. Bunu hisseden dükkan sahibi:

“Siz Sovyetlerden mi geldiniz? dedi.”

“Nereden bildiniz ki?”

“Çünkü oradan gelenlerin hepsi bu soruyu soruyorlar.”

Sonra dükkan sahibi beni dikkatle süzdü ve birden:

“Siz Ejder misiniz? diye sordu.”

Adam şaşırdığımı görünce cebinden bir gazete çıkardı. O gazetede fotoğrafım yayımlanmıştı. Prova çekimleri esnasında çekilmiş.

Dükkan sahibi beni bırakmadı ve koluma girerek çarşıyı dolaşmaya başladık. Dedim, “ay kişi, ben maymun muyum ki kolumdan tutup dolaştırıyorsun?”

Dedi ki, “yok yahu, vatanın kokusunu senden alıyorum, beni bu mutluluktan mahrum etme, ben Azeriyim gardaş…”

Beni çocuklarıyla, dostlarıyla tanıştırdı. Türk rejisör Yeriş (Kim olduğu belirlenemedi-M.A.) de yanımdaydı. Rejisör bu ani görüşmeye çok şaşırmıştı. Dükkan sahibi bizi evine konuk etmek istedi. Dedim ki, zaman yok, yarın vatana dönüyorum. Yaşlı-genç başladılar ağlamaya…

Onlar ağladığında altınlar pırlantalar gözümün önünde parlıyordu. Bu ağlayan insanların her şeyi vardı bir şeyden başka. O da vatandı!.. Ayrıldık.

Yolda Türkiyeli meslektaşım Yeriş (rejisörlüğü İngiltere’de okumuştu) dedi ki:

“Sen onların göz yaşına inanma. Yalandan ağlıyorlar. Onların yüreği o altın dükkanlarındadır…”

Her halükarda Türk meslektaşımın amansız sözleri benim o mücevher satan gariplere acımama mani olmadı.

Nereye gidiyorduysam bir sahne gözümün önünden gitmiyordu: mücevherler (varlık) içinde ağlayanlar! “Aşkım benim, kederim benim” filminin dekorasyonunu değiştirdim. Ressam Blank’a dedim ki, Banu’nun sarayı baştan aşağı altından olmalıdır (taş duvar, kapı… hepsi). Orada her şey olmalıdır, bir şeyden başka. O bir şey sevgidir! Banu Ferhat’ı seviyor, Ferhat ise Şirin’i…

Böylelikle, sıradan bir insan manzarası, sıradaki filmimde rejisör niyetini böylece aniden değiştirdi…

TÜRKAN ŞORAY’IN ASLI NAHÇIVAN’DIR

Şimdi bakalım Banu rolünü oynayan aktris kimdir?

Türkan Şoray. Adı tüm dünyada ünlü olan sinema yıldızı. Aslı, kökeni Nahçıvan’dandır. Moskova’da, Aşkabad’da, İstanbul’da filme çektim onu. Hep yalvarırdı beni Nahçıvan’a götür diye. Bir dahaki sefere geldiğinde götürürüm dedim. Geldi. Yazık ki, Moskova’da düştü, koku kırıldı ve ben onu arzuladığı ata yurduna götüremedim. Son derece güzel kadındır, çok yetenekli aktristir. Gerçek parlak sinema yıldızı! “Mosfilm”de kadınlı erkekli bütün aktristler ona hayran kalmışlardı. Samolyov, Papanov, Miroşniçenko ve Ciğerhanyan’la aynı filmde oynadı. Prova çekimi esnasında şöyle bir repliği var, Banu’nun ağzıyla söylüyor: “Yalan söylüyorsunuz! Derhal emrederim, hepinizin kellesini uçururlar!..” Bu sözlerden sonra artistler onun diksiyonuna, konuşmasına, sahne yeteneğine hayran oldular. Birden hep birlikte alkışladılar. Sadece ben sessiz sakin oturdum. Türkan Şoray şaşırdı.

“Ejder Bey, benim oyunumu siz sevmediniz mi?”

“Sevmek ne kelime hanım, hayran kaldım.”

“Peki neden alkışlamadınız?”

Dedim ki, “ben sizi unuttum, sonraki bölümdeki mizah hakkında düşünüyordum. Bir dahaki sefere ilk ben alkışlarım.”

“Çok güzel! Alkışlarsanız beni onurlandırır, cesaretlendirirsiniz…”

TÜRKAN’IN GÖZLERİ OTOMOBİL SÜSÜDÜR

Türkan Şoray İstanbul sokaklarında yürüdüğünde ahali toplanıyor başına. Evine çok insan gidiyor. Çoğu köylülerdir. İmzalaması için fotoğrafını getiriyorlar. Gözlerinin resmi (“Türkan’ın gözleri”) otomobillerin en sevimli süsüdür. İki yüz elliden fazla filmde oynamıştır. Her rolüne beş milyon lira alıyor. Oldukça merhametli kadındır. Dağda taşta film çekildiği zaman bir de bakıyorsun ki, sürücüsü arabayı su, kavun, karpuz, meyva ile doldurmuş geliyor. Hepsi Türkan’ın siparişiyle idi…

Bir gün İstanbul taraflarında çekim bittikten sonra dedi ki, yakında bir köy var, oraya gidelim. Gittik. Büyükten küçüğe herkes döküldü, hal hatır sordular.

Türkan Şoray bana bir sır verdi. Dedi ki, “bir gün çekimden sonra müthiş yağmur yağmaya başladı, yolda karşıma koltuğunda defter kitap olan bir çocuk çıktı. Sizde okul yok mu diye sordum, yok dedi. Onların köyüne bir okul yaptırdım. Biz şimdi onların köyündeyiz…”

Okul Türkan Şoray adını taşıyor. Demek ki, bu kadın da Aziz Nesin gibi hareket etmişti. Elbette, böyle hayırseverlik yalnızca mal mülk zenginliğinin değil, belki de ilk önce vatan sevgisinin tezahürüdür…

Ulduz (Yıldız) Nisan 1989 (4. Sayı)

 

‘En yakın dostum, büyük Nâzım Hikmet’