‘En yakın dostum, büyük Nâzım Hikmet’

Sovyet sinema ustası Ejder İbrahimov’la olan bu röportajın önemi, Nâzım Hikmet’in Sovyet bürokratlarına kafa tutuşuna tanıklığından gelir ki, o zamanlar Sovyet bürokrasisine kafa tutmayı göze alacak birisi kolay kolay bulunmaz; Nâzım Hikmet’in kişiliğinde hayranlık uyandıran, Sovyet aydınlarını büyüleyen de bu dürüst devrimci cesaretidir

 

MAHMUT AYAZ

Azerbaycanlı yazar ve gazeteci Ehed Muhtar, 1989 yılında Azerbaycanlı ünlü yönetmen (Moskova’da Mosfilm’de çalışan ilk Azerbaycanlı yönetmen), yazar, senarist ve gazeteci Ejder İbrahimov’la, bu koca çınarın anılarının tarihe geçmesi ve bazı olgu ve olaylara ışık tutması amacıyla çok uzun bir röportaj yapar.
Röportaj, Azerbaycan Yazarlar Birliği ve Azerbaycan Lenin Komünist Gençler Birliği Merkez Komitesi’nin aylık olarak çıkardığı Edebi, Toplumsal ve Siyasal Dergi olan Ulduz’un (Yıldız) 1989 yılının 4. sayısında (Nisan), çok uzun olduğu için özetlenerek yayımlanır. 89 yılında Ejder İbrahimov 70’li yaşlardadır ve ünü Moskova’dan Sovyet Cumhuriyetleri’nin dışına taşmıştır. Küba’dan Vietnam’a, Türkmenistan’dan Türkiye’ye koşturup duran Ejder İbrahimov’la yapılan bu uzun röportajın, sadece Nâzım Hikmet’le ilgili olan bölümünü Türkiye Türkçesine aktardım. 

Bu röportajın önemi, Nâzım Hikmet’in Sovyet bürokratlarına kafa tutuşundan gelir ki, o zamanlar Sovyet bürokrasisine kafa tutmayı göze alacak birisi kolay kolay ortaya çıkmaz; çıksa da akıl hastanesini ya da KGB’nin ölümcül müdahalesini göze almalıdır. Nâzım Hikmet’in kişiliğinde hayranlık uyandıran, Sovyet aydınlarını büyüleyen de bu dürüst devrimci cesaretidir. Türkiye’de boyun eğmeyen Nâzım, orada da boyun eğmemiştir.

(Röportajla ilgisi olmadığı için ayrıntıya girmeyip küçük bir anımsatma yapacağım: Nâzım Hikmet’in bürokrasiyi eleştiren İvan İvanoviç Var mıydı, Yok muydu adlı eseri Moskova’da Bolşoy tiyatrosunda sahneye konduğunda, üçüncü gösterimde yasaklanmıştır.)

Şimdi sözü Ejder İbrahimov’a bırakıyoruz.

 

NE İYİ Kİ YERYÜZÜNDE BÖYLE GÜÇLÜ BİR ŞAİR VAR

Biliyorum, epeydir şu sorunuza yanıt bekliyorsunuz: En yakın dostum kim olmuştur?
Hayatta benim en yakın, en mahrem, en sade ve kardeş gibi gördüğüm dostum büyük Nâzım Hikmet olmuştur. Ve bu dostluğun çok tuhaf bir tarihçesi var. Nâzım Hikmet Türkiye’de hapisteydi. O zaman ben Sinema Enstitüsü’nde okuyordum. Mezuniyet tezi için senaryo yazıp, filmini çekmeliydim. Sık sık Lenin Kütüphanesi’ne gidiyordum. Bir seferinde kütüphaneden çıkarken Hüseyin Muhtarov’la karşılaştım. Hüseyin, Edebiyat Fakültesi’nde Nebi Hezri, İsa Hüseynov, İbrahim Kebirli ve Salam Gadirzade ile birlikte okuyordu. Hüseyin Muhtarov, “Allah Ailesi” adlı piyesi ile Stalin Ödülü’ne layık görülmüştür. Piyesi Moskova’da rejisör Zavadski sahneye koymuştur. Hepimiz öğrenciydik, fakat, Hüseyin her ay yazdığı piyese göre para alıyordu ve bizi konuk ediyordu. Doğrudur, Hüseyin evliydi (eşi ve iki çocuğu ile birlikte Türkmenistan Temsilciliği’nin binasında kalıyordu) fakat aldığı para çok olduğu için yoksul öğrenci arkadaşlarını hiç unutmazdı. Biz de tam fırlama olmuştuk: Hüseyin para makbuzunu almadan, postadan ne kadar para geldiğini öğreniyorduk. O da gülerek; “biliyor musunuz ne var çocuklar? Binden yukarı olsa sizindir, bin olsa yavrularındır.” derdi. Onaylardık, postaneye giderdik. Bir de bakardık ki, 1700 ya da 2000 Manat para gelmiş. Hüseyin sözünde dururdu. Onun piyesi bizim ekmek ağacımızdı. Sonra ünlü bir dramaturg oldu; Bakü’de bir piyesi sahnelendi. Haa, kütüphaneden çıkarken Hüseyin’i gördüm, çok heyecanlıydı; “Ejder, sana bir şiir okuyacağım, bil bakalım bunu kim yazabilir?” dedi ve bir köşeye çekildik.

– Desyat let proşel skvoz tyuremnoy steni kak pulya!… (On yıl bir kurşun gibi geçti hapisane duvarından!…) Sence bunu kim yazabilir?”

– Vallahi ne bileyim. Sadece şunu biliyorum ki, ne sende, ne bende, ne de Nebi’de böyle cesaret vardır…

– Ay yazık, bunu dünyanın en büyük şairlerinden biri olan Nâzım Hikmet yazmış, Nâzım Hikmet!

– O kimdir? diye hayrete düştüm. “Tanımasam da çok onurlu bir şairmiş.” dedim. Hüseyin cebinden küçük bir kitapçık çıkardı. Nâzım Hikmet’in kitabıydı bu. Fotoğrafı da vardı kitabın üzerinde. Yalvarıp, kitabı aldım. Sabredemedim, yolda okudum ve hayran oldum. Allahallah, ne iyi ki, yeryüzünde böyle güçlü bir şair var diye düşündüm. Bir şiir beni tamamen çıldırttı: “Ben yanmasam, Sen yanmasan… ” Mezuniyet tezi için yazdığım senaryo hemen hemen hazırdı; bir kenara attım. Kendi kendime; “bu kişi hakkında yazmam lazım!” dedim… Adını da şöyle koydum: “Barış Savaşçısı.” Filme çektim. Başlıca unsurları; aynı şiir, bayrak, bir de güvercindi. O günden itibaren Nâzım’ın bu şiiri, benim yaşam idealime dönüştü.

Kısa bir süre sonra Nâzım Hikmet özgürlüğe kavuştu. 1951’de Moskova’ya geldi. Uçak Romanya’dan kalkmıştı. Ekber Babayev’den öğrendim. Havaalanına gittim. Baktım ki, Simonov, Tikonov, Sofronov, Memmed Rahim de oradalar. Ben bu buluşmayı baştan sona filme çekme düşüncesindeydim.

Uçak geldi. İki kişi yukarı çıktı. Az sonra uçaktan bir kişi çıktı: Uzun boylu, kızıl saçlı, mavi gözlü, kalıplı bir kişiydi. Yazarlar birbirlerine; “Nâzım bu mudur?” diye sordular. Simonov; “Yok canım, o değil…” dedi.
Uzun boylu, kızıl saçlı, mavi gözlü, kalıplı adam Nâzım Hikmet’ti! Topluluğa el salladı, sonra gözlerini kapatıp, Moskova havasından derin bir nefes aldı ve gülümseyerek merdivenden inmeye başladı. Yazarlara yaklaştı, tokalaşıp görüştü ve ilk sözü şu oldu: “Niye böyle yaşlanmışsınız?” Sonra ekledi; “Hayır, hayır, hala gençsiniz, aynı cephede vuruşacağız!” Nâzım yazarlarla görüştüğünde Simonov’un, Tikonov ve Sofronov’un adını söyledi. Galiba uçağa çıkan iki yoldaş onları tanıtmıştı. Gül demetlerinin haddi hesabı yoktu.
Bir kadın da sokulup (gecikmişti), Nâzım’a gül takdim etti. “Ben Zoya’nın annesiyim” dedi, “Hapisanede yazdığınız ‘Zoya’ şiirinin kahramanı benim kızımdır!..”
Etkileyici bir sahneydi…

Sonra küçük bir miting oldu. Nâzım Türkçe konuşuyordu. Çevirmen Tatar’dı. Çevirmen bir sözü doğru çevirmedi. Nâzım onu durdurdu, mikrofonun karşısına geçerek Rusça konuştu:

– “Perevodçik nepravilno perevel. Ya skazal “moy ugnetyonnıy Turetskiy narod”, a on ne perevel slovo “ugnetyonnıy”. A narodı yest raznıye: ugnetyonnıye, ekspluatiruyemıye.” Ani bir suskunluktan sonra ekledi; “Eh, ya zabıl Russkiy yazık, çert poberi!…” (Çevirmen doğru çevirmedi. Ben dedim ki; “benim eziyet çekmiş Türk halkım” ama o “eziyet çekmiş” sözünü çevirmedi. Ama halklar çeşitlidir: ezenler ve ezilenler.” Ani bir suskunluktan sonra ekledi: “Ah, Rusçayı unutmuşum, lanet olsun!..”)

Herkes şaşırıp kalmıştı. Nâzım gerçekten de iyi Rusça konuşuyordu… Ben bu görüşmeyi baştan sona filme çektim… Elbette Nâzım Hikmet’le ilgili anılar çoktur. Bu nedenle de anılarımın en ilginç bölümlerini anımsamaya çalışacağım.

NÂZIM’IN BÜYÜK ÖFKESİ

Nâzım son derece yumuşak, sevimli, sade olsa da, yeri geldiğinde gerçeği insanın yüzüne söylüyor, ilkelerinden sapmıyordu. Şairin yazlığı Peredelkino`daydı. Sık sık yanına gidiyordum. “Aynı Mahalleli İki Delikanlı” adlı filminin senaryosunu yazıyordu, ben de elimden gelen yardımı esirgemiyordum. Bir keresinde yine yanındaydım. Paris`e telefon etti. Sonra dışişleri bakanıyla konuştu:

– Niye bana vize vermiyorsunuz? Ben Paris’e gitmek istiyorum…

Nâzım konuşmasına ara verdi. Telefonda ne dedilerse çok sinirlendi, kendinden geçti:

– Ben 17 yıl hapiste yattım, komünizm ülküsü uğrunda! Siz 17 yıl değil, 17 gün o hapiste yatsanız, sadece inançlarınızdan değil, hatta onurunuzdan, namusunuzdan dönersiniz!..

Ben kulaklarıma inanmadım. Nâzım Hikmet’in bakanla konuştuğuna inanamıyordum… O zaman Nâzım`a, Münevver’in Mehmet’le Paris`e yola çıktığını haber vermişlerdi, Türkiye’den. O da Paris`e gidip, eşini ve çocuğunu görmek istiyordu. Nâzım telefonla konuşunca çok sinirlendi. Sonra Varşova`ya telefon etti, pasaport istedi. “Zaten Sovyet pasaportuyla hiçbir yere gidilemiyor.” diye ahizeyi yere koydu ve pasaportunu masanın üstüne attı. Bana döndü; “yaz” dedi, “yaz” ve “Aynı Mahalleli İki Delikanlı” filminin senaryosuna ayaküstü bir ek yaptı. Bu bölüm telefon sohbetiyle doğrudan ilgiliydi. Genel anlamı şuydu ki; merdi, kova kova namert yapamazlar!

BENİ BURAYA MI ÇAĞIRMIŞTIN GARDAŞ

Nâzım Hikmet`in ölümüyle ilgili sahneler ise belleğime ölünceye kadar kazınmıştır. Bir Yunan filmini izliyorduk. Filmden sonra anlaşıldı ki, Nâzım da buradadır. Film hakkında görüşlerini belirtti. Fikir alışverişi bitti, kolumdan tutup; “Ejder, aklıma bir şey geldi, yarın görüşelim, ben söyleyeyim, sen de senaryoyu yaz ve filme çek.” Aşağıya inince, yine kolumdan tuttu; “Biliyor musun, yarın gelme, işim var. Öbür gün, saat 11’de görüşelim, iyi mi?” Anlaştık. Nâzımgile gitmeye hazırlanıyordum. Telefon çaldı. Ahizeyi kaldırdım. Bir tanıdığımdı. Aniden; “Ejder, senin en yakın dostun ölmüş.” demez mi? Adam sanki beni de öldürmek amacıyla kötü haberi böyle aniden söylemişti. Başım dönmeye başladı. Bir süre sonra konuşabildim:

-“Kim ölmüş?”

-“Nâzım ölmüş.”

-“Sen ne konuşuyorsun be adam, ben ki, şimdi onun yanına gidiyordum…”

-“İnanmıyorsan radyoyu aç… Cenaze Yazarlar Birliği’nden kaldırılacak…”

Radyoyu açtım, baktım doğru söylüyor… Yazarlar Birliği’nde tabutun başında sırayla saygı duruşu yapılıp, sıra bana geldiğinde kendi kendime fısıldıyordum: “Beni buraya mı çağırmıştın gardaş?..”

İki kadın da siyah elbiselerle kenarda oturmuştu. Biri Galya`ydı (önceki karısı), ötekiyse Vera (sonraki karısı). Birbirlerinden ayrı oturmuşlardı. Ben o kadınlara baktığımda Nâzım`ın Moskova hayatı gözlerimin önünden geçiyordu.

Salon insanlarla doluydu. Az sonra kapıdan içeriye üç insan girdi: Münevver, Mehmet, bir de bir ak saçlı Türk. Ben Nâzım`ın karısı ve çocuğunu fotoğraflarından tanıyordum. Şairin şehirdeki ve Peredelkino`daki evlerinde duvarda her zaman üç insanın fotoğrafı asılıydı: anasının, karısının ve oğlunun fotoğrafı… Münevver, Mehmet (küçücük bir çocuktu) ve ak saçlı Türk yaklaştılar ve cenazenin yanında durdular. Münevver oğluna bir demet karanfil verip tabutu gösterdi: “Bu senin babandır” dedi, “Bu karanfilleri onun başucuna koy.” Münevver oğluna döndü: “Mehmet, ağlama, erkek ol. Sen bana ağlamayacağım diye söz vermiştin…” Çocuk ağlaya ağlaya anasının yanına döndü ve ona sokuldu. O zaman Resul Rza Münevver Hanıma:
“Oğulu babasının cenazesi üzerinde ağlamasına niye izin vermiyorsunuz?” dedi. Sonra Mehmet`e döndü: “Oğul, ağla, doyuncaya kadar ağla. Büyüyünce babanın dahi bir insan, güzel bir insan, mert bir insan olduğunu anlarsın…”
Münevver hiçbir şey demedi. Resul`a bakıp sustu. Mehmet doyuncaya kadar ağladı…

Novodeviçye mezarlığında matem mitingi yapıldı. Çok insan konuştu. Nâzım`ın şiirlerinden ezbere okudular. Konuşanlardan biri de Resul Rza`ydı. Nâzım Hikmet`in ölüm haberini aniden işittiğim için çok şeyden habersizdim, ayrıntıyı Resul`un konuşmasından öğrendim.

Nâzım sabah erkenden kalkıp gazeteleri alıyor, dönüp eve girdiğinde yüreğine sancı giriyor. Sabahın alacakaranlığında çabucak elini uzatıp lambayı yakıyor ve… ölüyor. Resul Rza matem mitingindeki konuşmasını şu sözlerle bitirdi: “Nâzım Hikmet kendinden sonra ışık bırakıp gitti…”

Doğrusu, uzun yıllardan sonra büyük sanatkarımız Resul Rza`nın ölüm haberini duyduğumda, Nâzım`ın mezarı başında söylediği sözleri anımsadım: “Bu sözler senin kendin için de geçerlidir Resul…”

Nâzım`lı günlerim hiçbir zaman aklımdan çıkmıyor. Onun mücadeleci şiiri, insancıl nitelikleri her zaman bana yardım ediyor. Sıradan bir örnek: “Yıldızlar Sönmüyor” adlı filmimi çekmeye hazırlanıyordum ama nasıl başlayıp, nasıl bitireceğimi bilmiyordum. Nâzım yardımıma yetişti. Daha doğrusu, onun cenaze töreni bütün ayrıntısıyla gözlerimin önünden geçti. Anımsıyorsanız, “Yıldızlar Sönmüyor” filmi Neriman Nerimanov`un cenaze töreniyle başlıyor… Bu nedenle de her defasında bu konuda düşündüğümde, Nâzım Hikmet`le sanki aramızda gıyabi bir sohbet başlıyor. Ve sonunda da ona dönüp diyorum ki; “Sağlığında bana nasıl yaşamayı öğrettiysen, dostum, öldükten sonra da yardım elini benden esirgemiyorsun. Allah sana rahmet etsin, mezarın nurla dolsun…”

Ejder İbrahimov
Aşkabad – Türkmenistan doğumludur. Moskova’da tiyatro ve sinema okumuş. İkinci Dünya Savaşına da katılmış. Vietnam devlet başkanı Ho Chi Minh ile dost. Vietnam, devlet aracılığıyla Vietnam sinemasını kurması için davet etmiş, o da gidip 1959-1962 arasında bu görevi yapıyor, Vietnam ulusal sinema okulunu kuruyor, ilk ulusal aktör ve rejisör kadrolarını yetiştiriyor. Nerimanov’un yaşamını da filme alıyor. 1993’te Moskova’da öldü. 

 

NÂZIM HİKMET, BAKU KAYDI ŞİİR VE GÖRÜNTÜLERİ

PAYLAŞMANIZ İÇİN