Seçime Giderken Manzara-i Umumiye

Ucube “liberal sol” denen, namıdiğer liboş, ikinci cumhuriyetçi, dönek solculardır. Yetmez ama Evet, diyen utanmazlardır. Bugünse herkesten çok şikâyetçi bukalemun kılığıyla CHP yanaşması olma yönünde yazılar yayınlamaktalar. Bunlarınki fikrî nedametlik değil, fikrî namussuzluktur

 

HAMZA KİE

Seçim irdelemesine yönelik bağlantılı ikinci yazı olması hasebiyle aşağıdaki link üzerinden ilk yazıya ulaşabilirsiniz. Böylece yazı sonunun dikey bir geçişle Kılıçdaroğlu’nun adaylığının reddiyesine bağlanmış olması havada kalmayacaktır.

Sözlerimi hükümete yönelik tanımlamalardan ziyade toplumsal düzen irdelemeleri olarak düşününüz.

Maddenin tözüne mözüne inmeye gerek kalmadan yüzeyden gelen etkileşimlerle de çeşit çeşit fikirler doğar. Öyle ki kişilerin ihtiyaçlarından, hadi onu da geçtim, ıstıraplarından doğan görüşler de oluşur. Örnek olsun diye söylüyorum; diyelim ki bendenizin duyduğu ıstırapların başında, düşürülen “toplumsal düzey” ve “yaşatılan umutsuzluk” sorunu olsun. Bundandır ki bir mahkeme olmuş olsam aklım fikrim başka bir şeyi düşünmezdi. Örneğin sizler, var mı diyorsunuz? Oysaki ben kimseleri hırsızlıktan yargılamazdım. Hani ön ihtiyacım bu ya toplumun düzeyini düşürmekten ve ülkenin ta kendisi demek olan gençlerin umutlarının karartılıp geleceklerinin yok edilmesine sebebiyetten yargılardım öncelikle.

Görüldüğü üzere maddenin tözüyle oyalanmadan somuta dayanan soyutlamalar yaparak ihtiyaç duyduğum örnek bir düşünceyi (yargılama işi) doğurmuş oldum.

Demem o ki önceliğin bu mu olmalıydı, türünden bilgiçlik gösterilerine ihtiyaç yok. Türkiye’nin toplumsal sorunlarına değinirken benim seslendirdiğim sorunlar benim önceliğimdir. Sizler de kendinize göre farklı şeyleri önceleyebilirsiniz. Misal, ekonomi diyebilirsiniz. Doğrudur da. Her türlü bozulmayı tetikleyen ekonomidir. Kötü para, iyi parayı kovmaya görsün bozulmaları durduramazsınız.

Toplumsal düzey düşüklüğüyle ekonomik bozulma tavuk-yumurta hikâyesinin ta kendisidir. Birbirini tetiklerler. Yine de mal dediğiniz ne ki gelir geçer; kaybolsa da yerine konur. Ya düzey? Kolay yerine gelmez. İşte bu ağır sebebiyettendir ki düşünsel önceliğim ekonomiyi unutup düzeysizlik sebebiyetini yargılamaktır.

Şimdi önceleyeceğim düşüncelerin benim ihtiyacım olduğunu unutmadan irdeleyelim.

Türkiye’nin idare (yönetim) hukukuna üç unsur hâkimdir. Birincisi patolojik, ikincisi sosyolojik, üçüncüsü hukuksal trajedidir. Trajedi, denildiğinde yön algılamasında sorun yok demektir.

Patolojik hâlin geçici olduğu tabiat kanunu gereği muhakkak olmasına muhakkaktır da açtığı yaralar sürgit olacak gibime geliyor. O kadar ki muhalefetin terbiye edilmişliğinden ötürü vahamete eren patolojik durum seslendirilememektedir.

Sosyolojik unsur ise -toplum bilimsel içeriğinden hareketle- halk diline indirgeyerek söyleyecek olursak gerek yerel yönetimler, gerekse genel yönetimler oluşturulurken bu çağda bile yapılan ayrım gayrım (aidiyetler) ilkelliğidir. Ne acıdır ki bu sosyolojik unsur, kimi idari dönemlerin iyileştirici çabalarına karşın yine de bağımsız olarak yaşamaktadır.  Demem o ki adı sürgit olan bir virüstür.

Hukuksal trajediyse tüm hukuki doktrinlerin karşısında hükmünü sürdürmektedir. Diyelim ki bu hükmün daha somutu diplomasız doktorluk olsun.  Doktrindeki karşılığı butlan olan bir “de faktoyla” meşrulaştırılmaktadır. Muhalefet yine terbiye edilmiştir. Ağzına dahi al(a)mamaktadır. Bu çekingenlik niye? Artık anlamını yitirmiş olan mağduriyet yaratmama teranesi mi? Muhalefet, mağduriyet kavramının içeriğini bilinçsizce karmakarış etmiştir. Oysaki bu hukuksal trajedinin çözülmesi, toplumu bozan patolojik unsuru kökten yok edecektir.

Sosyolojik unsur bir yana diğer iki unsurla alınan yoldan dolayı İran’la Türkiye’nin son tarihsel çizgilerini koşut görüyorum. Bu koşutluk dış politikadan ziyade iç politika akışındandır. Hatta Türkiye’deki gidişatı İran’dan daha sert görüyorum. Üstelik İran’dakinin tam tersine (içeriden de dışarıdan da) oportünisttir. Oportünistliği, tipik şark kurnazlığı genetiğinden kaynaklı esas itibarıyla şahsi varlığa tahvile yönelik pragmatizmdir. İran’da şahsi ikballer dışında devlet pragmatizmi vardır. Yalpalamaz, istikrarlıdır. İnişsiz çıkışsız Amerikan karşıtıdır mesela.

Ne trajikomik bir durum var ki iki ülke içerisinde iki de avlak grup var(dı). İran’dakiler ne eylediyseler ettikleriyle bulup kaybolup gidenlerdir. Bunlar, adı TUDEH olan komünistlerdir. Molla rejimine yoldaş olmuşlardır. Sonra, rejim ilk onları yemiştir.

Ne ilginçtir ki bizim avlakların yönleri liberalizm olmakla birlikte tarihsel hata yapan İran komünistleriyle aynı kapıya hizmete çıktı. İran’dakilerin tek, bizdekilerinse sıfatları çoktur. Ucube “liberal sol” denen, namıdiğer liboş, ikinci cumhuriyetçi, dönek solculardır. Yetmez ama Evet, diyen utanmazlardır. Bugünse herkesten çok şikâyetçi bukalemun kılığıyla CHP yanaşması olma yönünde yazılar yayınlamaktalar. Bunlarınki fikrî nedametlik değil, fikrî namussuzluktur.

Önümüzdeki seçimle düzeltilecek olan bozulmaların önsel lokomotifi bu minvaller üzeredir. Seçimlerin temel mottosu, bozulmaların var ya da yok olması üzerine kuruludur. Muhalefet, bozulma var yeniden kuracağız der; iktidar ise hayır, tam aksine mevcudu sürdürerek koruyacağız, der.

Bu seçimin esası, mevcut sürdürülebilirliğin sonlandırılmasıdır. O nedenle illaki alınması gereken bir seçime gidiliyor. Rövanşist yüzüncü yıl ikonu üzerinden de iz sürüldüğünde görülecektir ki bu seçim son şanstır, son kertedir. Bundandır ki çok şahsi taktiklerden yani kişiye makam ihsanından azade rejimi/sosyal yaşamı kurtarma ve tamir amaçlı bir güdülenmeyle illaki kazanacak bir aday çıkarılmalıdır.

Tam olarak açımlama gereği duymadan sadece literatürel değinmeyle adlandırdığımız “sosyolojik gerçekliği” gözetmenin şart olmasıyla birlikte diğer tüm aciliyetlerdendir ki adaylığa gelince Kılıçdaroğlu olmaz, olamaz, olmamalıdır.

 

Kılıçdaroğlu Aday Olmalı mı, Olmamalı mı?

paylaşmanız için