Bu Ülkeden Bir Saffet Arıkan Geçti

‘Atatürk inkılâplarına karşı yöneltilmek istenilen tariz ve tavizler, içinde âdeta bir yara gibi kaynı­yor, kendisini, gözyaşlarını tutamayacak kadar hassasiyete sevk ediyordu. Bu inkılâpların en küçüğünün dahi taviz olarak verilmesinden ise, partinin tek bir milletvekili çıkaramayacak derecede seçi­mi kaybetmesini tercih eylediğini, ölünceye kadar tekrar etmiştir’

 

AV. CEM BAYINDIR

26 Kasım 1887 Erzincan doğumlu Saffet Arıkan, asker, gazi, komutan, milletvekili, büyükelçi, bakan, okuma yazma kurslarını ilk açan ve cumhuriyet tarihinin en büyük düşüncelerinden biri olan Köy Enstitülerinin açılmasına ön ayak olan Kültür (Milli Eğitim) Bakanı’dır. Onun bakanlığı döneminde kısa zamanda, hukuk fakültelerinin dört yıla çıkarılması, Siyasal Bilgiler Fakültesinin kurulması, İsmail Hakkı Tonguç’un ilköğretim genel müdürlüğüne atanmasını sağlaması, ,eğitmen kursları, köy enstitülerinin doğmasının ilk adımı köy öğretmen okullarının açılması gibi işler başarılmıştır.  Arıkan, eğitimin önemine inanmış, ilkokul öğretmeninin küçük köylere kadar yayılmasını sağlayarak, öğretmenin köyde önemli konuma gelmesi için elinden geleni yapmış, öğretmenliği yaşamın içinde hep var olan saygın bir meslek haline getirmiştir.

“…Köy mektepleri kaç senelik ve kaç sınıflık olmalıdır? Böyle bir mesele yoktur. İsterse bir sınıflı ve bir senelik, isterse on sınıflı ve on senelik olsun. Köy mektebinden köylü istifade ediyor mu? İşte asıl mesele budur. Ve bu suale verilecek doğru ve hakiki cevap şudur:  ‘Etmiyor’. Ve etmediği için de köylü bu mektebi sevmiyor, sevmemiştir. Fakat ne için istifade etmemiştir? Çünkü bu mektep köylünün yaşayışı ve ihtiyaçları nazara alınarak kurulmamıştır. Orada köylü yarım yamalak okuma yazma öğreniyor ve ekseriyetle sonraları bunları dahi unutuyor. Bunun içindir-ki köylü mektebe rağbet etmiyor. O halde yapılacak iş sınıf ve yıl meselesini halletmek değildir. Mektebi köylünün hayatına, ihtiyaçlarına uydurmaktır… Köylü bizden ameli yaşayışını kolaylaştıracak, tabiata karşı yaptığı mücadelede kendisine yardım edebilecek bilgiler istiyor. O ekincidir. Binaenaleyh biraz topraktan, ekincilikten anlamak istiyor. O köyünde birçok şeyleri yapmağa muhtaçtır. Mektep ona bir şeyler yapmağı öğretmelidir. Mesela kırılmış bir sabanı tamir, yıkılmış bir evi kurma gibi… Bu suretle köylünün ameli hayatına uydurulmuş olan bir mektep, elbette sevilecektir…”

Asıl mesleği askerlik olan Saffet Arıkan, Harp Akademisi’ni kurmay yüzbaşı olarak bitirmiş, Yemen, Çanakkale, Irak, Doğu Cephesi ve Batı Cephesinde görevler almış, Batı Cephesi kurmay başkanı olmuştur.

Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün en sevdiği ve en güvendiği yakın dostlarındandır. Arıkan, bakanlığı sırasında, tüm görüşleri dinleyen, çevresindekilerden düşünceler alan ve bunlardan da yararlanarak, aldığı kararları hızla uygulayan ve bu işleri yürütecek yetkin görevliler bulan içten bir çaba içerisinde olmuştur.  

Saffet Arıkan hep Atatürk’ün yanında, yakınında oldu. O’nun bilinç dünyasını anlayan bir avuç gerçek arkadaşının içindeydi. ( Atatürk’ün hemen arkasında, papyonlu olan)

 

27 Kasım 1947’de ölümünün ardından İsmail Hakkı Tonguç ardından şöyle yazar:  

“Hayatta tanıdığım, meziyetlerine meftun olduğum insanlardan iki tanesi bazı bakımlardan birbirine çok benzerdi. Rahmetli Saffet Arıkan ve Nafi Atuf Kansu. Bizim neslimize ağabeylik eden, sır kutusu gibi kapalı duran bu iki büyük insanın ikisi de gördüklerini, bildiklerini hele memleket işleri ile ilgili düşüncelerini kolay kolay söylemezlerdi. Böyle olduğu halde onların çevreleri insana merhametli bir ananın sıcak kucağı gibi tesir ederdi. İnsan bu çevreye girince kendisini tatlı bir dostluk havasının huzuru içinde bulur, önceden tasarlayamadığı derecede faydalanır, rahat rahat her şeyi konuşabilirdi.

Arıkan’ın öldüğünü haber aldığım sırada Nafi Atuf Kansu bir iş için telefon etmişti. Konuşmamızın sonuna doğru ‘Saffet bey’i kaybettik’ dedim. O, ‘hangi Saffet’ dedi ve cevabı beklemeden telefonu kapattı. Aradan on dakika geçmemişti, odama geldi. Bir müddet sessizce oturduktan sonra; ‘ben onu geçen pazar günü evinde görmüştüm. Ayrılacağım sırada birbirimize sarıldık. Bana, ‘Nafi! biz kötü insanlar değiliz, bu memlekete bizim gibiler de lazım’ dedi. ‘Allah Allah… Saffet öldü demek…

Otuz yıldan beri en büyük dost olarak tanıdığım Nafi Atuf Kansu’yu ilk defa yutkunmadan, içinden geldiği gibi konuşarak sır kutusu olmaktan çıkarken görüyor, dikkatle dinliyordum. Başka bir şey söylemeden yanımdan ayrıldı.

Onların ikisini de ölüm döşeğinde gördüğüm halde yokluk alemine ebediyen göçtüklerine bir türlü inanamıyorum. Memleketi ilgilendiren hangi önemli mesele, eğitime temel teşkil eden hangi sağlam fikir hatırıma gelse hayatta imişler gibi onlar gözümün önünde canlanıyor, ikisi ile de konuşur gibi oluyorum. Her gün onlarla karşı karşıya gelecekmişim gibi duygulanıyorum.

 

Meşrutiyet ve cumhuriyet devrinin büyük olayları içinde çalkana çalkana yoğrulmuş olan, fakat bunlara dair bir şey söylemeden, yazmadan, göçüp giden bu iki mütefekkir insana neden bu kadar candan bağlandığımı düşündükçe, arkada bıraktığımız yılları manalandıran önemli işler gözlerimin önüne seriliyor. Millî Mücadele yıllarının sıkıntılı günlerinden son Cumhuriyet Bayramı’na kadar süren zamanı dolduran iyi ve güzel hamlelerin hepsinde onların emeklerini ve paylarını hatırlıyorum, ikisi de karşımda heykelleşiyor.

Çevrelerinde iyimserlik, güvenlik havası yaratmanın sırrına ermiş kimselerin yanında bulunmak, onların dostluklarını kazanmak, insana yalnız rahatlık ve huzur telkin etmez. Cesareti, hamle kuvvetini arttırır, insanda iş yapma aşkını uyandırır. Kansu ile Arıkan bu bakımdan bilhassa güvendiklerini harekete geçirmesini, her türlü şartlar içinde iş adamını korumasını ve desteklemesini bilen ülkücü insanlardı. Böyle insanlar devlet adamında bulunması lazım gelen sıfatları taşırlar.”

Cumhuriyet gazetesinin 27 Kasım 1964 tarihli 14485. sayısının ikinci sayfasında merhum Saffet Arıkan’ın kardeşi Baha Arıkan’ın bir köşe yazısına denk geldim. Baha Arıkan bu acı günü tüm gerçekliğiyle ve içten biçimde şöyle anlatıyor ve satır aralarında cumhuriyetin gün geçtikçe neden bugünkü durumlara geldiğinin ipuçlarını veriyor:

Saffet Arıkan 27 Kasım 1947’de hayata gözlerini kapamıştı. Elli dokuz yaşında idi. Bugün ölümünün on yedinci yıldönümüdür. Bu ölüm bizim için, hâlâ ilk gün­kü acılığının tazeliğini muhafaza eden bir hicran yarasıdır. Bu yazının yazarı, hayatta çok sevdiği ağabeyisi için bu satırları yazarken yağmurlu, soğuk bir ekim gününün ıslak akşamında, kardeşini ebedî istirahatgâhına gitmek üze­re Ankara garında, trene bindirir­ken döktüğü elem yaşlarını, bu­gün dahi duymakta, içine akıtma­ya çalışmaktadır.

Bu yazının saiki şudur: Ölümünden bugüne kadar ölümü hakkın­da, türlü türlü dedikodular çık­mış, ‘İntihar etti’, ‘zehirlenerek öldürüldü’ gibi birbirini tutma­yan, hakikatten tamamiyle uzak olan sözler tâ biz yakınlarının kulaklarına kadar gelmiş, aradan on yedi sene geçtiği halde bu bühtanlar, bitip tükenmeden devam edegelmekte bulunmuştur.

Saffet Arıkan, hayata askerlikle başlamış, ikinci Büyük Millet Meclisine Kocaeli milletvekili sıfatıyla girinceye kadar, asker olarak yaşamıştır. Sivil hayata geçtikten sonra da benliği asker kalmış, ruhunu asker olarak teslim etmiş­tir.

Saffet Arıkan’ın sivil hayatı, parti genel sekreterliği, grup başkanlığı, Millî Eğitim, Milli Savunma Bakanlıkları, Büyükelçilik gibi ö­nemli görevlerle geçmiştir. Ölü­mü hakkında çıkarılan şayiaların mahiyetleri bugün açıklanmadığı takdirde, yarın, birçok örneklerini gördüğümüz gibi, muhayyelesi geniş, mesuliyet hissinden uzak, ancak çıkarlarını düşünen kimse­lerce bu şayialar romanlaştırılacak, yalan, iftira, tezvir de katıl­mak suretiyle, trajedik hayal sahneleri icad olunacaktır.

Biz, Saf­fet Arıkan’ın, tarihi bir şahsiyet olduğu vehmine kapılmıyoruz. Ancak bu hayal ve yalan masalları romanlaştırılırken Saffet Arıkan’ın şahsı ile iktîfa olunmayacak, ölümü dolayısıyle uydurulan şa­yialar, bir âlet gibi kullanılarak, gerçekten tarihî şahsiyetlere de sıçratılmak suretiyle, tarihe iha­net edilecektir. İşte biz, bundan korkuyoruz.

Saffet Arıkan ölünceye kadar, üç kişiye, ruhunun bütün bağlanabilmek kabiliyetiyle bağlı kalmıştır: Atatürk, İnönü, Anası. Atatürk’ün ölümüyle, en aziz var­lıklarından birini kaybetmiş, bir anası, bir de İnönü’sü kalmıştır. Ölünceye kadar, ‘Bir anam -İnö­nü’yü kastederek– bir de ağabe­yim var’ sözünü âdeta dil pelesengi etmiştir. Bu sözler, bugün sağ kalan eski arkadaşlarının hâtıra­sında, öyle sanıyoruz ki, hâlâ ya­şamaktadır.

Arıkan, Atatürk’ün ölümünden sonra, teselliyi alkolde aramıştır. C.Halk Partisi içerisindeki kay­naşmalar parti için dışarda dola­şan dedikodular, esasen çok has­sas olan ruhunu âdeta tahriş edi­yor, bütün bu ıstırablarını alkolle uyutmaya çalışıyordu. Bilhassa Atatürk inkılâplarına karşı yöneltilmek istenilen tariz ve tavizler, içinde âdeta bir yara gibi kaynı­yor, kendisini, gözyaşlarını tutamayacak kadar hassasiyete sevk ediyordu. Bu inkılâpların en küçüğünün dahi taviz olarak verilmesinden ise, partinin tek bir milletvekili çıkaramayacak derecede seçi­mi kaybetmesini tercih eylediğini, ölünceye kadar tekrar etmiştir. Saffet Arıkan için, bu ıstırabın ne yıkıcı, ne öldürücü bir faktör ol­duğunu, o zamanı yaşamış bütün yakın arkadaşları görmüş, tezahürlerinin şahidi olmuşlardır.

Fikirlerinin doğruluğu veya yanlışlığı hakkındaki münakaşa, bu yazının konusu dışındadır. Biz bu satırlara, fikir olarak kendisinden duymuş olduklarımızı katık­sız olarak geçirmekle yetineceğiz. Demokratik hayata girmek, Arıkan için, ikinci plânda gelen bir dâva idi. İlk yapılacak işin, Türkiye’de okuyup yazma bilme­yen kimsenin kalmamasını temin olduğuna inanmakta idi. Ona göre, bir kere okuyup yazma bilmeyen kimse kalmadı mı, Türkiye’nin kendine mahsus demokrasisi, kendiliğinden vücut bulacaktı. Bunun için de Atatürk’ün partisi, Atatürk ilkelerinin yegâne kayna­ğı olarak kalmalı ve bütün gü­cüyle köye, köylüye yönelmeli idi. Esasen köy kalkınmaya başlayınca, Türk milleti, kendi demokrasisinin yolunu bulmuş, çok par­tili hayata, sunî vâsıtalarla değil, tabiî yollarla girmiş olacaktı. Saffet Arıkan, çok partili hayata der hal girilmekle, partilerin oy toplamak sevdasına düşecekleri ve bu­nun için de ister istemez, Atatürk ilkelerinden taviz verecekleri korkusu içindeydi. Kültür dâvasını, demokrasi dâvasının üstünde tut­masının sebebini bu korkuda ara­mak lâzımdır. Onun içindir ki, Maarif Vekilliği zamanında, köy ens­titülerinin nüvesini teşkil eden eğitmen teşkilâtına önem vermiş, bilâhare bu eğitmen kurslarının tekâmülü ile köy enstitülerine gidilmesi fikrini savunmuştur. Bu hususları bütün teferruatı ile, bu­gün hayatta bulunan Cevat Dursunoğlu, Rüştü Uzel gibi, Maarif Vekâletindeki en yakın mesai ar­kadaşları bileceklerdir.

1946’da Demokrat Parti’nin teşekkülü ve bilhassa bu partinin ku­rulur kurulmaz, iktidar hırsıyla Atatürk İnkılapları’ndan tavizler vermeye başlaması, Arıkan’ın ru­hunda tasavvuru kabil olmayan reaksiyonlar yaratmış, bu ıstırabını alkolle uyuşturmaya çalışmış­tır.

Saffet Arıkan’ın ölümü hakkındaki hâlâ devam edegelmekte olan şayiaların en kö­tüsü, İsmet İnönü ile dargın olması dolayısıyle duyduğu teessür ne­ticesi, uyku hapları alarak intihar etmiş olduğu keyfiyetidir. Demokrasi hakkındaki özetlediğimiz fikirleri dolayısıyle, İnönü ile fikir ihtilâfı olması muhtemeldir. Muhtemeldir diyoruz, çünkü, merhum, politika hayatında olduğu kadar, hususi hayatında da ser verip sır vermeyecek kadar ağzı sıkı bir in­sandı. Onun için bu hususta, imâ yoluyla dahi bize bir şey açma­mıştır. Ancak, bırakınız dargın olmayı son nefesine kadar, İnönü’ye olan bağlılığından, saygı ve sevgisinden zerresini dahi feda etme­miştir.

Ölümü şöyle olmuştur:

Yine üz­gün, nevmit olduğu günlerden bi­risi, 26 Kasım 1947 akşamı idi. Ka­rımla beraber ziyaretine gitmiş, kendisini rahatsız bulmuştuk. Mi­desinden, uyuyamamaktan şikâyet ediyordu. Yanımızda yarım komprime uyku ilâcı aldı, fakat almasıyla çıkarması bir oldu. Hiç evlen­memiş, bekâr yaşamıştı. Yanında çalışan adam, o gece izinli olduğu için, benim gece yanında kalmak­lığımı istiyordu. Ben kaldım, refikam evimize döndü. Gecenin saat birine kadar, türlü konulardan söz açarak konuştuk, sonra yattık. Lüzumu halinde bana seslenebilme­si için, oda kapılarımızı açık bırakmıştık. Yatarken, sabahleyin kendisini uyandırmamaklığımı tembih etmişti. Sabahleyin, altıya beş kala kalktığım zaman, yorganı açılmış, rahatça teneffüs ederek uyu­yordu. Yavaşça yorganını örterek giyinmek için odama girdim. On dakika sonra, yâni altıyı beş geçe evi terk edeceğim sırada, üzerinin tekrar açılmış olduğunu ve kendisinin de yarım şekilde sırtüstü dönmüş olduğunu görerek, tekrar yorganı örtmek üzere yanına yak­laştığım zaman, nefes almıyordu. Derhal doktoru telefonla çağıra­rak, üst katta ikamet eden Vehbi Koç’a haber vermeye koştum. Saffet Arıkan, benim giyinme zama­nım olan on dakika arasında, kalbinin anî olarak durması neticesi ölmüştü.

Saffet Arıkan, intihar etmemiş­tir. Aldığı uyku ilâcı yarım komp­rime olup, onu da refikamla benim yanımda derhal çıkarmıştır. Esasen intiharı, en umutsuz zamanla­rında dahi aklından geçirmemiştir. O kadar geçirmemiştir ki, ölümünden yedi sekiz ay evvel, yine alkollü bir gününde, annemiz kendisine serzenişte bulunmuş, ‘Saffet intihar mı ediyorsun’ şeklinde târiz etmişti. Cevap şu idi: ‘Hayır anne, ben askerim, intihar eder­sem tabanca ile intihar ederim.’ işte Saffet Arıkan’ın ölümü bu şekilde olmuştur. Bunun dışında­ki bütün şayialar, hususi maksat­lara bağlanmak istenen yalanlar­dan ibarettir.”

Saffet Arıkan, Kültür (Milli Eğitim) Bakanı olarak, Atatürk’ün önerileri doğrultusunda, değer verdiği eğitimci uzmanların katkılarıyla görev yapmış, özellikle ilkokul öğretmenlerinden üstün başarılı olanlarına ortaokullarda görev alma yolunu açmış, öğretmen gereksiniminin karşılanması için önemli önlemler almış, köy ilkokul öğretmeni gereksinimi üzerine eğitmenlik ve gezici başöğretmenlik sistemini uygulamaya koymuş, teknik öğretime gereken önemi vermiş, ders programlarının günün koşullarına uygun hale getirilebilmesi çalışmalarını başlatmış, köy enstitülerinin temelini atmış, Türk eğitim sisteminin gelişmesine büyük katkıda bulunmuş, cumhuriyete ve ülkesine sıkı sıkıya bağlı bir devlet adamıdır. Aynı zamanda “Atatürk” adını da ilk kullanan kişidir: 

“Maarif vekili olmadan evvel, 1934 senesi dil kongresinde, Dil Tetkik Cemiyeti Başkanlığı’na getirildim. Kongreden bir müddet sonra, 26 Eylül tarihi, Dil Bayramı idi. Bunun için bir nutuk hazırlamam lâzım geliyordu. Bu nutuk, ‘Ulu önderimiz Atatürk Mustafa Kemal…’ diye başlıyordu. (…) Atatürk o tarihe kadar, soyadı kanunu çıktığı halde (…) henüz soyadı almamıştı. Nutku kendisine gösterdim. Atatürk kelimesini görür görmez üzerinde durdu. Birçok kereler bu kelimeyi tekrar etti. (Çok güzel bir buluş, yalnız fazla iddialı) dedi. Ancak müsveddede tashihler yaptığı halde, Atatürk’e dokunmadı. Müsveddenin sonlarında, bir de Türk atası diye bir terkip kullanmıştım. Bunu daha fazla iddialı bularak, Atatürk tarzında tashih etmemi emretti. Başka bir şey söylemedi. Ben nutkumu verdikten epey sonra, Gazi Mustafa Kemal, Atatürk’ü soyadı olarak aldı.”

Gazi Atatürk de Çankaya’da bir yemekte konuklarca bunun çok güzel bir buluş olduğundan söz edilirken, Saffet Arıkan’ı göstererek: “Beyefendinin armağanlarıdır” demiştir.

Bugün, Saffet Arıkan gibi değerli, kahraman, içten bir yurtsever devlet adamıyla ilgili memleketi Erzincan’da da yurdun hiçbir yerinde de bir okul, sokak, cadde adı bile bulunmamaktadır. Hele de hakkında bir kitaba bile denk gelmemek de aynı derece üzücüdür.

27 Kasım 1947 tarihinde yitirdiğimiz büyük devlet adamı Saffet Arıkan’ın adını ve varlığını bir gün bu topraklarda yaşatmamız dileğiyle, onu ölüm yıl dönümünde sonsuz rahmet ve saygıyla anıyorum.

 

 

paylaşmanız için