Küçük İnsan Hikayeleri

Sohbet öylece başladı. Tarsus’un nerelerini gördüm, görmedim, keşke şurasını da burasını da görseymişim hatta bir şelalesi varmış orayı görmemişsem geldim sayılmazmışa varana kadar fokurdayan bir sohbet kazanı. Derken muhabbete benim yanımda oturan beyefendi de katılıyor. Sanırım o da biliyor kız tavlama tekniklerini

 

 

EMİNE SUPÇİN

Hikayedeki insanlar mı küçük yoksa hikayelerin kendileri mi? Ya da küçük gibi görünen sadece içinden geçilen zaman mı? Öte yandan derinlemesine baktığında gerçekten “küçük” mü? Buna siz karar vereceksiniz.

Gotik hikayeler ilgimi çekiyor. Hani olayın tam ortasından giriyor ve sonuca bağlamadan bitiveriyor ya, tuhaf bir kekremsilikle karışık mayhoş bir tat bırakıp geçiyor zihnin damağında.

İşte o hesaptı benim yolculuk. Tarsus’tan Mersin’e giden dolmuşa, kaçırma korkusuyla nefes nefese bindim. Hatta bindim değil, resmen zıpladım. Meğerse orası ara durakmış en az 10 dakika müşteri bekleme noktasındaymışız. İnip bir su satın alacak ve şehrin girişine denk gelen yerdeki Kleopatra Kapısının fotoğrafını çekecek zamanım bile oldu.

Dolmuşta önde oturan ve her haliyle, bu civarların en afili kadını benim, tavrıyla benim fotoğraf çekimimi izleyen güneş gözlüklü kadına, “Ne yelloz kadınmış şu Kleopatra da canım? Her yere gitmiş, her yere bir anıt diktirtmiş,” diyerek zarf attım. Kız tavlama teknikleri benden sorulur.

Kleopatra Kapısı

 

“Eh kadın dediğin öyle olacak,” dedi bizimki. “Gezmek bizim ruhumuzda var,” diye de eklemeyi ihmal etmedi. “Hımmm” dedim. “Seni Kleopatra ruhlu seniii,” Gülüşündeki o şen kadınsılığı görmeliydiniz.

Sohbet öylece başladı. Tarsus’un nerelerini gördüm, görmedim, keşke şurasını da burasını da görseymişim hatta bir şelalesi varmış orayı görmemişsem geldim sayılmazmışa varana kadar fokurdayan bir sohbet kazanı. Derken muhabbete benim yanımda oturan beyefendi de katılıyor. Sanırım o da biliyor kız tavlama tekniklerini. Çünkü önümüzdeki sevimli, flörtöz kadına zarflar havada uçuşuyor. Bu işin şakası elbette ama ortamda pek hoş bir hava olduğu su götürmez.

Dolmuşumuz yola koyuluyor, biraz yol seyri başlıyor kısa bir sohbet kesintisi oluyor. Sanki sohbet kazanının altındaki ateş hafiflemiş, odunlar köze dönüşmüş ve har eksilmiş gibi.

Ardından yanımdaki beyefendi kendinden söz etmeye başlıyor. Şoför olduğunu, İstanbul’da oturduğunu aslen Diyarbakırlı olduğundan dem vuruyor. Biri yanımda güneydoğu desin ben atlamaya hazır asker. “Ben Urfa’da dört yıl görev yaptım. Bayılırım Urfa’ya, Diyarbakır’a,” deyiveriyorum. Hemşehri çıkıyoruz sizin anlayacağınız. Ve iki hemşehrinin kendi memleketlerine dair sorunlarından dertleşir buluyoruz kendimizi. Çünkü ikimiz de memleketimizi seviyoruz. Toprağımızın hem altındaki hem de üstündeki bereketi biliyoruz. Yazık oluyor dağa çıkan çocuklarımıza.

“Sormayın” diyor. “Gencecik eli ekmek tutacak yaştaki çocuklar dağlarda bir uğursuz kafanın arkasında yok oluyorlar.” Katılmamak ne mümkün… Ciğeri yanık bir ifade çıkıveriyor ağzımdan. “Yoruldum şu Türk Kürt hikayesinden.” Hatta devamında  “Zamanında ne yanlış yapılmışsa yapılmış. İnsanlarımıza özellikle gencecik olanlara binlerce kere yazık olmuş. Artık bu davayı bırakıp önümüze bakmamız gerekmiyor mu?” demeyi planlarken asıl ciğeri yanık kendisi olduğunu gösterircesine durduruyor beni.

“Bah!” diyor. “Hani Türk Kürt davası yapanlar var ya, onlar ne Türk ne de Kürt. Onlar İrmeni! Sen sanimisan ki Öcalan Kürt’tür. Kürt olaydı yakar mıydı onca Kürt köyünü?”

Ağzımın içinde yuvarlanan sözcükleri yuttum. Çünkü benimkiler onun cam ve can kırığı sözcüklerinden çok daha yumuşaktı.

Önde oturan şen kadın bize döndü. Konuşası var besbelli. “Ashab-ı Kehf’i ziyaret ettiniz mi?”

“Hayır, Nedir kerameti?”

“Yedi uyurlar mağarası. Keşke görseydiniz orayı da.”

“Evet ya, tüh!” diyorum. Çünkü bir gün önce kafamda yaptığım listede vardı aslında. Ama ben Danyal’ın makamında ve o eski Kırkkaşık Bedesteni’nde çok fazla eğleşmiş; bin yıl öncesinin hatta binlerce yıl evvelinin, taşlardan, duvarlardan yansıyan  hikayelerine dalıp gitmiştim. Çok oyalanmıştım oralarda. Bir de Aziz Paul Kuyusunda elbette. Kuyu değil de, Aziz’in evi bahçesinden çıkarılmış sütunlardan birine bağlanmıştım. Kaç bin yıllık mermerdir bilemem ama akrabaydık. Sarmaştık, dolaştık, ağlaştık…

Esef edişime de kıyamıyor sevimli kadın. “Demeyin öyle, henüz çağrılmamışsınızdır.”

“Nasıl?” Anlamıyorum çağrılmayı.

“Bazı yerler davet gönderir. Davetiyeniz yoksa gidemez, göremezsiniz. Demek ki Ashab-ı Kehf, sizin için erken.”

Daha beter üzülsem mi yoksa boş verip geçsem mi ikilemi yaşıyorum ama kadını konuşturmaya devam etmem gerek. Hoşuma gidiyor dönüp dönüp bizimle ilgilenmesi. “Öyle mi demek? Anlatsana biraz daha diyorum.”

Saint Paul kuyusu

Dedim size, gotik hikayeler ilgimi çekiyor. Sonrası yazılı değil artık. Benim zihin saraylarımda kilitli. Yolda kaza mı yaptık, birbirimizi mi kaybettik, yaralanan oldu mu, karakola mı düştük, ne oldu? Bilmiyoruz.

Bakmayın yazının başlığına. Ne hikaye küçük, ne de insanlar. Her an kendi içinde kocaman anlar zincirinden müteşekkil.

 

paylaşmanız için

 

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*