Herkesin yarası kendi içine ilikli, “bir gonağ gelesiz bize laleler”

Yıl 1918. Mevsim bahar. Yeşil çimenler üstünde talim yapan askerlerimizin başlıklarında bulunan kırımızı hilal motifi lale gibi görünür. Azerbaycanlı şair Aslan Aslanov ağlayan toprakların bir lale ovasına döndüğünü görür. Bu manzara onu öyle bir etkiler ki laleler şiirini yazar.

 

FATMA ARAS

Yazın evvelinde Gence çölünde
Çıhıblar yene de dize laleler
Yağışdan ıslanan yaprağlarını
Seripler dereye düze laleler[1]

Ayaza sırtımı verip bazen zamanı sorguluyorum. Savaş, barış, kavgalar, küskünlükler ve tamahkar insanlar, devletler; işte zaman gözlerimde akıyor. Türkü tutkunu biriyim. Türküler bireyin ve toplumun, kısacası medeniyetlerin acılarını, sevinçlerini bazen bir gök mavisinde bazen bir karanlıkta gezdirerek anlatır. Bundan ötürü ben de bazen bir kuşun uçuşu gibi göklere sevinç yayarım. Bazen, savaşın insanlar kadar doğaya da verdiği acıların ortasında yürürüm. Yeşilin sarıya dönerken attığı çığlıkları duyar gibi olurum.

NİCE CANLAR YİTTİ GİTTİ

Çocukluğumda, Azerbaycanlı Aslan Aslanov tarafından yazılıp, Talman Hacıyev tarafından bestelenen bu türküyü dinlediğimde, Iğdır ovasında açan “laleler” diye düşünürdüm.

“Yağışdan ıslanan yaprağlarını/Seripler dereye düze laleler”

Bir söz var, “İnsan bir yere gitmediyse dünyayı kendi bulunduğu yer kadar sanır” diye. O zamanlar Iğdır-Aralık arası benin dünyamdı. Çiçek, deyince orada açan çiçekleri, dağ deyince Ağrı Dağı’nı, savaş denildiğinde çocuklar arasındaki kavgayı bilirdim. Ovada açan binlerce çiçek vardı. O kadar çiçeğin içinde laleler nasıl türkülere girdi diye düşündüğüm de olmuştu.

Büyüdükçe, türkülerin sözlerini kurcaladıkça her türkünün bir yaralı öyküsü olduğunu da öğreniyordum. Artık hangi türküyü dinlesem, bir yara başka bir yaranın yerine geçiyordu. kimi zaman karanlık bir sokakta yürür gibi dinlediğim türküler de olmuştu. Bundan ötürü çocukluğumda kalan türkülerin de öyküsünü araştırmaya başladım.

Türküler bazen dalgınlığı sever. Öyle bir anda “laleler” türküsü aklıma geldi. Yöremizde, düğünlerde bu havayla coşkun bir halde oynayanları çok görmüştüm. Bu türkünün öyküsünü dinlediğimde, her bir sözcüğün anlamı içimde diken olmuştu. O çocukken bildiğim Iğdır ovasını süsleyen “lale” bu türküde sadece bir simgeydi.

Bir savaş, işgal edilmiş bir ülke düşünün. Ölüm, korku ve kaçışlar, bir yok oluşun kaygısı kolay değil, kentler boşalır. İran- Irak savaşı dün gibi… Hemen yanı başımızdaki Suriye iç savaşında binlerce insan yerinden yuvasından edildi. Kaçanların çoğu denizlerde boğuldu. Umutlarını kış baştı. Aklımızdan çıkamayan Aylan Bebek gibi nice canlar gitti. Gitmeye de devam ediyor. Türkiye onlara uzatılan bir el görevini üstlenmiş gibi… Azerbaycan da geçmişte ve yakın tarihte o acıları yaşadı… Nişanlı kızlar, dal gibi delikanlılar ağıtlara konu oldular. Eski bir kinin küf kokulu sesleri sınırları aştı tarih boyunca…

LALE GİBİ GÖRÜNEN HİLAL MOTİFİ

1917 Ekim Devrimi’nden sonra Osmanlı Ordusunun Erivan’ı boşaltıp Iğdır ovasına çekilmesiyle, yeni bir savaş görünür olmuştu. Aynı topraklarda bir zaman kardeş gibi yaşayan insanların ayrılık acısı bugün de ürpertiyor. İşte söz aktı gitti ama aklımda insanların çığlığı…

1918 yılında Ermeniler Bolşeviklerin yardımıyla Azerbaycan’ı işgal ediyor. Çarlık döneminde Azerbaycanlı gençler askere alınmıyordu. Eğitimi olmayan gençlerin silahı da yok; onlara sadece tarım işleri verilmiş.

Bu katliam sürerken, Azerbaycan Cumhuriyeti’nin Devlet Başkanı Mehmet Emin Resûlzade, Osmanlı devletinden yardım talep eder. Darda kalan birinin elinden tutan başka birinin varlığı dağa yaslanma duygusu verir insana. Enver Paşa’nın kardeşi Nuri Paşa, komutasındaki yirmi bin askerle Gence şehrine girer. Bu Azerbaycan için bir kurtuluştur. Gence ve Şamahı kurtarılır ama Osmanlı ordusu bin yüz otuz şehit verir.

Sırada işgal altındaki Bakü kentinin kurtarılması vardır. Asker güç toplamak amacıyla Gence şehrinin yakınındaki düzlüklerde talim eder. Mevsim bahar, yeşil çimenler üstünde talim yapan askerlerimizin başlıklarında bulunan kırmızı hilal motifi “lale” gibi görünür. Azerbaycanlı şair Aslan Aslanov ağlayan topraklarda üşüyen çiçeklerin bir lale ovasına döndüğünü görür. Bu manzara onu öyle bir etkiler ki bu şiiri yazar;

Yazın evvelinde Gence çölünde
Çıhıblar yene de dize laleler
Yağışdan ıslanan yaprağlarını
Seripler dereye düze laleler

Heyalımdan neler gelib ne geçer
Yaz geler ellere durnalar göçer
Bulağlar semaver ağ daşlar şeker
Benzeyir çemende köze laleler

HERKESİN YARASI KENDİ İÇİNE İLİKLİ

Ordu Şamahı üzerinden Bakü’ye hareket eder. Hava gergin, yollar sağır, kurşunlanmış kentlerden geçilir ve bir Kurban Bayramı sabahı Bakü’ye Osmanlı ordusu girer. Kentte bayram havası dolanır. Herkesin yarası kendi içine ilikli. Bulanık günleri geride bırakarak yeni bir sabaha uyanır Azerbaycan.

Nuri Paşa’nın komuta ettiği Osmanlı ordusu, Kafkas Harekatı sırasında toplanırken.

Yıllar sonra bu türkü Azerbaycan Televizyonunda seslendirilirken ”kapılarımızı dövdüler ağaç kakan gibi…” dendi. Kırılan kapılar, vurulan hayaller bu türkülerle diri tutuldu, tutuluyor da…

Bugün bu türküyü iki kardeşin birbirine duyduğu hasretliği içimde duyumsayarak dinliyorum.

Meylim üzündeki gara haldadır
Hicranın elacı ilk vüsaldadır
Ne vahdır aşığın gözü yoldadır
Bir gonağ gelesiz bize laleler


[1] Eskimiyen’in notu: Şiirde sözü edilen” lale” bizim “gelincik” diye bildiğimiz çiçektir. Azericede, Türkçedeki gelinciğe lale denmektedir. Bizim “lale” dediğimiz çiçeğe ise Azeriler “tulpan” demektedirler.

PAYLAŞMAK İÇİN