Fatma Abla… Elli yıl fabrikaya ayak uydurdu

Birçok sağlık sorununa rağmen hala yaşam sevinci dolu yüreği. Sık sık anavatana gidiyor, doğduğu, bildiği, özlem duyduğu havayı koklamaktan zevk alıyor. Danimarka’da`da geçirdiği zaman içerisinde her gün jimnastik salonuna gidiyor, yürüyor, geziyor. Yüzmeyi öğrendi, haftada bir havuza gidiyor dostlarıyla. Danimarka`yi keşfetmeye başladı elli yıl aradan sonra. Çalışmaktan vakit bulamamıştı gezmeye görmeye.

 

HATİCE BEKTAŞ

Ben Fatma Abla’yı Danimarka’ya geldiğimde tanıdım. Genç, müthiş güzel bir kadın o zamanlar. Gerçi hala güzelliğini okuyabiliyorsunuz yüzünde, ilerleyen yaşına rağmen, ama o zamanlar daha bir güzeldi. Üç çocuk annesi. Bir kızı iki oğlu var. En küçük oğlu henüz ilkokula başlamamıştı tanıştığımızda. Belki de daha çok genç olduğum için o zamanlar, bana yaşlıymış gibi gelirdi. Ya da duruşunun ihtişamı o kadar büyüleyiciydi ki sanki tanrıçalar gibi yüzyıllardır yaşıyormuş hissi uyandırırdı insanda. Hani Anadolu da “hanım ağa” derler ya, sözünün üstüne söz söylenmez, öyle işte. Girdiği yere ağırlığıyla girer, her ortamı rahatlıkla doldururdu.

Fatma Abla, Fredericia’da bir balık fabrikasında çalışıyordu biz tanıştığımızda.

EVİ DERGAH GİBİYDİ 

Fatma Abla Danimarka’ya ilk gelen nesil, o zamanlar uçak büyük bir lüks, trenle Almanya’ya, oradan da Danimarka’ya gelmişler eşi İbrahim Abi’yle. Çiçeği burnunda bir gelin. Çorumun bir köyünden kalkmış ve Danimarka gibi bir medeniyetin ortasına düşmüş, tabiri caizse. Sudan çıkmış balık misali. Ne dillerini bilir, ne adetlerini. Mevsimleri bile farklıdır anavatandan. Ne yerler, nasıl yaşarlar, ne anlatırlar komşu ziyaretlerinde birbirlerine bilmezler. Hoş hala bunların büyük kısmını bilmeyiz ama, o zamanlar daha bir yabancıydı her şey.

O zamanlar iş sıkıntısı yok Avrupa’da. 70’li yıllar, isteyen herkes fabrikalarda işe girebiliyor. Girmiş bir fabrikaya eşiyle omuz omuza çalışmaya başlamış. Fredericia’da bir balık fabrikasında çalışıyordu biz tanıştığımızda. Vardiya usulü çalışırlardı, bir gececi, bir gündüzcü. Hayata ayak uydurmaktan çok, fabrikaya ayak uydururlardı.

Fatma Abla’nın üç katlı büyük bir evi vardı. Alt ve üst katta kiracilar, orta katta kendileri otururdu. Evi dergah gibiydi. Sokağa çıkan herkesin ayağı onları Fatma Abla’nın evine götürürdü. Belki de güler yüzlü, samimi, doğal ve içten misafirperverliği, açık sözlü ve dobra bir insan olduğu içindir, çat kapı girerdi herkes. Kocaman sofralar kurulur, çaydanlıklar  çifte  demlenirdi. Şimdi sorsam Fatma Abla’ya belki de evlerinde sadece beş kişilik bir sofra hiç kurulmamıştır o zamanlar.  

DAMAĞIMIZDA SAKLADIĞIMIZ KAVUN TADI

Hafta sonları ayrı bir curcuna. Sadece Fredericia’da oturanlar değil, çevre şehirlerden herkes orada toplanırdı. Önce bir Kemal Sunal filmi seyredilir. Kiralanmıştır, acilen seyredilip tekrar teslim edilecektir. Arkasından oyun havaları kasedi konur teybe. Yavaş yavaş herkes oynamaya başlardı. Öyle coşulurdu ki, halayın  nerede başlayıp nerede  bittiğini anlayamazdık. Kocaman bir kamerası vardı Ibrahim Abi’nin, oyunlar oynanırken kameraya çekilirdi. Daha sonra hafta arası oturup kendimizi seyrederdik. Hayatımın en eğlenceli günleridir o günler. 

Sigaralar salonda içilirdi, çocuklar bir kenara kıvrılır uyurlardı. O kadar gürültünün içinde nasıl uyur çocuklar diye düşünmezdik o zamanlar. Her uyuyan çocuğun üstüne bir battaniye, ya eve giderken götürürdük ya da kalırlardı uyudukları yerde. Ertesi gün gider alırdık. Belki bu yüzdendir o zamanın çocuklarının dostlukları ölümsüz, çıkarsız ve saf dostluklar.

Bahçesi köy gibiydi. Yufka yapılırdı, sabahtan akşama kadar bahçede. Hemen arkasından  “yanıç ”, öyle derlermiş Fatma Abla’nın köyünde, biz “ içli bazlama” deriz. Fatma Abla’nın bahçede elleriyle yetiştirdiği  ıspanak ve taze soğanla yapılırdı yanıçlar. O zamanlar bizim alıştığımız sebzeleri bulamazdık Danimarka`da. Patlıcan , biber, kavun, karpuz Danimarka’yı tanımıyor henüz, Danimarka’da onları. Ya kurusunu getirirdik yaz tatilinden dönerken, ya da hadi ilk döndüğümüzde yiyelim diye tazesini arabanın bagajında. Gerçi getirilecek o kadar çok şey var ki, kuru fasulyeden bulgura kadar tıklım tıklım doldururduk bagajlarımızı.  Arabanın içinde getirirdik sınırdan çıkmadan uğradığımız yol kenarındaki Trakyalı bir köylüden aldığımız kavun ve karpuzu. Biz o kavunun tadını  damağımızda en az bir yıl saklardık.

ÖZLEMLERİMİZİN ADI VATAN

O zamanlar özlemlerimizin bir tek adresi vardı, anavatan. Sevdiklerimiz burnumuzda tüterdi hep. Rüyalarımızı süsleyen yakınlarımız, doğup büyüdüğümüz köyler, sularında yıkandığımız pınarlar, tarlalardaki başaklar, yağmurun arkasından ruhumuza yayılan toprak kokusu, köy fırınlarında pişen taze ekmeğin buram buram tüten tadı, tozlu yollar ve hatta koyunların keçilerin çıngırakları. Aklımızda kalan yoksulluklarımız, çaresizliklerimiz, yamalı mintanlarımız değildi. Biz özlemlerimizle birlikte çocukluğumuzun en güzel anılarını getirmiştik yanımızda. Derelerde çamaşır yıkarken söylediğimiz ezgiler kalmıştı aklımızın en derin köşelerinde. Kış mevsimlerinin dondurucu soğukları değil, yanan sobanın üstünde patlatılan kestanelerin eşliğinde yaptığımız doyulmaz sohbetlerdi hatıralarımızı süsleyen. Yazın kavuran sıcağını değil, asırlık çınarların altında içilen buz gibi yayık ayranlarını saklamıştık aklımızdaki görünmez resimlere. 

Telefon bir lükstü. Herkesin evinde telefon vardı belki ama, telefonla sevdiklerimizi aramak çok, ama çok pahalıydı. Alışverişin üstünden kalan bozuk paraları koyardık bir kenara, biriktirip telefon kulübesinden arayalım, herkesi ve her şeyi soralım diye. Ailesi köyde oturanlar önce muhtarı ararlar, ailelerini telefona çağırırlar, sonra tekrar arayıp konuşurlardı. Mektuplarda yazamadıklarımızı bir çırpıda anlatmak isterdik hep. Halimiz hep iyiydi, rahattık, hiç bir derdimiz yoktu. Tek derdimiz ana baba ve kardeş hasretiydi. Onlar rahatlarsa, iyilerse biz de mutlu ve sevinçliydik. Yaşadığımız sıkıntıları anlatıp da onların zaten zor olan yaşamlarına bir de biz dert katmak istemezdik. Onlar belki bizim yaşantımızı hayal edemezlerdi, gelip görmemişlerdi hepsi birbirine benzeyen evlerimizi, ikinci el koltuklarımızı. Ama biz onlarla konuşurken telefonda onları yanıbaşımızda, çardağın altında otururken görürdük. Telefona koşarkenki telaşlarını, heyecanlarını damarlarmızda hissederdik. Kalbimiz onların kalp atışlarıyla yarışırdı hep. 

HERKESE HEDiYE ALMAK GEREKiRDi

Yaz tatili gelince izine giderdik, her yıl değil, belki iki belki üç yılda bir kere. İzin yolculuğu uzun hazırlıklar isterdi. Önce izine gidebilmek için para biriktirmis olmalıydık. Eğer biriktirememişsek izin parasını, bankadan borç alırdık.

3-4 günlük araba yolculuğu için yiyecekler doldururduk bagajlarımıza. Yol kenarında durup bir yerlerden yiyecek almazdık. Hatta arabanın içinde yatardık.

Sonra herkese hediye almak gerekirdi. Çay, kahve, başörtüsü, gömlek. Yok, öyle mağazalardan değil, büyük süpermarketlerden alırdık hediyeleri. Mahçup olmak, elimiz boş gitmek istemezdik. Çam sakızı çoban armağanı herkesin gönlünü almak isterdik. Yeni bir pantolonun çocukların gözünde patlattığı yaldızlar, yeni bir entarinin ayna karşısında kendini prenses gibi hayal eden kızların bayram sevinci bize yeterdi. Biz etrafımızdakileri sevindirmenin bencilliğiyle mutlu olurken bütün dertlerimizi tasalarımızı o gülücüklerin ihtişamıyla unuturduk.

3-4 günlük araba yolculuğu için yiyecekler doldururduk bagajlarımıza. Yol kenarında durup bir yerlerden yiyecek almazdık. Hatta arabanın içinde yatardık. Otele ya da pansiyona verilecek para yoktu çünkü. Olsa da böyle lüksler bizim haddimiz değildi. Kıt kanaat geçiniyorduk zaten. Aldığımız maaşlar ev kirası, mutfak alışverişi derken eriyip gidiyordu. Hiçbir lüksümüz yoktu. Bırakın dışarıda yemek yemek, sinemaya tiyatroya gitmek, bunlar aklımızın ucundan bile geçmezdi. Danimarka’da gezilip görülecek yerler var mı haberimiz bile yoktu. En büyük zevkimiz bir alışveriş merkezinde ucuzluk var mı diye dolaşmak olurdu. Mağazalarda yeni gelen kıyafetler değildi ilgimizi çeken. Süpermarketlerde sona kalan, fiyatları yarıya indirilmiş etek ve ayakkabıları Türkiye’deki yakınlarımızın beden numaralarını hayal ederek satın alırdık.

YÜREĞİMİZ GİBİ YUVALARIMIZDA PARÇA PARÇAYDI

İzinlerimiz köyde, ailelerimizin yanında geçerdi. Kalabalık olurdu zaten evler. Bizi ziyarete gelenler, uzaktaki akrabalar, kardeşler. Her gün başka bir cümbüş. Tatil bizim için ayaklarımızı uzatıp yılın yorgunluğunu atacağımız günler değildi. Harman kaldırılır, bulgur kaynatılır, kışlık sebzeler kurutulur, peynir yapılır. Hediyelerden boşalan yerleri bunlarla doldururduk. Tekrar tıklım tıklım bagajlarla dönerdik yaban ellerine. Hoş bizim için yaban el hangisi onu bile karıştırırdık zaman zaman. Doyduğumuz yer mi doğduğumuz yer mi daha yaban. Bu soruyu sorsak bile cevabını verebilir miydik, emin değilim. Yüreğimiz gibi yuvalarımızda parça parçaydı. Hem Alamancıydık hem de Türkiyeli göçmen. Her iki vatanda da geride bıraktıklarımız vardı. Hangisine daha çok sahiplenirdik bilmiyorum. Sanırım hep uzakta olan daha kıymetliydi.

Tekrar görene kadar onları, yaşadığımız güzellikleri saklardık aklımızın bir köşesine.

Konu komşuya , özellikle izine gidememiş komşulara lokum getirirdik, leblebi hatta çekirdek getirirdik. Hoşgeldin demeye  geldiklerinde  ballandıra ballandıra anlatırdık tatilimizi. Özensinler diye değil, kendimizi daha kolay kandıralım diye. Aslında bizim için tatil değildi onun adı, izindi. Her iznimiz iyi geçerdi. Ne yaşadığımız hayal kırıklıkları, ne yorgunluklarımız ne de harcadığımız borç paralar sevdiklerimizle geçirdiğimiz zaman, giderdiğimiz hasretlerle yarışamazdı. Burnumuzun direğini kıran özlemler kısa bir anlığına da olsa susturulurdu. Tekrar görene kadar onları, yaşadığımız güzellikleri saklardık aklımızın bir köşesine. 

VATAN ÖZLEMİNİ DİNDIRMENIN BİR BAŞKA YOLU

Şimdi genç kuşak bizim yaptıklarımızı yapmıyor. Tatil için gidiyorlar ana vatana. Akdeniz, Ege kıyıları izinlerinin adresi. Onlar bizim özlediklerimizden farklı hatırlıyorlar memleketi. Onlar ne kır çiçeklerini ne de yaylanın mis gibi havasını biliyorlar. Tozlu köy meydanlarındaki patlak toplarla oynadıkları oyunlar, sabahları uykularını bölen horoz sesleri, durmadan kovaladıklari sinekler anılarında kalan bölük pörçük. Onlar bir turist lokantasında yedikleri iskender kebabını özlüyorlar. 2-3 yıl arayla yaz tatillerinde gördükleri akrabaları hayal meyal puslu resimlerde kaldı onlar için. Köye yaptırılan evler değil, deniz kenarında yazlıklar hayalleri. 

Bizler de hayata daha farklı bakıyoruz artık. Vatan özlemimiz dinmiş değil, hala bizim için ana vatanımız vazgeçilmez. Köyümüz, akrabalarımız hala çok kıymetli. Tatil deyince vatanımızdan daha başka memleketler gelmiyor aklımıza. Herkes emekli olup yılın büyük bir bölümünü vatanında geçirmek hayalleriyle yatıp kalkıyor. Ama akrabalarımız için değil kendimiz ve çocuklarımız için yaşamayı öğrendik. Gülümseyerek masal tadında anlatıyoruz hikayelerimizi torunlarımıza. En çok da kendimiz için anlatıyoruz. Vatan özlemini dindirmenin bir başka yolu da bu, kimbilir.

Gençliğimizi, sağlığımızı, hayallerimizi gömdük yaşadığımız ülkeye. Zor şartlarda çalıştık. Bize ekmek aş verse de yaşadığımız ülke, yabancı olarak yaşamanın, yaşadığımız topluma ait olmamanın sızısı hep yüreğimizde vardı.  Bazen dillerini anlamadık bazen yaşantılarını. Birlikte değil paralel olarak yaşadık toplumda. Ama karnımız tok, sırtımız pekti. Hatalarımızdan dersler çıkardık, olgunlaştık ve yaşlandık. Bize ekmek veren topluma da bağrından koptugumuz vatana da elimizden geldiğince borcumuzu ödedik. 

ADSIZ KAHRAMANLARDAN BİR TANESİ

Fatma Abla da ilk kuşak göçmen olarak çok emek verdi Danimarka`ya. Olanakları elverdiğince çalıştı, çabaladı. Çocuklar torunlar yetiştirdi topluma faydalı. Kimi sanatla ilgileniyor, kimi işinin erbabı emekçi. Torunları kendilerini toplumun birer parçası olarak hissediyorlar. Doğdukları yer de doydukları yer de burası olduğu İçin olsa gerek yabancı hissetmiyorlar kendilerini. Toplumdaki görevlerinin de haklarının da bilincindeler. Danimarka toplumunda hak ettikleri yeri alıyorlar yavaş yavaş.

Simdi hem Danimarka`yı hem ülkesini geziyor fırsatlar yaratıp. Birlikte geziyoruz zaman zaman.

Fatma Abla şimdi emekli, birçok sağlık sorunlarına rağmen hala yaşam sevinci dolu yüreği. Sık sık anavatana gidiyor, doğduğu, bildiği, özlem duyduğu havayı koklamaktan zevk alıyor. Danimarka’da`da geçirdiği zaman içerisinde her gün jimnastik salonuna gidiyor, yürüyor, geziyor. Yüzmeyi öğrendi, haftada bir havuza gidiyor dostlarıyla. Danimarka`yi keşfetmeye başladı elli yıl aradan sonra. Çalışmaktan vakit bulamamıştı gezmeye görmeye. Simdi hem Danimarka`yı hem ülkesini geziyor fırsatlar yaratıp. Birlikte geziyoruz zaman zaman. Hala güzel anılar biriktirmeye çalışıyor. Yaşamın  elinden tutup, ben hala buradayım, beni bırakma diyor. Yaşam da seni daha uzun yıllar bırakmasın benim sevgili Fatma Abla’m. Sen Avrupa’daki tüm göçmenler gibi adsız kahramanlardan sadece bir tanesisin.