Kalabalıklaşıp büyümesiyle Necati Cumalı’yı mutlu eden şehir Mehmed Kemal için bir üzüntü ve yakınma kaynağı olur. Şiirlerini halk dili üzerine kuran Enver Gökçe’de İstanbul, buruk bir hesaplaşma tınısı taşır. İstanbul dışındaki Türkiye kıtlığın, verimsizliğin, yoksulluğun hüküm sürdüğü yazgısına terk edilmiş bir ülkedir Ahmed Arif’te. Hasan Hüseyin ise, İstanbul’u Anadolu’yu yöneten, Anadolu’dan beslenen sömürü ve zenginlik sahiplerinin merkezi olarak görür
CAFER YILDIRIM
Denizine bakardı, odun boşaltan kayıklarını seyrederdi, sabahlarına uyanırdı. Bütün bunlar onu mutlu ederdi. Necati Cumalı da İstanbul’un sıradan olan yaşamından tat alan, mutlu olanlardandır:
“Serseri bir çocuk
Üç aylık bir suç tasarlıyor
Ne güzel ağaçları denizi sevmeye başlamıştık
Şimdi olan bitene sebepsiz sıkılıyoruz
Lokanta her akşam daha dumanlı
Kahve her akşam daha kalabalık”
(İstanbul Kışa Hazırlanıyor şiirinden)
Çevresindeki insanların gündelik sorunları, örneğin yaklaşan kışla başlayan odun kömür derdi, çocukların suça yönelmesi şairin mekân kaynaklı mutluluğunu örseler. İstanbul’un ona bağışladığı erinç duygusunu zedeler. Gündelik hayatın verdiği sıkıntı genel bir ruh sıkkınlığına dönüşür. “İstanbul Kışa Hazırlanıyor” şiirindeki kapalı duygu atmosferi “Kısmeti Kapalı Gençlik”te daha bir somutlanır ve doğrudan bir anlatımla yeniden kurgulanır:
“Üzgün kısmeti kapalı bir gençlik
Karşımızda canım İstanbul canım deniz
İçtik içtik kahırlandık bunca yıl dilsiz
Kimdik ki yaşamımızı berbat ettiniz
Sizlere el uzattık düşman gibi itildik”
Şiirin ilerideki bölümlerinden anladığımıza göre şairin kendisini de içlerinde gördüğü bu kesim şehre iş ve ekmek umuduyla Anadolu’dan göç etmiş olanlardır. Cumalı’nın genel bir yakınma düzeyinde dillendirdiği çelişki öyle anlaşılıyor ki İstanbul’daki Anadolu ile İstanbul’da subaşlarını tutmuş olanlar arasındadır:
“Fakat İstanbul dev gibi büyük bir şehir
İyi kötü günler görmüş geçirmiştir
Geceleri yorgun çocuklarının terli
Alınlarında o doğurgan ana eli
Dinlendirir dizlerinde ümitlendirir
Kimse alamaz elimizden bu ümidi
Bunca yıl bu ümit bizleri tutan dimdik
Neydik düne kadar daha üç beş kişiydik
Çektik kapıları çıktık evlerimizden
Meydanlara sığmıyoruz kardeşler şimdi”
Kendisi gibi dışarıdan gelenlerin çoğalmasındaki ümidin şairdeki karşılığı nedir? Çoğalmanın büyük şehrin açtığı hangi yarayı saracağını düşünüyor Cumalı, bilemiyoruz. Fakat meydanlara sığmayan kalabalıklar onu kardeşlik duygularıyla sarmakta, kendine güvenli bir duruşun sahibi kılmaktadır. Diyebiliriz ki Cumalı İstanbul’daki Anadolu’dan mutluluk duymaktadır. Bu tutumuyla Ahmet Muhip Dıranas ve onun çizgisindeki birçok şairde görülen seçkinci anlayışın karşısında yer almaktadır.
GEÇMİŞE DÖNÜK ÖZLEMİN ŞEHRİ
Mehmed Kemal, Evliya Çelebi’nin üslubuyla kaleme aldığı “Der Vasf-ı Stayiş-i İstanbul” adlı şiirinde Daha çok gözlemlere dayalı betimlemeler ve sınırlı yaşanmışlıklar üzerinden bir İstanbul fotoğrafı sunar.
“İstanbul şehri içre serseri gezüp
Semâ vü deryayı seyr ü temaşa eyledim
Belki mahzun gönlümüz şâd
Gamlı asrımız âbâd olur dedim
Baktım ki şöyle evleri var
Tarz-ı kâdim kârgir bina ahşap bina
Tarz-ı cedid beton bina uzanır
Yolları var kaldırımdır parke asfalt dolanır
Sakinleri kâfir olmuş islâm olmuş ne çıkar
Hepsi insan hepsi cana yakındır
Ben ol şehre hayran oldum tutuldum
Zira İstanbul büyüktür.”
“Öğle Rakıları” şiirinde ise Mehmed Kemal’in İstanbul’a bakışı Ahmet Muhip’le oldukça benzeşir. Mehmed Kemal için de geçmişe dönük bir özlemin şehridir İstanbul. İyi günlerin, sağlam dostlukların, güvenli mekânların geçmişini arayan yaşlı bir adamın özlediği bir şehirdir:
“Burası Arnavutköy efendim
Eskiden ne güzel yerler vardı”
Kalabalıklaşıp büyümesiyle Cumalı’yı mutlu eden şehir Mehmed Kemal için bir üzüntü ve yakınma kaynağı olur. Eskinin güzel yerleri ve güzel insanları zamanla birlikte kaybolmuştur. Yeni ise görgüsüz ve doyumsuzdur. Yeni denizi kirletmiş, denizin balığını tüketmiştir. Yağmalanmış Boğaz, her köşe başında boy gösteren bankalar, şehrin tahrip edilmiş dokusu, çöplüğe çevrilmiş sokaklar değişen İstanbul’un şairi üzen görüntüleridir:
“Bakın denizin mavisi bitti
Çerçöp döküyorlar, ne derler
Çevreyi kirletiyorlar
Görgüsüz oldular çok
…
Beyoğlu geceleri mi
Kalmadı efendim nerde
Hani karanfilli Ümit Deniz
Her masada bir damla gözyaşı
Her yudumu zehir Cahit Irgat”
Şehrin kimliğine yerleşen kara görüntüler, küçük mekânların dağılan sıcaklığı, değişen insan ilişkileri için şair bir tarih de verir:
“Hacıağalardan bu yana
Dünya savaşından sonra
Her şey bitti”
Mehmed Kemal olumsuzlukların kaynağı olarak türedi ve şehir kültüründen uzak zenginleri işaret etmektedir. Fakat onun rahatsızlığı bu görgüsüz ve doyumsuz zenginlerin şehri hovardaca kullanmasıyla sınırlı değildir. Anılarındaki şehir betimi, rahatsızlığının asıl kaynağının büyük şehir kimliği kazanmış yenide, küçük mekân ilişkilerinin sıcak geçmişini aramak olduğunu göstermektedir.
İSTANBUL DIŞINDAKİ TÜRKIYE
Şiirlerini halk dili üzerine kuran Enver Gökçe’de de yer yer İstanbul anlatımlarına rastlanır. Bunlardan bir tanesi buruk bir hesaplaşma tınısı taşır:
“Sana selam olsun
Sürgünler, mahkûmlar, hastalar!
Alacağın olsun
Seni İstanbul seni
Seni Bursa, Çankırı, Malatya”
(Dost şiirinden)
Buruk bir hesaplaşma tınısı taşıyan bu seslenişte İstanbul’la birlikte Bursa, Çankırı ve Malatya da hedef tahtasına yerleştirilmiştir. Şehir listesi, İstanbul’un kimliğiyle ilgili özel bir nedenin söz konusu olmadığını göstermektedir. Öyledir ki eşitlik ve özgürlük karşıtı bir düzenin lanetlenmesi esnasında bir örnek olarak kullanılan şehirler arasına İstanbul da katılmıştır. Gerçekte Gökçe’nin İstanbul’a yaklaşımı “emekçi şehri” kimliğinden beslenen bir duygusallığı içerir. Gökçe İstanbul’la kurduğu duygu ilişkisini “Oy Beni” şiirinde doğrudan ve duygulu bir anlatımla ortaya koyar:
“Türkiye yaşanmaz oldu!
Gel gör halimiz yaman!
Haramiler, bezirgânlar elinden
Aman, el aman!
Kesilmiş mümkünüm, çarem
Vay ne hal olmuş memleket
Vay ne hal olmuş vatan!
Güzel yârim İstanbul’dan ne haber?
Dil-Tarih’ten, Emekçi’den, Sendika’dan ..?”
Gökçe bu şiirinde İstanbul’u, yükseköğrenimini yaptığı Dil-Tarih’i, ideolojik değerleri arasında yer alan emekçi ve sendika ile eş değerde tutan bir söylemin içine yerleştirmiştir. Bunun da ötesinde İstanbul’u “güzel yâri” olarak nitelendirmiştir.
Şiirini halk dili üzerine kuran bir başka şair Ahmet Arif’te, Anadolu’nun yoksulluğuna sebep olan bir yönetimin yaşadığı bir coğrafya olarak işaret edilir İstanbul’a. İstanbul dışındaki Türkiye kıtlığın, verimsizliğin, yoksulluğun hüküm sürdüğü yazgısına terk edilmiş bir ülkedir:
“Üsküdar’dan bu yan lo kimin yurdu!
He canım…
Çiçek dağı kıtlık kıran,
Gül açmaz, çağla dökmez
Vurur alnım şakına
Vurur çakmaktaşı kayalarıyla
Küfrünü, medetsiz, Munzur.
Şahmurat Suyu kan akar
Ve ben şairim.”
(Uy Havar şiirinden)
Arif’in Üsküdar’dan ötedeki coğrafyaya ilişkin yarattığı çağrışımlar Türkiye’nin doğu yakasını işaret etmektedir. İstanbul’la sınırlanan coğrafya ile İstanbul’un ötesindeki coğrafya batı ile doğu, ayrıcalıkla ihmal edilmişlik yönündeki çağrışımlar üzerinden kimliklerine kavuşur. Anadolu- İstanbul karşıtlığı Türkiye’nin doğu bölgesine yapılan vurgu üzerinden anlamına kavuşur.
BİR AYRICALIK MEKÂNI
Bir başka toplumcu gerçekçi şair Hasan Hüseyin İstanbul’u, Anadolu’yu yöneten, Anadolu’dan beslenen sömürü ve zenginlik sahiplerinin merkezi olarak görür. İş aramak için şehre gelen bir Anadolu insanının gözlemleri ve onu şaşırtan görünür farklılıklar üzerine kurar Anadolu ve İstanbul karşıtlığını:
“iş ararken uğradım
beyimiz efendimiz
yani çaldım kapınızı
beyimiz efendimiz
sormak ayıp olmasın
beyimiz efendimiz
bu deniz hep mi sizin
beyimiz efendimiz
bu martılar bu gemiler bu beyoğlu’lar
adalar modalar kuzguncuk’lar kalamış’lar ve tüm istanbul
sormak ayıp olmasın
beyimiz efendimiz
hep mi burda yaşamışlar bu padişahlar
sadrazamlar vezirler onların uşakları
hep mi burdan yönetilmiş bizim oralar
erzurum’lar erzinzan’lar kars’lar sivas’lar
o açlık mı beslemiş bu yaman saltanatı”
(İstanbul’un Kapalıçarşı’sı şiirinden)
Hasan Hüseyin’in kurduğu Anadolu-İstanbul karşıtlığı “Dörtyolağzı” şiirinde bir başka boyut kazanır. Bireylerin doğdukları yerlerin geleceklerinin oluşumunda önemli bir etken olduğu düşüncesinin işlendiği bu şiirde İstanbul bir ayrıcalık mekânı olarak görülür.
“istanbul’u sevmek başka
ankara’da kalmak başka
severim de antalya’yı
yaşarım muş’ta
bu ne biçim dağıtım bu
bu ne biçim paylaşma
o doğacak kalamış’ta
bense sarıkamış’ta
ben ozanım aslanım
anlamam belki dpt’den filandan amma
biraz da şöyle yapsak nasıl olur acaba
ben doğayım istanbul’da
o doğsun erzincan’da”.