Sadece bir tek kitap, Destursuz Bağa Girenler bile Mahir Ünal’ların Osmanlı ve Osmanlıca özlemini düzler, bitirir. Bilgileri yoktur, içeriksiz ideolojik bir özlemleri vardır. geleceğe değil mezarlığa aittir, göstermek gerekir
HALDUN ÇUBUKÇU
Mahir Ünal, aslında Erdoğan’ın zihin dünyasını da belirleyen Yeni-Osmanlıcılık’ın temel tezlerinden birini dile getirmiş oldu: “Tarihteki en sert kültürel devrim Türkiye’de yaşanmıştır. Maalesef bir kültür devrimi olarak Cumhuriyet bizim lügatimizi, alfabemizi, dilimizi, hâsılı bütün düşünmemizi yok etmiştir”
Tezin birinci bölümü bence de önemli ölçüde doğrudur. “Maalesef”ten sonraki bölümü ise sadece ideolojiktir; temelsizdir, verisizdir.
Bunun karşılığında soyut “Cumhuriyet düşmanları… Atatürk düşmanları” tarzı tepkilerin ötesinde, Atatürkçü, milliyetçi reflekslerle Ünal’ın sözlerinin nedenselliğinde Ermeni köken bulan zekâların ülkenin düşünsel yaşamına kattıkları seçkin bilimsel, kültürel gelişmişlik düzeyine işaret etmekle yetinerek, bilim ile tartışma dünyamızın acıklı kısırlığına dönecek olursam, Ünal’ın tezlerini yanıtlayacak, karşı tez öne sürecek, çürütecek ve doğru saptamaları yerine koyacak tutum eksikliği ve içeriksizliğe dikkat çekmem gerekiyor.
Çünkü, saflarımızdaki cehalet, yetersizlik, donanımsızlık, bu tür meseleler başta olmak üzere hemen her konuda giderek artan ağırlıklarda hissedilmekte, toptan cahilleşme devrinde, muhafazakar cahilliğe fark atar kıvama gelmektedir.
Oysa, sadece ve ama sadece tek bir kaynak bile Mahir Ünalların bütün savlarını, tezlerini yerle yeksan eder: Orhan Şaik Gökyay’ın Destursuz Bağa Girenler’i.
Orhan Şaik Gökyay’ı anımsamak!
Mahir Ünal’ın “düşünmenin yok edilmesi” iddiasının karşılığında belleklerini şöyle bir harmanlamayı önerip “kim düşünmüşse onun kellesin almıştınız” yanıtımızı da saklı tutup hemen peydahlanacak; “düşüncenizin ürünleri nedir? Bütün Osmanlı tarihi boyunca insanlık, medeniyet, bilim alanlarında ne üretilmişti? Bilimin, felsefenin, sanatın, savaşçılık dahil kültürel alanların her hangi birinde ortaya hangi eser konulmuştu?” sorularını da geçip düşüncelerinin nedensel önermesi olan “lügat, alfabe, dil” üzerine kendi saflarından sayılan Orhan Şaik Gökyay’ın bilgeliğine, yüksek otoritesine başvurmak gerekiyor.
Ne yazık ki bizler de bilmeyiz, ama görünüşte, hamaset işi sayılabilecek erken dönem şiirinden dolayı “muhafazakar çevrelerin” sahiplenmekte Türk milliyetçisi çevrelerle yarıştığı, ama asıl olan çabalarının görülmezden gelindiği sahici değerlerimizden biri olarak Orhan Şaik Gökyay’ı; ki, büyük bir titizlikle koruduğu kitaplarını Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi’ne bağışlamış olması bile düşünce dünyasının neresinde bulunmuş olduğunun delili sayılır; anımsamak, anlamak belli ki Erdoğanist muhafazakarlığın da işine gelmiyor.[1]
Orhan Şaik Gökyay’ın, Destursuz Bağa Girenler bilmek, okumak, öğrenmek derdindeki, edebiyatçı olduğunu ya da iyi okur olduğunu ya da Türkçe diye bir kaygısı olduğunu düşünen her bireyin ilgi alanında olmalıdır. Özellikle Osmanlıca ve Osmanlıca temel eserler üzerine bir başvuru kaynağı olarak kişisel kitaplıklarda da bulunması elzem bir kitaptır.
Öylesi ne ki, Destursuz Bağa Girenler belki de yazarının arzusu hilafına tek bir şeyi kanıtlar:
Türkçe Arap alfabesiyle yazıp okunması mümkün bir dil değildir.
Arapça ve Farsça kuşkusuz muazzam iki dil. Avrupa dillerinden çok daha hacimli, olanakları çok daha geniş iki dil.
Ne var ki, sözcük alma – verme dışında bu iki dilin de alfabesi 8 sesli harfle, (ağzın ön bölümünde) konuşulan Türkçe’ye asla uygun değildir.
Destursuz Bağa Girenler, büyük ölçüde Mahir Ünal’ın özlemle iç geçirdiği “Eski Dil”den, Arap Elifba’sından bugün onların bile eskidiği zamanın Türkçesi’ne aktarılan, bir anlamda çevrilen kitapların yanlışları üzerinde duruyor ve “çeviri” yapanların, yani “destursuz bağa girenlerin” cehaletini ortaya koyuyor. Üstelik ve üstelik 1930’dan 70’lere uzanan yazılarla. Yani Dil Devrimi ‘dünkü çocuk’ ve söz konusu yazarların hemen hepsi Osmanlıca tahsil edip Arap Alfabesiyle yazmakta uzman olan kişiler.
Hangi dilden çeviri yapmışlar?
Osmanlıca ile bazı yapıtlarında Arapça ve Farsça’dan.
Bu çevirileri kim yapıyor?
Uzmanları.
Uzmanları kim?
Genel olarak, Mahir Ünal’ı Mahir Ünal yapan ideolojik, kültürel babalarının aşağı yukarı en ünlüleri – önemlileri: Kimler yok ki; Ahmed Kabaklı, Nihad Sami Banarlı, Ord. Prof. Dr. Sadi Irmak, Faruk K. Timurtaş, Prof. Dr. Ali Nihat Tarlan, Abdülbaki Gölpınarlı, Doç. Dr. Muharrem Ergin, Prof. Dr. Necmettin Hacıeminoğlu… ve diğer.
Bütün bu Osmanlıca uzmanları, bir kısmı Osmanlı’nın son dönemine yetişmiş ve orada yetişmiş münevverler olarak Arap alfabeli, eski Türkçe’yi, yani Osmanlıca’yı tahsil etmiş yazarlar, talebeler, hocalar… Üstelik bazıları Osmanlıca’yı ve Osmanlılığı Cumhuriyet’e karşı savunmuş ve arzulanmış düpedüz gerici. Yine bazıları on yıllarca bu ülkenin orta eğitim kurumlarında, üniversitelerinde Osmanlıca dahil edebiyat dersi vermiş; daha kapsayıcı, daha çağdaş ders kitaplarının soluk alamadığı tekelcilikte edebiyat ders kitapları yazmış, okutmuş ehli lisandır!
Ama Gökyay işte onların yazıları, Osmanlıca, Arapça, Farsça çevirileri, “yalınlaştırmaları” vb üzerinden çalışmalarını, örnek bir iş ahlakıyla, hayranlık verici bir sabırla satır satır okumuş, birçok temel bilgi kaynağı ve sözlükle karşılaştırmış olarak sonuca varmıştır: Çalıştıkları dili bilmedikleri, en azından pek de iyi bilmediklerini, hatalarla dolu olduklarını, “bağa destursuz girdiklerini” göstermiştir.
İşte şimdi Mahir Ünallara, o bağa destursuz girenleri gösterip sormak gerekiyor:
Bu “âlimlerin” ta o zamanlarda bile kullanamadığı, başaramadığı Osmanlıca “dil, alfabe”yi siz yazıp konuşacaksınız; 21. Yüzyılın kuşakları kullanacak öyle mi?
Üstelik, her şey o kadar çok değişmiş ki dil dahil; internet ortamının çoğu arzu edilmeyen etkisiyle de olsa, neredeyse bambaşka bir dil kurgusu ortaya çıkmışken, özellikle de bu durumda Türkçe 29 harfiyle şahane bir olanak sunarken biz kalkıp erbabının bile kullanamadığı, küçük büyük harfleri bile olmayan bu alfabeye, dile, sistematiğe döneceğiz öyle mi?
Üstelik, şimdi 21. Yüzyılda, Türkçe sözcüklerin ve kuralların 40 yıl, 50 yıl, 100 yıl önceki dile göre yaşama çok daha işlemiş, girmiş, temel ve asıl olmuş durumdayken; Latin Alfabesi’nin Türkçe için muazzam uygunluğuna, el verişliliğine aldırmayıp bir “yalan hayal” üzerine bu işlevselliği bırakıp Türkçe konuşan halklar için akla ziyan Osmanlı diline, Arap elifba’sına geçeceğiz öyle mi?
Orhan Şaik Gökyay gibi kimse kalmadı ki, bu efendileri, “e buyrun öyleyse, şu paragrafı o arzuladığınız dilde yazın, okuyun görelim” diye sınava çeksin de bize de eğlence çıksın!
Şu örneklere bakar mısınız?
Mahir Ünalların nasıl olmayana ergi yöntemi içinde, kuru kuru gözyaşları döktüklerini Destursuz Bağa Girenler’den “başka örnek olmasa da bu yeter” dedirteceğine emin olduğum birkaç aktarma ile göstermeye çalışacağım:
1960’ta meşhur Hayat dergisini çıkaran şirket Hayat Yayıncılık; Hayat Büyük Türk Sözlüğü’nü yayımlamaya karar verir. İlk fasikül Aralık 1960’da yayımlanır. Umumi Neşriyat Müdürü (Bugün genel yayın yönetmeni diyoruz) meşhur Şevket Rado’dur, İlmi kontrol: meşhur Doç. Dr. Muharrem Ergin; Redaksiyon: meşhur tarihçi Yılmaz Öztuna ile Şemsettin Kutlu; Yazı İşleri Müdürü de Orhan Yüksel’dir.
“Sözlüğü çıkaranlardan, Şemsettin Sami’nin Kamus-ı Türki’sindeki kelimeleri esas olarak aldıklarını, ayrıca Ahmet Vefik Paşa’nın Lehçe-i Osmani’sini, Mehmet Salahi’nin Kamus-ı Osmani’sini ve Lügat-i Naci’yi taradıklarını da öğreniyoruz.” (s. 127)
Gökyay’ın saptadığı ilk sorun daha ilk maddelerde, Arap alfabesinin ilk harfi elifin üzerine konan işaret nedeniyle başlıyor:
“Kamus-ı Türki’yi yeni harflerle aktaranların, eski harflerden elif harfiyle başlayan kelimelerin bu harfin üzerine med denilen işaretin konduğu zamanki söylenişi ile medsiz olduğu zamanki söylenişleri arasındaki ayrımı bilmemelerinden doğuyor. Buna bir de Türkçede ve Farsçada bulunmayıp da yalnız Arapçada bulunan ayn harfiyle başlamış kelimeleri katarsak, yanlışların neden arttığı ortaya çıkar.” (a.y.)
Daha alfabenin ilk harfinin üzerindeki bir işaretin açtığı sorunlarla “bismillah” diyor çalışma. Bilmemekle itham edilenler de öyle böyle Osmanlıcacılar değil. Ve bize, Cumhuriyet bu alfabeyi, bu tuhaf ül tuhaf dili kaldırıp Türkçe’yi verdiği için dizlerimizi döverek ağlamamız öneriliyor öyle mi?
Ve üstelik, ve üstüne üstelik… bu çalışma için şu tespiti yapıyor Orhan Şaik Gökyay:
“Hiç çekinmeden ve birçoğuna göz yumarak denebilir ki bu sözlükte Arapça ve Farsça olup da yeni harflere çevrilen kelimelerin dörtte üçü yanlış okunmuştur.”
Hem de, bu yeni harflere çevrilen kelimelerin dörtte üçünü yanlış okuyanlar işte o meşhur âlimlerdir.
Hal bu iken Mahir Ünalların söylem ve iç çekişleri nasıl bir boş çaba, nice bir anlamsızlıktır, her halde daha öte laf gerekmez.
Hadi biraz gülelim!
Mahir Ünallar Türkiye’yi Hacivat Karagöz dil ve kültürüne dahil etmek istediklerinin farkında değiller.
Gökyay’ın kitabı, uzmanları, erbabı, allamesi tarafından yapılmış öyle gülünç örneklerle doludur ki, yazlık saray anlamındaki Summer Palace “Semer palas”, muşamba feneri “işkembe biçimli fener”, “geyik evini tasvir eden levhanın” diye okunan sözün doğrusunun “geyik avını tasvir eden” levha olması, geçmişine ağlanan dil ve bilinç durumunun bizatihi kendisinin kendisi için ağıt olma durumunu ortaya koyduğu nettir.
Orhan Şaik Gökyay , Destursuz Bağa Girenler‘de, salt çeviri yanlışlarını sergilemiyor elbette, sözcüklerin doğru yazımlarından tutun doğru anlamlarına, transkripsiyon kurallarından işaretlemelere, dili iyi kullanmanın, bilmenin bir anlamda püf noktalarına değiniyor. Edebiyatımızdaki büyük yerleri açısından Dede Korkut’a Firdevsi’ye, Piri Reis’e, Naima’ya ve daha pek çoğunun yapıtlarına ilişkin açıklama notları bile başlı başına ders kapsamında.
Üstelik polemikleri son derece düzeyli; ama keskin ironinin eşliğinde seminer mahiyetinde.
Bu büyük eser, bu büyük âlimin çabasıyla, Mahir Ünalların düşünce ve özlemlerinin asılsızlığı kadar geleceksizliğinin de en büyük kanıtını oluşturuyor.
*
Sonuç olarak Mahir Ünal’ları bütün ideolojik özlemleriyle birlikte “düşünce dünyaları” ve onun dili Osmanlıca, gelecekte yeri kesinlikle olmayacak, ölü bir kültürdür. Mezarlıkta yatmaktadır ve evet, sadece mezar taşı okumaya yarar.
[1] Orhan Şaik Gökyay’ın bilimsel değeri, katkıları için TDV İslâm Ansiklopedisi’nin ilgili maddesine bakmak yeterince fikir verebilir. Örneğin, Paul Vittek gibi önemli bir bilimcinin 1959 yılında daveti üzerine Londra’ya gitmesi ve School of Oriental and African Studies’de Türk dili ve edebiyatı okutmanı olarak çalışması başlı başına bir referanstır.
paylaşmanız için