Fakrı örten aile sessizliği ve asaletle çekilmiş perdeler

Yahya Kemal’in, üzerine şiir yazmadığı semt neredeyse yok gibidir İstanbul’da. Atik-Valde, Üsküdar, Kandilli, İstinye, Kanlıca, Fenerbahçe, Maltepe, Cihangir, Çamlıca… Bu semtlerden biri de Kocamustafapaşa’dır. Şairin Kocamustafapaşa şiiri 1953’te Resimli Hayat dergisinde yayımlanmıştır. Öyle anlaşılıyor ki Yahya Kemal’in semti ziyaret ettiği dönemde Kocamustafapaşa, artık orta sınıfın da terk ettiği, Anadolu’dan ve Karadeniz’den gelen göçmenlerin ikamet ettiği bir semt durumundadır.

CAFER YILDIRIM

Yahya Kemal, Türk edebiyat tarihi yazarları tarafından Türk şiirinin modernleşmesinde kendisine hatırı sayılır bir pay ayrılan birkaç şairden biridir. Bu kadar değildir kuşkusuz. Vatan şairimiz Namık Kemal, çağdaş şairimiz Tevfik Fikret, millî şairimiz Mehmet Emin Yurdakul’la benzer biçimde Yahya Kemal de “İstanbul şairi” vasfına mazhar olmuş bir şairimizdir.

Öncelikle belirtmeliyim ki diğerleri gibi Yahya Kemal de unvanını hak etmiş bir şairdir. Yaşadığı dönemde İstanbul’un semtlerinden üzerine şiir yazmadığı neredeyse yok gibidir. Atik-Valde, Üsküdar, Kandilli, İstinye, Kanlıca, Fenerbahçe, Maltepe, Cihangir, Çamlıca bu semtlerden bazılarıdır.

Ayrıca onun bütün bir İstanbul’u kucaklayan ve bu bütünlük üzerinden şehrin her semtine sevgiyle, hasretle seslendiği “Bir Tepeden, Bir Başka Tepeden, Siste Söyleniş, İstanbul Fethini Gören Üsküdar, Hayal Şehir, İstanbul Ufuktaydı, İstanbul’un O Yerleri” adlı şiirleri de “İstanbul şairi” kimliğinin somut bir delili durumundadır.

Kocamustafapaşa: ücra ve fakir İstanbul

Yahya Kemal’in şiir yazdığı İstanbul semtlerinden biri de Kocamustafapaşa’dır. Şairin bu semtle ilgili şiiri 1953’te Resimli Hayat dergisinde yayımlanmıştır. Dönemin eleştirmenlerinden Suut Kemal Yetkin de şairin bu şiirini övgüyle karşılayanlar arasındadır:

“Koca Mustâfapaşa, İstanbul’un fakir ve sessiz bir semtidir. Bu semt Y. Kemal’e gelinceye kadar, hiçbir şairimize bir şeyler söylemedi. Tozların ve yalnızlıkların geçen zamanlarla birlikte uçuştuğu bu harap semti, görünüşleri aşarak derin bir insanlık ve tarih duygusu, bütün bir his ve hayal enginliği ile duymak ve duyurmak için büyük bir şair, eşsiz bir sanat adamı olmak lâzımdı. Şimdiye kadar bu semtin hiçbir şiire girmemiş olması, onun Y. Kemal’e kadar hiçbir şairin sanat şuurunda yaşamamış olduğunu gösterir. Bir konu, şairde yaşamadıkça, onun iç hayatıyla kaynaşmadıkça ritmini heyecanın ritminden alarak şekillenmedikçe sanat dışı kalmaya mahkûmdur.” [1]

Öncelikle Kocamustafapaşa’nın tarihsel durumu ile ilgili bazı bilgiler aktarmak istiyorum:

“Kocamustafapaşa bölgesinde 4. yüzyılda mezarlıklar bulunduğu ve Eksokionion olarak adlandırıldığı, güneyinde ise Psamathion köyünün yer aldığı belirtilmektedir. İstanbul’un Fethi’nden sonraki iskân politikaları doğrultusunda Kocamustafapaşa bölgesine Müslüman halkın, güneydeki kıyı boyunca da Ermenilerin yerleştirilmesi ile bölgedeki konut yerleşimleri başlamıştır. 15. yüzyılın sonunda Veziriazam Koca Mustafa Paşa, Ayios Andreas Manastırı’nın kilise binasını cami olarak yeniden inşa ettirmiş, 16. yüzyılda Müslüman nüfusun gelişmesi için bölgede tekkeler kurulmuştur. 18. yüzyılda Kocamustafapaşa; ahşap konakları, yeni yerleşimcileri, tekke ve mescitleri ile dönemin “kibar semt”lerinden biri olmuştur.

19. yüzyılda İstanbul mekânsal bir modernleşme sürecine girmiş ancak Kocamustafapaşa ve Samatya bu dönüşümü aynı hızda yaşamamıştır. Bu yüzyılda üst gelir gruplarının modern semtlere taşınması ile ortaya çıkan boşalma hareketi 20. yüzyıl başına dek sürmüş, 20. yüzyılın ortalarında gayrimüslim yerleşimcilerin de büyük oranda taşınması ile bölgede kullanılmayan bir konut stoku oluşmuştur.Boşalan konutlara çoğunlukla Rumeli ve Karadeniz’den gelen sanayi göçmenleri yerleşmiş, Kocamustafapaşa’da giderek orta gelir grubu hâkim olmuş, Samatya ise içerisinde Ermenilerin de yaşadığı Müslüman bir semte dönüşmüş.1970’lerde İstanbul’da artan orta sınıfın konut ihtiyacı bu bölgede kendiliğinden gelişen “yap-sat” dönüşüm modeli ile giderilmiş, ahşap evlerin tamamına yakını apartmanlara dönüştürülmüş, semt hızla betonlaşmış, kısmen yükselmiş ancak parsel boyutları korunmuştur.”[2]

Kültür Bakanlığı tarafından yayımlanmış olan ansiklopediden aktardığım bu alıntıdan Kocamustafapaşa Semti’nin 18. yüzyılda orta gelir sınıfına ait ailelerin mekânı olduğunu öğreniyoruz.

Alıntıda yer alan aşağıdaki ifadelere dikkat etmekte yarar var:

“20. yüzyılın ortalarında gayrimüslim yerleşimcilerin de büyük oranda taşınması ile bölgede kullanılmayan bir konut stoku oluşmuştur. Boşalan konutlara çoğunlukla Rumeli ve Karadeniz’den gelen sanayi göçmenleri yerleşmiş,…”

Öyle anlaşılıyor ki Yahya Kemal’in “Koca Mustâpaşa” şiirindeki şiir kişisinin ya da bir başka ifadeyle söyleyicinin semti ziyaret ettiği dönemde (muhtemelen 1950’ler) Kocamustafapaşa artık orta sınıfın da kendisini terk ettiği, Anadolu’dan ve Karadeniz’den gelen göçmenlerin ikamet ettiği bir semt durumundadır. Çünkü Yahya Kemal’in şiiri böylesi bir semtten söz etmektedir.

“Koca Mustâpaşa! Ücrâ ve fakîr İstanbul!”[3]

“tâ fetihten beri mü’min, mütevekkil, yoksul”

Gerçekçi bir tanımlamayla başlar Yahya Kemal’in “Koca Mustâpaşa” şiiri.

Aruzun “Fe i lâ tün/Fe i lâ tün/Fe i lâ tün/Fe i lün” kalıbında yazılmış olan ve altı bölümden oluşan şiir aruz ölçüsü ve mesnevi uyak düzeni (aabbcc…) bakımından divan şiiri özelliklerine sahiptir. Bu bakımdan Yahya Kemal’in divan şiiri ile bağını bir biçimde koruduğunu söyleyebiliriz. Üç bendi 14, bir bendi 16 ve üç bendi de 8 dizeden oluşan şiir divan şiiri nazım biçimlerinlerinden hiçbiriyle uygunluk göstermiyor. Fakat şiiri nazım türü bakımından divan şiirinin terimleri üzerinden adlandıracak olursak «semt methiyesi» olarak adlandırabiliriz.

“Koca Mustâpaşa! Ücrâ ve fakîr İstanbul!
Tâ fetihten beri mü’min, mütevekkil, yoksul,
Hüznü bir zevk edinenler yaşıyor burada.
Kaldım onlarla bütün gün bu güzel rü’yâda.
Öyle sinmiş bu vatan semtine milliyetimiz
Ki biziz hem görülen, hem duyulan, yalnız biz.
Manevî çerçeve beş yüz senedir hep berrak;
Yaşıyanlar değil Allah’a gidenlerden uzak.
Bir bahar yağmuru yağmış da açılmış havayı,
Hisseden kimse hakikat sanıyor hulyayı.
Ahiret öyle yakın seyredilen manzarada,
O kadar komşu ki dünyaya duvar yok arada,
Geçer insan bir adım atsa birinden birine,
Kavuşur karşıda kaybettiği bir sevdiğine.”

“Koca Mustâpaşa” şiirinin kişisi, bir başka deyişle söyleyicisinin ağzından çıkan her söz kuşkusuz şairi bağlamaz. Fakat şairin birçok şiirinde söyleyici ile özdeş olduğu da bir gerçektir. Yahya Kemal’in “Koca Mustâpaşa” şiirinde söyleyici ile şairin özdeş olduğunu Yahya Kemal’in vatan, tarih, maneviyat gibi kavramlarla ilgili düşüncelerini söyleyicinin  ağzından ortaya koymasından anlıyoruz. Yani şairin semti ziyarete gelen bir ziyaretçi kisvesine büründüğünü görüyoruz. Bu demektir ki söyleyiciden işittiklerimiz aslında Yahya Kemal’in söyledikleridir. Buna rağmen biz yazının belli bir aşamasına dek şiirle ilgili değerlendirmelerimizi kurgusal şiir kişisi bağlamında yapacağız.

beş yüz yıldır varlığını sürdüren manevi berrak çerçeve

Ziyaretçi pozisyonundaki şiir kişisi, “hüznü zevk edinenler”in yaşadığını söylüyor Kocamustafapaşa’da. Kendisi de onlarla birlikte “bütün bir gün” “o güzel rüyada” kalmıştır. “Bu vatan semtine milliyet öylesine sinmiştir ki”, bu nedenle “beş yüz senedir manevî çerçeve hep berrak”tır.

Şiirin ilk dizesindeki gerçekçilik; ikinci dizeden itibaren yerini tevekkül üzerinden din ile yoksulluğun ilintilendirildiği; etrafta görülen mezarlar, kederli, mütevekkil insanlar üzerinden üretilen manevi değerlerle milliyet şuurunun ilişkilendirildiği duygusal bir retoriğe bırakıyor.

Şiir kişisinin bir günlük bir ziyaret için geldiği bir semtte gördüklerinden, yaşadıklarından etkilenmesi kuşkusuz olağan bir durumdur.

Semti gezen kişinin gözlem ve etkilenmeleri üzerinden kesin bir yargıya ulaşması (Tâ fetihten beri mü’min, mütevekkil, yoksul,)ve bu yargısını sezgisel bir belirleme ile  (Hüznü bir zevk edinenler yaşıyor burada.) birleştirmesi sözünü ettiğimiz olağan durumun olağanlığını olduğu kadar daha önemlisi gerçeklik örgüsünü de örselemektedir.

Fakat yine de aceleci davranmamak gerekir. Ayrıca Yahya Kemal’in “güzel rüya„ olarak adlandırdığı bir rüya var ortada. Bakalım o rüyaya:

“Tâ fetihten beri mü’min, mütevekkil, yoksul,
Hüznü bir zevk edinenler yaşıyor burada.
Kaldım onlarla bütün gün bu güzel rü’yâda.” 

Kocamustafapaşa, İstanbul’un fethinden beri “Müslüman, tevekkül eden, yoksul” ve aynı zamanda “hüznü zevk edinenler”in yaşadığı bir semttir. Ziyaretçi kimliğindeki şiir kişisi hem bu bilgiye ulaşmış hem de o semt halkıyla birlikte “güzel bir rüya”da yaşamıştır.

Sorun ya da sorular tam da bu noktada başlamaktadır. Şiir kişisi ziyaretçinin semtte bütün bir gün yaşadığı “güzel rüya„ semt halkının “hüznü zevk edinmesi„ midir yoksa  “bu güzel vatan„ semtine milliyetin sinmiş olması biçiminde edindiği izlenimin verdiği iç rahatlığı mıdır? Değilse bütün bu hisler sonucunda edinilen “bura halkı„nın  “beş yüz yıllık manevi berrak çerçevesi„ midir?

“Beş yüz yıldır varlığını sürdüren manevi berrak çerçeve„nin öznesi ve koruyucusu olanlar “mümin, mütevekkil ve yoksul„ semt halkıdır. Aynı zamanda bu çerçeveyi oluşturan ve sürekli kılanlar “hüznü zevk edinenler” ifadesiyle anılan yine aynı semt halkıdır. Bir de böyle bakalım. O zaman da şöyle bir sonuca ulaşmamız kaçınılmaz değil midir? Bu semt halkı beş yüz yıldır manevi berrak bir iklimde yoksulluğun en alt kademesinde sakin ve derin bir mutluluk içinde yaşamaktadır.

Peki bu mümkün müdür? Ya da böyle bir gerçeklik söz konusu olabilir mi?

Şiirde bu sorulara cevap olabilecek düşünsel bir berraklığın bulunmadığını, bu bakımdan da  “maneviyat, milliyet, mümin, mütevekkil„ sözcüklerinin gerçekliğin ifadesi olmaktan daha ziyade duygusal bir atmosfer oluşturmak ya da ideolojik bir telkin aracı olarak kullanıldığını düşünmememiz için hiçbir neden görünmüyor.

sükûnun meskûn olduğu semt

Şiirin ikinci bölümünde semte ilişkin çokça somut ve soyut gözlem bulunuyor. Sıradan, basit gözlemler bunlar fakat raslantısal değiller. En ehemniyetlisi “sükûn” olmalı. Öyle ki yollar, servilikler, evler ve semt halkı bile bu derin “sükûn„la birlikte anılıyor:

“Serviliklerde sükûn, yolda sükûn, evde sükûn.
Bu taraf sanki bu halkıyle ezelden meskûn.”

Yoksul, bakımsız bir semtin, yoksulların yaşadığı bir mekânın bu derece sessizliğe gömülmüş olması şaşırtıcı geliyor insana. Yoksul semtlerde apansız olayların, kargaşanın, sürekli sürprizlerin olması kent yaşamı içinde yaşayanların bildiği sıradan bir gerçekliktir. Bundan daha önemlisi ise bu durum sosyolojinin gözlem notları arasında bulunduğu için bilimsel bir olgu özelliği taşır.

Şairin sesini emanet ettiği ziyaretçinin gözlemlerinin gerçeklikle ilişkisini şimdilik bir yana bırakalım. Onun “Bu taraf sanki bu halkıyle ezelden meskûn (yerleşilmiş, iskan edilmiş).” sözünün yoksul Kocamustafapaşa‘nın bir vasfı olduğunu varsayalım.

“Bir afîf  âile sessizliği var evlerde;
Örtüyor fakrı asâletle çekilmiş perde.”

Semtin serviliklerinde, sokaklarında hüküm süren sessizlik (sükûn) evlerde temiz, güzel, namuslu ve iffetli (afîf) bir kimliğe bürünüyor. Bu evsafta bir sükûna, durgunluğa diyelim ve böylesi bir dinginliğe yakışan yoksulluk ise “asaletle çekilmiş perdeler” tarafından örtülüyor. Okura ise tabii ki asaletle çekilmiş perde ile asaletle çekilmemiş perde arasındaki farkı bulmak kalıyor.Bu dizeleri şöyle de okuyabiliriz: Akşamla birlikte insanlar evlerine giriyor, sokaklarda hareket halinde gezinen yoksulluk evlere taşınıyor. Ev hayatlarını dış gözlerden sakınan halk, perdelerini sımsıkı kapatıyor. Böylece onların yoksullukları akşam başlayan hayatlarıyla birlikte görünmez oluyor. Ne var ki her iki okumada da içerikte bir farklılık oluşmuyor.

“Türk’ün âsûde mizaciyle Bizans’ın kederi”

Gözlemlerin izini sürdüğümüzde semtin “daracık eğri, doğru sokakları”na ulaşıyoruz. Bu sokaklar üstelik topraktır. Semt halkı ise “kuru ekmek, bayat peynir yemekte”dir, çeşmeden su içerken ise  “şükretmekte„dir.

“Kaldırımsız, daracık, iğri sokak, doğru sokak.
Her geçildikçe basılmış ve düzelmiş toprak.
Kuru ekmekle, bayat peyniri lezzetle yiyen,
Çeşmeden her su içerken: “Şükür Allâh’a” diyen
Yaşıyor sâde maîşetlerin en sâfında;
Rûh esen kuytu mezarlıkların etrâfında.
Bu vatandaş biraz ahşapla, biraz kerpiçten
Yapabilmiş bu güzellikleri birkaç hiçten.”

hiçten güzellik yapmak

Şairin semtin somutluğunu göz önünde canlandırma çabası içinde olduğu, semtin görüntüsünden kesitler aktardığı bu bölümde Kocamustafapaşa halkının günlük yaşantısıyla ilgili olduğu kadar davranış tarzıyla ilgili bilgiler de ediniyoruz.

Kuru ekmek ve bayat peyniri iştahla yediklerine göre Kocamustafapaşa halkı oldukça yoksul olmalıdır. Fakat bu denli yoksululuk içindeki bu halk çeşmelerden su içtikten sonra da şükretmekte, âdeta mutluluğunu Tanrı’ya olduğu kadar etrafına da yani birbirlerine de âdeta tekrar tekrar göstermektedir.Tabii ki devamı var: Bu semt halkı geçmişin temizliğiyle “ruh esen mezarlıklar etrafında” yaşamaktadır. “Ruh esen mezarlıklar„ etrafında yaşayan halk, evlerini “kerpiç” ve “ahşap”tan yapmıştır. Yani “birkaç hiçten yapabilmiştir bu güzellikleri”.

“Ruh esmesi” ve “hiçten güzellik yapmak” Türkçe açısından değerlendirilmesi gereken ifadelerdir. Özgün oldukları ölçüde dil mantığı ve şiirsel tınıdan yoksunlar. Söyleyişte olduğu gibi duyuşta da kendini ele veren bir yapaylık halindeler. Öyle anlaşılıyor ki Yahya Kemal aruz ölçüsü zorunluğundan dolayı bu biçimde ifadeler kullanmıştır. Fakat daha önemlisi, maddî bakımdan acz içinde olan semt halkının maneviyatını en üst düzeyde tutmayı nasıl başarmış olduğudur ki Kocamustafapaşa halkının bu çelişik durumla nasıl baş edebildiğini bölümün şu son dizelerinden öğreniyoruz:

“Türk’ün âsûde mizaciyle Bizans’ın kederi
Karışıp mağrifet iklîmi edinmiş bu yeri.”

(Sürecek)


[1]Suut Kemal Yetkin, Edebiyat Konuşmaları, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1993)

[2] Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, Cilt 5, Kültür bakanlığı Yayınları, Ankara, 1994.

[3] Yahya Kemal, Kendi Gök Kubbemiz, İstanbul Fetih Cemiyeti, İstanbul, 2000.

PAYLAŞMAK İÇİN