El kapısı yel kapısı

Bağırsaklarım dökülüyor gibi acı bir çığlıkla karnıma bastırdım ellerimi. Aşka, sevdaya meydan okuyan bir tanrı edasıyla karşılaşmanın şaşkınlığı içindeydim. Siegrid, başımı kendisine çekerek ellerimi tuttu. Yurttaşım olan bir kadının kalbimde açtığı yarayı, ayrı soydan, ayrı dilden olan Siegrid sarmaya çalışıyordu.

 

FATMA ARAS

Almanya gemileri

Bir ileri bir geri

Kör olasın Almanya

Ağlattı gelinleri

 

Almanya acı vatan

Adama hiç gülmeyi

Nedendir bilemedim

Bazıları gelmeyi

VATANSIZ BİR YAĞMUR GİBİ

Zaman zaman türküler diyarına gidiyorum.

Bu sabah Ruhi Su’nun sesinden Erkan Ocaklı’nın “Almanya Acı Vatan” Türküsünü dinliyordum. Bu ses beni geçmişe götürdü. Bir zamanlar kendime göre genç kız, Almanlara göre kleines madchen (küçük kız) olduğum yıllarda küçük bir Alman kasabasında üç yıl yaşadım.

İlk günler vatansız bir yağmur gibiydim.  Deli gibi bir dil öğrenme tutkum vardı. Bu nedenle Almanlarla arkadaşlığı tercih ediyordum. Kapı komşumuz yaşlı bir Alman Tante (teyze) sık sık beni kahve için çağırırdı. Kocası 2. Dünya savaşında kaybolmuş. Hiç yılmadan bir gün gelir umuduyla, pencerede, tren garında beklemesi bana çok dokunmuştu. Bir masal dinler gibi dinlerdim onu. Çoğu sözünü anlamıyordum ama gözüme bakarak anlattığı her sözcük ipek şal gibi boynumu sarıyordu.

SINANMAK AĞIR GELMİŞTİ

Kabına sığmayan bir çocuktum. Bir firmada schneider (terzi) olarak çalışmaya başladım. Türk, Alman, Yunan, İtalyan ve çok sayıda kaçak işçinin çalıştığı büyük bir firmaydı. Kendimi insan okyanusuna düşmüş bir su damlası gibi hissediyordum. Kanımdan tenime gurbet yürüyordu. Zaman zaman şiir diye bir şeyler karalıyordum. 1975 Yılında ilk şiirim Hürriyet Gazetesi Avrupa baskılarında yayımlandı. Sokağa karışmamak için kendime sıkıca tutunmuştum.

Çalıştığım bölümde liseli bir Alman kızla can ciğer duygu yoldaşı olduk. İkimizin de eli çabuktu. Aramızdan su sızmıyordu. Firmadaki Türk kadınlar bu samimiyeti zaman zaman kınıyordu. Çocukluğumda babam, “Yaylaya gidiyoruz orada arkadaşlarınız olacak. Diline, dinine, ırkına bakmayın; insan seçin” derdi. O yüzden gelen tepkileri kulak ardı ediyordum. Bir gün Siegrid; “Biz Cuma günleri et yemeği pişirmiyoruz. Domuz eti yok. Annem, babam seni yemeğe davet etti” demişti. Bir Cuma günü öğlenden sonra gittim. Kasabanın dışında iki katlı bahçe içinde görkemli bir evleri vardı. Bizim Türkiye’de olduğu gibi birkaç komşu kızı ben ve Siegrid… Almancam az ama konuşmalarım seri, aynı yaşta kızlardık. Öğretmen olan annesi bize sessizce hizmet ediyordu. Babası doktordu, kapıdan dikkatlice birkaç saniye baktı, “Hoş geldin” dedi ve çıkıp gitti. Et dışında zengin bir masa donatılmıştı.

Pazartesi günü Siegrid firmanın kapısında beni bekliyordu. “Fatma, annem babam izin verdi, seninle arkadaşlığım yürüyecek” dedi. Meğer kızlarının yabancı biriyle içli dışlı olmasını istemeyen bir aile yapıları varmış. Çok şaşırmıştım, böyle sınanmak bana ağır gelmişti. Siegrid boynuma sarılmakla yetindi.

“Akşam sofrasında susku

toplar soyunu ama

Masal olur yerinden kalkan kaya”

 Artık Siegrid’in gelip bizde kaldığı günler de oluyordu. Birlikte keyifli vakit geçiriyorduk. Türk yemeklerini çok sevmişti ve en sevdiği yemek olan karnıyarığın yapılışını ona öğretmiştim. Ama benim kendime koyduğum bir yasak vardı, onlara gitmiyordum. Siegrid bunun nedenini hiç öğrenemedi….

İNSANIN EN BASKIN DUYGUSU

Günler geçtikçe çevrem de genişliyordu.  Meral Abla, Aysu ve Duru da bizim arkadaşımız oldular. Gurubun içinde en genç olanlar Siegrid ve bendik… Bir tatil günü, Paris’e gitmeyi kararlaştırdık. Aysu iyi bir sürücü, son model arabası var ama saç, baş bakımsız bir kadın ve yalnız…

O sıralar, Türkiye’den sevdiğim bir arkadaşım, Ruhi Su, Zülfi Livaneli, Aşık Mahsuni Şerif’ten kasetler göndermişti. Bazen kendimi cehennem çemberi içinde hissederken, bedenimde gül büyütüyor ve sırtımdaki solgun gömleklere renk veriyordu bu türküler. Yola çıkarken üç kaset aldım yanıma.

Paris öyle hayal ettiğimiz gibi büyülü bir şehir gelmedi bize. Karnımızı doyurmak için oturduğumuz lokantadan, siparişi  Fransızca vermedik diye aç kalktık. Almanca, İngilizce Türkçemiz onları itti nedense.

Eyfel Kulesi, Sen Nehri’nin güzelliği, çevresindeki ressamların resimleri ve Zafer Anıtı…

Ertesi günü acı tatlı anılarla dönerken, arkadaşımın gönderdiği kasetteki türkü için ön koltukta oturan Meral Abla, “Fatoş bu kaset seni anlatıyor” dedi.

Aşık Mahzuni Şerif’in ağlatan sazında türkü başladı…

Bizim Yemen ellerine benzedin

Alamanya sana giden dönmüyor

Çok mu tatlı geldi el kapıları?

Alamanya sana giden dönmüyor.

Halk şiirinde, türkülerinde melankoli bağlamında en yoğun işlenen tema her toplumda olduğu gibi kavuşamama ve aşk acısıdır şüphesiz. Aşk, annelik duygusundan sonra insanın en baskın duygusudur çünkü. “Karasevda”da aşk acısı, uzun yas zamanları bitmez olur.

Artık türkü sevdalısıydım.

SUSKUNLUĞUM BENİ BOĞUYORDU

Aysu’nun elinin titrediğini gördüm. Sevip sevilmediğini konuşmalarından anlıyordum. Fransa, Belçika arasında otobanda kasetlerimi eline aldı arabanın camdan fırlattı. Arka koltukta ortada oturuyor olmasaydım kapıyı açıp onların arkasından gidecektim. Bağırsaklarım dökülüyor gibi acı bir çığlıkla karnıma bastırdım ellerimi. Aşka, sevdaya meydan okuyan bir tanrı edasıyla karşılaşmanın şaşkınlığı içindeydim. Siegrid, başımı kendisine çekerek ellerimi tuttu. Yurttaşım olan bir kadının kalbimde açtığı yarayı, ayrı soydan, ayrı dilden olan Siegrid sarmaya çalışıyordu.

Suskunluğum beni boğuyordu. Sadece kasetler değildi yollarda parçalanan. Bugün bile ne zaman Almanya’dan söz açılsa otobandaki o kasetler geliyor aklıma ve ben bir kere daha…

Günler geçti, mevsimler döndü. Tantem ölmüştü. Siegrid Bonn’da bir üniversiteye yerleşmiş, Meral Abla kesin dönüş yapmıştı.

Kirpiklerim yanmış gibiydi.

El kapısı, yel kapısıydı… O kapıyı örtme zamanı gelmişti.

PAYLAŞMAK İÇİN