Ecdât Hayranlığı

Aslında bu özenti bazı çevrelerde eskiden beri süregelir. Osmanlıyı bilmeyen, kulaktan dolma ya da ilkokul eğitimi seviyesinde edindikleri kısıtlı bilgilerle ecdadımıza sözde sahip çıkarlar… Bunların Osmanlı kültürüyle, Osmanlı zevki, Osmanlı estetiği ile ilgisi yoktur. Tarih kitabı okumazlar, tarihi ve dili (Osmanlıcayı da Türkçeyi de) doğru dürüst bilmezler

 

AV. CEM BAYINDIR

 

“1919 yılı Mayısının 19’uncu günü Samsun’a çıktım. Ülkenin genel durumu ve görünüşü şöyledir:

Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu grup, Harbi Umumîde yenilmiş, Osmanlı ordusu her tarafta zedelenmiş, şartları ağır bir ateşkes anlaşması imzalanmış. Büyük Savaş’ın uzun yılları boyunca millet yorgun ve fakir bir durumda. Milleti ve memleketi I. Dünya Savaşı’na sürükleyenler, kendi hayatlarını kurtarma kaygısına düşerek memleketten kaçmışlar. Saltanat ve hilâfet makamında oturan Vahdettin soysuzlaşmış, şahsını ve bir de tahtını koruyabileceğini hayal ettiği alçakça tedbirler araştırmakta. Damat Ferit Paşa’nın başkanlığındaki hükûmet âciz, haysiyetsiz ve korkak. Yalnız padişahın iradesine boyun eğmekte ve onunla birlikte kendilerini koruyabilecekleri herhangi bir duruma razı.”

(Nutuk, Mustafa Kemal Atatürk)

 

Dünyada gündemi bu denli kolay ve hızlı değişen ülke azdır. Aslında gündem ve siyaset üzerine yazmak ve okumak insanı yormaktan ve germekten başka işe de yaramıyor. Bu kez de bazı siyasetçilerin Vahdettin’e, Damat Ferit’e sarılma günlerine girdik.

Bir süredir internette, televizyonlarda, gazetelerde, yollarda, kamu kurumlarında ve gücü elinde bulunduranların dillerinden biçimci bir Osmanlı-Osmanlıcılık düşmüyor. Aslında bu özenti bazı çevrelerde eskiden beri süregelir. Osmanlıyı bilmeyen, kulaktan dolma ya da ilkokul eğitimi seviyesinde edindikleri kısıtlı bilgilerle ecdadımıza sözde sahip çıkarlar… Bunların Osmanlı kültürüyle, Osmanlı zevki, Osmanlı estetiği ile ilgisi yoktur. Tarih kitabı okumazlar, tarihi ve dili (Osmanlıcayı da Türkçeyi de) doğru dürüst bilmezler.

Öncelikle Osmanlı diye bir halk var mıdır? Bunun yanıtı Osmanlı belgelerinde gizlidir. Bu belgelerin hiçbirinde Osmanlı diye bir söz bulunmaz. Bu kavram 19.yy’ın sonlarında ortaya çıkmış ve azınlıklara tanınan hakların bir sonucudur. Kısaca daha çok “azınlıklar” tarafından kullanılan bu kavram, Müslüman Türklerin kullandığı bir şey değildi. O zaman öncelikle şunu belirtelim ki aslında Osmanlı sözü muhafazakârlığın bir simgesi olamaz. Bu bakımdan günümüzde moda olan Osmanlıcılık‘taki yanlışlığın baştan başladığını söylemek gerekir.

Bugün gücü elinde bulunduranların moda yaptığı, Osmanlıcılık savı ya da söylemi bilgisizlik doludur. Bugün her yerde moda olan, geçmişi bugüne taşıma, ecdadın ruhunu yeniden yaratma, İslam dünyasında yeniden söz sahibi olma, imparatorluğun şaşaalı günlerine dönme savı da tümüyle tarihini, geçmişini yeterince okumamaktan kaynaklanan ve yalnızca biçimci bir eylemdir.

Burada derinlemesine bir değerlendirme yapacak konumda ve yetkinlikte değilim ama işin özeti şudur ki, Osmanlı İmparatorluğu güçlü günlerinin ardından 16.yy’dan sonra duraklama ve gerileme dönemine girmiş, 18. ve 19.yy.dan sonra da çöküşe geçmiştir. Osmanlı İmparatorluğunun sona ermesinin, yıkılmasının yeni kurulan cumhuriyet ve Atatürk ile hiçbir ilgisi yoktur.

Bugün kentlerimizde gördüğümüz, kötü taklit Osmanlı yapıları, kötü taklit giysiler, kötü taklit yalan yanlış bir Osmanlıca hevesi, kötü taklit binalar, tabelalar, giydirmeler, süslemeler hiçbir zaman bizim şatafatlı, görkemli günlerimize dönüş değildir. Bu kötü taklitlerle bir kültürü canlandıramazsınız. Kaldı ki, bunların çoğu “ucube”dir, çirkinliği, estetik yoksunluğunu gösterir.

Osmanlı İmparatorluğu’nu, Osmanlı’yı olması gereken (ideal) bir yaşam biçimi olarak edinmek savıyla yola çıkanlar, Osmanlı’nın estetiğe, bilgiye, Doğu toplumlarının, Roma’nın, eski Yunan’ın, eski Anadolu toplumlarının, Fransız ve Alman kültürlerine hâkim, o entelektüel mirasını, Osmanlı’nın son dönem çok önemli aydınlarını anlamaktan yoksundur. Bugünkü güç sahiplerinin bu özgün ve entelektüel mirasın bugüne nasıl taşınabileceğine ve kültürümüzün gelişmesine en küçük bir katkısı yoktur.

Çağdaşlığın, bizde kabaca 100-150 yıllık bir geçmişi var. Daha başından beri çağdaşlık ülkemizde bir tür doğu kültürü egemenliğinde geçmiş ve batıda bilinenden farklı bir biçimde yaşanmıştır. Şimdi de aynı çerçevede yaşamaya da devam ediyoruz. Son yıllarda güç sahipleri, bu doğululuğu, Orta Doğululuğa benzeyen bir yönde bir melez tipe çevirdi. Bu sözde yerli kültürümüz yani öykünmüş bir Orta Doğululuk her alanda, dilde, şiirde, heykelde, yapılaşmada, bakış açılarımızda, toplumsal yaşamda kibirli, sıradan ve ticari kaygılarla üretilmiş bir estetik anlayışına neden oldu.

Bu kibir kokan ve sıradan estetik (estetiksizlik) son dönemde, dilde, yazıda, şiir ve heykellerde kamusal alanda ‘görünür’ kılındı. Beni bu konuda en rahatsız eden bir konu da, lokanta, sokak, otel, kahvehane, mağaza gibi yerlerin ve tabelaların görünümleridir. Mimar Sinan’ın ölümsüz eşsiz yapıtlarının, Osmanlı camilerinin, külliyelerinin yanında bugünkü taklit mimari anlayışımız ve büyük kentlerdeki gülünç “Şehr-i Kebap and Lahmacun” gibi ucube tabelalar artık her yerde gözümüze çarpıyor. Kötü restorasyonlar, gülünç işlere ucube demek bile yetersiz kalıyor…

Geçtiğimiz tarihlerde Osmanlı özentisi içerisinde uzun süre Ankara’yı yönetmiş, belediyenin futbol takımının adını “Osmanlıspor” olarak değiştirmiş günümüzün hiperaktif emeklisi bir belediye başkanı, Türkiye Cumhuriyetinin 1926 yılında uyuşturucu fabrikasını kurduğunu, halkı uyuşturucuya teşvik ettiğini, özendirdiğini ileri sürmüştü.

Oysa sözü edilenin bir ilaç fabrikası olduğunu, kimya alanında ve ecza sanayiinde kullanıldığını ve bunun (Uyuşturucu İnhisarı) Türkiye Cumhuriyeti ile değil Osmanlı’da “yedd-i vahit” yani tekel olarak yapıldığını bilmesi gerekmez miydi?

Gerçi “jelibon”u maden sanan, BJK’li eski oyuncu Aboubakar’ı Suriye şehidi ilan eden bu kişiden genel kültür beklememiz de abartı olurdu.

1890’larda tüm dünyada ilaç sanayinde kullanılan eroin bizde de haşhaş denilen bir bitkiden üretiliyordu. 1900’lerde Osmanlı’da devlet, 60’a yakın ilimizde düzenli olarak afyon ekimi yapmaktaydı. O dönemde zamanla da bunun bağımlılık yaratması ve uyuşturucu yani amaç dışı kullanımının görülmesi nedeniyle tüm dünyada olduğu gibi Osmanlı da Türkiye Cumhuriyeti devleti de bu maddenin üretimini tekeline almaya çalışmıştır. Bunu bilmeyen birinin kendini “Osmanlı’nın evladı” ilan etmesinin yorumunu size bırakıyorum.

Yine; edebiyatta da, özellikle eski Türkçe ve dinsel sözcükler büyük yanlışlıklarla kullanılıyor. Bu durum, bugün edebiyat, yazı ve şiir, tarih yapıtlarında gittikçe yaygınlaşarak egemenlik kazanıyor. Bu özenti toplumun her kesiminde var. Özellikle şiirde eski dilden, sözcüklerden, dinsel sözlerden medet umanları şaşkınlıkla izliyoruz. Bugün okumayan, ancak algı yönetimi ile kendini yükseklerde görmesi istenen bir toplumunun bu yetersizliğinin sorumlusu, bilgiyi, kuramı ve estetik kültürü “ucube” diye dışlayan siyasal anlayıştır. İlber Ortaylı’nın deyimiyle kasaba (taşra) kültürüdür. Cumhuriyetin ilk yıllarındaki heykeller ile 12 Eylül döneminde otoritenin çevremize diktirdiği heykeller arasındaki uçurum gibi…

Birkaç yıl önce siyasal güç yine bu şekilci kafayla kâğıtlara, broşürlere “Ermeni Soykırımı yoktur yazmakla, Yahudi, ABD lobilerine para aktarmakla Ermeni sorununun üstesinden gelineceğini sanmış ama fena yanılmıştı. Osmanlıca yazılmış Ermeni yazarların yapıtlarını, onların edebiyatını, şiirini, tarihini, mimarisini, toplumsal yaşamını okumadan, bilmeden, salt süslü, iddialı sözlerle yani hamaset ile yol almanın uluslararası alanda hiçbir karşılığı yoktur.

Buradan anlaşıldığı üzere bu ve benzeri sorunların çözümü için de ilk koşul, biçimci ve taklitçi bir Osmanlıcılıktan kurtulmak ve içeriğe yani bilgiye sarılmaktır.

Bugün “Ecdât”, “Osmanlı Torunu” söylemlerini kullananlar, ne ecdadı, ne geçmişi, ne onların yaptıklarını bilirler. Türkiye’nin, İstanbul’un, tarihsel kentlerin birçok tarihsel mirasını yok eden, görünümünü bozan, acımasız ve hoyrat anlayışı unutmadık. Bunun nedeni akla, bilgiye, değerlere olan kaygısızlıktır. Bugünün siyasal gücünde estetik öncelikli bir ilke değildir, tarih de, “kültür de ecdât da…

Osmanlıca da böyle. Okumayan, çalışmayan, sürekli yinelemeyen, eski Türkçeyi, Osmanlı kültürünü bilmeyen ve bilgiyi aşağılayan insanlar bugünün Türkçesini bile öğrenemeden, sözde eski yazıyı istemekteler. Oysa dil istemekle, modayla olmaz, okumakla, çalışmakla kazanılır, gelişir…

Televizyonlarda kafasında kırmızı bir fesle Osmanlıca ders verenlerin, yine, çıkardıkları tarih dergileriyle sözde derin bilgiler ileri sürenlerin tarih ve Osmanlıca bilgisi ile bir devletin, tarihine sahiplenme politikası yürütmesinin özentiden öteye gitmeyeceği açıktır.

Yine, “Kentlerin kurtuluş günü yoktur”, “9 Eylülde tek bir kurşun atılmadı”, “Keşke Yunan kazansaydı” diyenlerin, milli bayramların kutlanmasını yıllardır engelleyenlerin, Türk, cumhuriyet, Atatürk sözlerini ağızlarına alamayanların geçmişe sahip çıkmaları olanaksızdır.

Günümüz siyasal anlayışının; felsefe, mantık, sanat, resim, heykel, Antik Yunan, Batı kültürü ve dünya tarihi hakkında ilgi ve düşünce sahibi olan, hükümdarlıkta da Batı dünyasından Hannibal, Büyük İskender ve Jül Sezar’ı çok beğenen, Batı dillerini bilen Fatih Sultan Mehmet’i ya da ülkenin kurucusu büyük önder Atatürk’ü değil de kendisini gemiye alması için işgal güçleri komutanı İngiliz General Harrington’dan ricacı olan Vahiddedin’i daha çok sevmelerinin de bir nedeni olmalı…

Damat Ferit, Vahdettin, Rıza Nur, Necip Fazıl, Kadir Mısıroğlu gibilerden kahraman yaratmaya çalışmak muhafazakâr mahalledeki yokluğun, kültürel sefaletin büyüklüğünü gösteriyor.

Gerçekleri, tarihi, tersyüz edip uyduruk bir tarih yazmak isteyenlerin her fırsatta Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü ve silah arkadaşlarını değersizleştirip, Vahdettin ve Damat Ferit gibileri kahraman göstermeye çalışmaları ve tarihi yeniden yazma çabaları ciddiyetten uzak olup, ancak mizah (gülmece) sanatının konusu olabilir.

Palavralardan ve hamasetten bir an önce kurtulup, memleketimizi, ecdadımızı, tarihimizi; bilgiye, akla, ortak ve kültürel değerlere sahip çıkarak, okuyarak, çalışarak, düşünerek koruyabileceğimizi; büyük ve ciddi ülke olmanın tek yolunun da bilgi, bilim, akıl, sorgulama ve özgür düşünce olduğunu görmemiz dileğiyle…

Padişah Vahdettin’in İngilizler’den sığınma verilmesi ricası

 

paylaşmanız için