Döndüm ki Gitmiş O

Çünkü kadın, bu ilişkide ne istediğini pek bilememektedir. Bu gerilimin kökeni, ilişkilerinin esasına dair karşılıklı açılamamaktır. Açılma hususunda adamın derdi, ya o istediğim yola gelmezse; kadının derdi ise ya beni istediği yola getirmek isterse, gerilimiydi

 

 

SAMİ GÜNAL

Yunanistan aktarmalı İtalya’ya giden gemideki yolculuğum sırasında geminin barında bir masa üzerinde unutulan dört sayfalık mektubun hikâyesidir bu.

Masada yarım bırakılmış ayrılık şarabının dibine henüz düşmüş iki damla gözyaşı da vardı. Dolgunca duran bu iki damla gözyaşının titrer hâlde olmalarına desem ki kendi içlerinde ağlıyorlardı, fazla melankolik bir tanımlama olacaktı. Melankoliye kapılmamak için dalga boylarının gemide oluşturduğu sarsıntıların artçı vuruş titreşimleridir, deyip seyre koyuldum.

Aklıma ilk düşen, bu masanın sahibi erkek miydi, kadın mıydı, sorusu oldu. Nedendir bilmem ayrımsama unsuru olarak kadeh ağzında ruj lekesi aradım. Ruj lekesi olmuş olsaydı kolayından ha bu bir kadın masası, diyebilecektim. Gel gör ki o da yoktu. Bunun absürt bir imgeleme olduğunun farkına anında vardım. Olur ya ruj kullanmayan bir kadın kalkmış olduğunda ha bu bir erkek masasıdır, mı diyecektim? Sahibinin cinsiyetini ayrımsayamayınca merakımı yenemeyip artık sahipsiz kalan ve bir anlamda kamuya açılan mektubu oturup okudum.

Girişinden anladım ki bir adamın aşığına yazdığı mektuptur bu. Bu meçhul adam, mektubuna başlarken şöyle demiş:

“Oysaki İstanbul’dan ayrılırken masama bıraktığım iç dökmelerimin bir yerinde demiştim ki ‘Sana bir emanetim bile yok, ben gelesiye kadar aman ha iyi bak, diyebileceğim. Keşke bilinçaltımdaki vurguna giderayak dokunmasaydın. Çok kırıldım sana ey İstanbul!’”

Adamın kişileştirdiği İstanbul için kendi masasına yazdığı bu serzenişteki şu dokundurma cümlesi meseleyi anlaşılır kılmaktadır:

“Keşke giderayak bilinçaltımdaki vurguna dokunmasaydın!”

İki âşık arasında ayrılıktan öte bilinçaltına yerleşen vurgun ne olabilirdi ki?

Okudukça anlar oldum mektubun yan boşluklarına neden Ahmet Muhip Dıranas’ın “Fahriye Abla” şiirinin döşendiğini. Altlı üstlü oturan iki komşu olmaları dolayısıyla  “Sen ne güzel komşumsun” vurgusuna dikkat çekmek için olsa gerek.  Bu meçhul adam aşk ilişkisinde çok çekmiş olan içli bir âşık ki şikâyet ederken bile şiirlere sığınmış.

“Mevla’m ne verirse razıyım ona / Şikâyet olmasın ol kerem cana / Bu kadar da cefa yeter vallahi”

Altlı üstlü komşu olmalarının avantajıyla birbirlerine “bir ‘an’ kadar yakın, bir ‘asır’ kadar da uzaklar” içlerinde taşıdıkları çelişkiler ve kırgınlıklarla.

Adam, dolambaçlı duygulara pas vermeyen net bir kişiliğe sahipken ilişkilerinin geleceğine dair kadının kuşku yaratan iç çelişkileri aralarına yavaş yavaş bir gerilim sokar. Çünkü kadın, bu ilişkide ne istediğini pek bilememektedir. Bu gerilimin kökeni, ilişkilerinin esasına dair karşılıklı açılamamaktır. Açılma hususunda adamın derdi, ya o istediğim yola gelmezse; kadının derdi ise ya beni istediği yola getirmek isterse, gerilimiydi. Açılma sonucunda bir çelişki doğup da ya birbirimizden uzaklaşırsak ne olacak, korkusu vardır. Yol dedikleri; ilişkilerine geleneksel bir ad konulması, yani resmiyet kazandırılması, yani evlilik akdine çevrilmesiydi. Aslında ikisinin de hayata tutunma arayışı “düzeyli birliktelik” üzerineyken adamın evlilik akdini öne sürmesi çok çelişik bir durumdu. Adamı böylesine zorlayan neden ne idi? Var bunda bir hikmet! Kadınsa, birliktelikleri bağıtlanmadan olabildiğince yan yana olmayı arzuluyordu.

Bu çerçevede birlikte çıkmayı planladıkları İtalya seyahatleri de zaman darlığı içinde heveslendikleri otomobil yolculuğundan uçak yolculuğuna evirilir. Ne yazık ki adamın uçak korkusu bu yolculuğu engeller. Kadın, hevesi içinde kalmış bir şekilde harici arkadaşlarıyla çıkmak zorunda kalır. Bu ayrılığı, önce geçici mekânsal bir ayrılık olarak varsayarlar. Hatta hep dip dibe olunmaz ki ayrı kalmayı da bir denemek gerekir diye olumlamaya çalışırlar. Gönülsüzce de olsa kadın bu teselli yakıştırmalarıyla sevgilisinden ayrı olarak bir başına İtalya seyahatine gitmek zorunda kalmıştır. Sanki adamın hevesi içinde kalmaz mı? Daha beter kalır.

Adam bu sarsıntıyla, kadın daha İtalya’ya uçmadan birkaç gün öncesinden her zamanki sığınağı olan Cunda Adası’na gider. Gitmiştir de ferahlama mekânı olan o Cunda’ya sığmaz olur. Bu sıkıntıyı yarmak için tebdili mekânda ferahlık vardır, inancıyla daha da yer değiştirmek ister. Birkaç günlüğüne Midilli’ye gidip gelmek için Ayvalık limanından gemiye atlar. Anlaşılan o ki gönderemediği mektubunu masa üstünde bırakarak Midilli içine dalar. Bense mutat Avrupa seferine çıkmış bir gezgin olarak tesadüfen bulduğum bu hikâyede anlatıcılığı üstlenmiş oldum. Adriyatik ortasında kalan bu sahipsiz mektup artık bana emanettir.

Bu arada ayrı oldukları süre içerisinde kadın, sosyal medya hesabından sevmek-sevilmek, sahiplenmek-bırakmamak ve özveri üzerine anlamı birbirlerinin üzerine düşen paylaşımlarla göndermeler yapmaktadır. Sevgilisinin, kendisini aşırı heyecan duyduğu bu seyahatte yalnız bıraktığı yetmezmiş gibi yolcu savuşturması dahi yapmadan çekip gitmesine çok içerlemiştir. Onu bir affetmeme hâli sarmıştır.

Oysaki adam art niyetsiz olarak sırf yalnızlığa bir an önce alışmak için başını alıp gitmiştir.

Kadının içindeki gerçeği dışa vuran o sanal feryatlar ister istemez çağrı niyetine adama çok dokunmaktadır. Kadından yükselen ayrılık feryatlarının kamçılamasıyla bu ayrılığa daha baştan dayanamayacağını anlayan adam, sevgilisinin İtalya’ya gideceği gün tatilini yarıdan kesip can havliyle İstanbul’a döner.

Sabaha karşı eve vardığında site içinde bir park yeri dahi bulamaz. Şu ilahi duruma bak ki bir tek kadının otomobilinin arkasında bir arabalık yer vardır! Biraz tebessüm biraz da uhrevi bir maneviyatla değerlendirir bu durumu. Bu mecburi bir araya geliş, sanki birleşmeyi çağrıştırır gibi bir ruh hâline büründürür adamı. Hem mecburiyet içinde hem de manevi bir huzur duygusuyla kadının arkasına park etmek ister. Fakat kuşkuludur. Bir yandan ani dönüşle kadını sürprize boğmak isterken diğer yandan da kadının kırgınlığından çekinmektedir. Adam, sevgi dolu hasretlikten içi yanarak tatilini yarıdan kesip koşa koşa sevgilisine gelmişken sabah park yerindeki karşılaşma sırasında onun olası soğuk davranmasını kaldıramayacağını düşünmektedir. Onu rahatlatacak karşılaşma, böylesine aniden göz göze gelmek değil de ileride bir yerde yavaş yavaş gözüne dokunmaktır.

Evet, sabah çifte sürpriz vardır. Kadın pencereden baktığında sevgilisinin otomobilini kendi dibinde park hâlinde görünce bayıla yazar.

Adam, yol yorgunu olmasına rağmen, sevgilisinin uçuş saatine hayli zaman varken heyecandan sabahın erken saatinde uyanır. Sevgilisini park yerinde yakalayacağını düşünerek asansörün çağrılmasını dahi bekleyemeden üçüncü kattan merdiven basamaklarını üçer üçer atlayarak iner. Binanın ön bahçesindeki masaya mevzilenecek ve ansızın sevgilisinin gözüne dokunarak hem sürprizini tamamlayacak hem de gönül almış olacak.

Tam masaya tüneyecekken bakar ki sevgilisinin park yerini hafiften çiseleyen yağmur ıslatmış. Nemli gözlerle yağmur altında bir saat kadar öylesine kalakalır. Telefon sesiyle irkilir:

— Affet! Yüreğim daraldı… Park yerim kurumadan geliyorum!

Affeder ama tatilden geri kalmasına da kıyamaz. Sevgi denilen nedir ki? Beklenildikçe tatlanır.

— Biraz daha özlemek istiyorum… Dönme, İtalya’ya git!

Merak edenlere:

Ne gökte düşen üç elma var; ne daha muradına ermişler var; ne de kerevetine çıkanlar var. Bu hikâye bitmez.

 

paylaşmanız için