Şimdi, tek ‘başarısı’ partili önder kadrolarını ezmek ve iç mücadeleyi her ne pahasına olursa olsun kazanarak kendini tatmin etmekten ibaret bir menzilin sonunda; nereye ve neden savrulduğunu hiç değilse kendi vicdanıyla kaldığında itiraf ediyor mudur?
HALDUN ÇUBUKÇU
Tıklım tıklım doluydu salon. Yakın zamanda legal yaşama geçilmiş, Türkiye İşçi Köylü Partisi (TİKP) kurulmuş, günlük gazete hazırlıklarına başlanmış.
Hemen herkes genç, yıl 1978. Ankara Derya Sineması’nda 1. Kongre yapılıyor. Binlerce kişi başkanlarını ve çoğu yöneticilerini ilk kez gerçek adlarıyla, açıkça görüyorlar. Gün Zileli, Hasan Yalçın, Halim Spatar, Aydoğan Büyüközden, Mehmet Bedri Gültekin, Oral Çalışlar, Mustafa Kemal Çamkıran, Halil Berktay, Durmuş Uyanık…
Mamak zindanından kayda değer direnişleriyle ses getirmiş, omurgasının sağlamlığıyla hâlâ geçerli bir siyaset belgesi olan Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi Davası – Savunma’sını yazmış ve yapmış olmanın belli etmemeye özen gösterseler de gururunu taşıyan devrimcilerin dolaysız şekilde kitleleriyle buluşması; Türkiye Devrimi’nin yolunda bir aşama noktası.
Böyle görüyorduk ve olasılıkla da, bir yanıyla öyleydi.
PARTİ İÇİ DEMOKRASİYE BAKAR MISINIZ
Yurdun dört bir yanından gelmişler. Coşkularını, kararlılıklarını, mücadele azimlerini heyecanlarında bileyerek getirmişler. Yüzlerce delegenin hemen hepsi söz almak istiyor.
Ne var ki kurultay sadece 2 gün, üçüncü gün spor sergide düzenlenecek büyük şenlik var. Ama konuşmak, heyecanını, coşkusunu kararlılığını göstermek, devrimci mücadele azmini ortaya koyarak devrimin şanlı yolunda tarihe hiç değilse bir tümceyle olsun fikir bırakmak arzusu öylesine baskın ki! Ne var ki, o kadar insana o kadar zaman yok! Süre daralıyor ve kongre divanına Doğu Perinçek imzalı öneri geliyor:
Parti raporları ve siyaset belgeleri lehinde konuşacakların zaman süresi 5 dakika ile sınırlanıyor.
Ve… Aleyhte söz alacaklara ise sınırsız süre…
Düşünebiliyor musunuz?
O günler… TİKP müthiş bir ilgi odağı, siyasetleriyle sadece diğer solun tepkisini çekmiyor, sempatilerini de kazanan bir ilgi odağı. Yoğun katılımlar var…
THKO sanıklarından Ahmet Erdoğanlar, Zeki Önler, Türkan Sabuncular… Aktan İnce gurubundan Hikmet Çiçek, “Sol Parti –Cephe” olarak da tanınan Halkın Yolu; Kamil Dedeler, İlkay Demirler, Necmi Demirler, Ömer Güvenler ve THKP-C Savunmasının pek çok bölümünü yazan Sina Çıladır… TKP-ML TİKKO kökenliler Arslan Kılıçlar, Ali Mercanlar… Yüzlerce, binlerce kişi o günlerde ve akabinde cezaevlerinden, mücadele alanlarından TİKP’ye katılıyor.
Coşku daha da yükseliyor…
Ve o coşku içre işte bu karar alınabiliyor: Lehte konuşacaklara 5 dakikalık, aleyhte söz hakkı alacaklara ise sınırsız süre…
Üçüncü gün, binlerce kişinin taşırarak doldurduğu 19 Mayıs Spor Salonu’nda Perinçek kapanış konuşmasını yapıyor. Bir fıkra anlatıyor. Salonda çıt çıkmıyor.
TİKP’nin diğer partilerden ve hatta sosyalist devlet uygulamalarından ayrılan yönüne, değerine vurgu yapan bir fıkra!
Salon pür dikkat kesilmiş Doğu Perinçek’i dinliyor:
“Sovyetler Birliği Komünist Partisi 20. Kongresi.
Kruşçev kürsüde, bağırıyor, haykırıyor:
– Stalin şöyle katildi, böyle hayduttu…
Hakaretler yağdırıyor.
Bütün salon dinlerken, bir ses:
– Peki, sen neredeydin o zaman?
Kruşçev konuşmasını kesiyor, salona bakıyor ve öfkeyle gürlüyor:
– Kim söyledi onu?
Çıt yok!
Kruşçev bir daha, bir daha soruyor:
– Kim söyledi onu?
Çıt yok yine.
Kruşçev çıt çıkmayan salona bakıyor ve cevabı veriyor:
– Nerede miydim? İşte, senin oturduğun o yerde oturuyordum!”
Mesaj anlaşılmıştı. Coşku salonu yıkıyor: Bizim partimizde farklı fikirler zulüm görmeyecekti, düşünce ifade etme özgürlüğü belirleyici olacaktı, eleştirinin üzerinde hiçbir şey yoktu ve bastırılamazdı, her devrimci korkmaksızın, sakınmaksızın fikrini açıklayacaktı… ve böylece iki çizgi mücadelesinde Kruşçevlerin partiye egemen olması engellenecekti.
Yani Mao Zedung’un önerdiğini yapacaktık: Yüz çiçek açacaktı ve yüz fikir akımı birbiriyle yarışacaktı.
Ne güzel değil mi!
İşin aslına bakarsanız, bu sosyalist demokrasi modelinin karşılığı pek yoktu.
Çünkü, o zaman partide tek bir kişi bile farklı düşünmüyordu. Sadece Halil Berktay tuvalete giderken karşılaştığı Kamil Saydam’a “ Adama bak, bana söz vermiyor…” diye serzenişte bulunması farklı fikir sayılmazsa… Kamil hoca gülümseyerek aktarıyordu sonradan.
Ne zaman partide ciddi anlamda farklı düşünceler, eleştiriler doğmaya başladı, 1978’de söylenilenler buharlaştı.
O kadar ve öylesine buharlaştı ki, bugünlerde Vatan Partisi(VP)nden istifa edenlerin maruz kaldıkları saldırı, uğradıkları hakaretler, suçlamalar asılsızlıkları bir yana, gerçekte hoşgörünün, arkadaşlık değerlerine bağlılığın, demokratik esnekliğin, devrimci tahammülün sadece laf olduğunu ortaya çıkardı, Doğu Perinçek ve yönetici kadrosu için.
Olgular gerçek değerlerini sınandıkları süreçlerin çetinliğine göre edinirler.
Ne zaman gerçek bir muhalefet, aykırı yönelimler, farklı düşünceler belirmişse, güçlerinin orantısına göre Perinçek anlattığı fıkranın kendisini yaşamaya ve yaşatmaya başlar olmuştur.
SOSYALİST DEMOKRASİ VE İKİ ÇİZGİ MÜCADELESİ
Ne yazık ki şu ya da bu ve ama gerçek nedenlerle, içten ya da dıştan çok zorlu bükme – yıkma uğraşlarıyla karşı karşıya kalan öncü partiler ve sosyalist pratikler vaat ettikleri halk demokrasilerini, kitle iktidarlarını, özgürlükleri inşa edemediler. Hatta, dahası; iç acıtıcı, hüzün verici olaylar üzerinde sadece parti egemen düşüncesini onaylayan, kutsallaştıran ve farklı fikirleri, “hasımları” lanetleyerek yok eden bir tarih oluşturuldu. Moskova Duruşmaları gibi; Bolşevik Partisi’nin seçkin önderleri; Buharin, Kamanev, Rikov, Troçki, Radek, Zinovyev’lerin… idamla ve asla inandırıcı olmayan “casusluk” türünden hükümlerle yaşam haklarının gaddarca alınması gibi.
Arnavutluk Emek Partisi Merkez Komitesi toplantılarında Mehmet Şehu, Bekir Balluku gibi seçkin devrimcilerin vurulup öldürülmeleri gibi… [1]
Yine Arthur London’un kaleme aldığı Çekoslovakya yaşanmışlığındaki partililerin “İtiraf”ı komünist vicdan ile gelecek tasarımları bağlamlarında, az acı verici değildir.
Çin’den Yugoslavya’ya, Portekiz’den Endonezya’ya… Fransa’dan Peru’ya uzanan silsilede tarih iktidar ya da legal – illegal muhalefette olan partilerin şu ya da bu derece acılı iç pratikleriyle maluldür.
Hele de yer yer, şizofrenik yapıları içinde kendilerini gerçekliğe büsbütün kapatarak Marksizmin elem verici karikatürü haline dönüşmüş, illegaliteleri içinde her türlü istihbarat örgütünün doğrudan ya da dolaylı aracı halini almış “silahlı propaganda”örgütlerinin kendi üyelerine uyguladıkları dehşet verici yöntemler ve infazlar “sosyalizm” adına insan harcamanın, mahvetmenin en ahlâksız ve uğursuz örnekleri durumuna gelmiştir.
Oysa Marks ve Engels’in engin bilgeliklerinin tanımladığı aygıt bu aygıt, yönetme biçimi bu biçim değildi.
Savaş ve iç savaş koşullarında şekillenen Leninizm’in “demokratik merkeziyetçilik” temelli örgütü belki yaşanan vahamette etkilidir ama zorunluluğu değildir. Öyle ki bizzat Vladmir İliç bazan çok gereksiz olarak, kimi zaman da gaddarca bir alaycılıkla zekasının Mefistofeles yanını düşüncesini beğenmediği arkadaşları için ( başta Troçki, Stalin vd. olmak üzere ) kullansa da ve kullanarak böyle bir dil, üslup geleneğini sola yadigâr bıraksa da, öte yandan “kelle alıcı” olmamıştır; hiç olmamıştır, aklından bile geçmediği bellidir; dahası ve dahası Stalin’le Troçki’yi, Sverdlov’la Lunaçarski’yi, Rikov ile Kamanev’i aynı partide, en üst düzeyde yan yana; birlikte tutarak devrimi başarma, önderlik etme cevherine sahip olduğunu kanıtlamıştır. Bütün o, tarihin bir cömertlik anında bir araya gelmiş olağanüstü zeki; zeki olduğu kadar müthiş donanımlı yoldaşlarının katkılarının önemini biliyordu, bir arada tutmanın belirleyiciliğini görmüştü ve devrimi mümkün kılan da onun bu yeteneği ve birikimi bir arada tutma becerisi, hüneri, başarısıydı. Onun için Lenin’di O.
Ve elbette Mao Zedung.
“İnsan kafası pırasa değildir, kesince yenisi bitmez” fikrini, geri bir köylü toplumunun “iç” sınıf mücadelesinde olduğu denli “dış” mücadelesinde de temel ilkelerden biri haline getirmeye çabalar. Partide, Şanghay çizgisi ( Vang Hungven, Çang Çunçiao, Ciang Çing, Yao Venyuan) ile Deng Siaoping’i, Kang Şeng ile Hua Guofeng’i ve bir zaman kesitinde ise Lin Biao ile Liu Şaoşi’yi bir arada tutma yeteneğine sahip olduğu için devrimi örgütleyebilmiş, önder zekaların harcanmasına mümkün olduğunca engel olmuş, ortak vicdan ve bilgelik olarak Cu Enlay’ı sonuna kadar “İkinci Adam” olarak kimi zaman kendine karşı bile desteklemişti.
Üstelik Sovyetler Birliği pratiğinin ve Çin Komünist Partisi’nin deneyiminin farklı bir partiyi zorunlu hale getirdiğini görüyordu. Gerçek bir “Sürekli / Kesintisiz Devrim” kitle hareketi ve inisiyatifi olmalıydı sosyalizmde. Ve elbette “Yüz çiçek açsın, yüz fikir akımı” yarışsındı. Sosyalist demokrasi alabildiğine halk tabanlı olmalıydı. Sovyetler’deki yabancılaşma ve yozlaşma bir tek şeyi göstermişti: Sanıldığı gibi sosyalizme tehlike asıl olarak dışarıdan gelmiyordu, parti ve devletin yozlaşması; çürüme iç’ten oluyordu. Yabancılaşma; yani liberalizmle mayalanan revizyonizm. Düşman uzakta değildi, o partinin içindeydi ve çoğunda da en başında. Büyük Proleter Kültür Devrimi’ni başlattığı zaman temel vurgu buydu: “ Düşmanı uzakta aramayın, o partinin en tepesindedir. Karargahı ele geçirmiştir. Karargahı bombalayın!”
Böylelikle, Kültür Devrimi bir yandan partideki, örgütteki yozlaşmayı, kast ilişkilerini kırma; emekçi kitlelerin kendi kaderinde söz sahibi olmak için ayaklanma eylemliğinin en yeğin halini alırken öte yandan da Çin’i ve dünyayı sarsan bu muazzam kitle hareketinde, yer yer anarşi ve kaosa da dönüşen süreçte, “aşırı sol”un şiddetini ve her aydını, her parti seçkinini mahvetmeye varan gaddarlığının önüne geçmek, mümkün olduğunca hedefteki insanların hayatını korumaya çalışmak Mao’nun derdi olmuştur. Nitekim “iki kez düşen üç kez yeniden ayağa kalkan” Deng Şiaoping, Orianna Fallaci’ye yaşamını Başkan Mao’ya borçlu olduğunu açık yüreklilikle belirtir.
TÜRKİYE SOLUNUN KADERSİZLİĞİ YA DA PERİNÇEK’E DÜŞEN MİRAS
İşte Doğu Perinçek’in kendine sonsuz güveniyle altı çizilmiş önerisinin ideolojik kapsamı, dünya çapındaki sol politikaların içerdiği iki çizgi mücadelesindeki Mao Zedung katkısını sahiplenmesi bağlamındaydı; ama henüz bahçe ‘dikensiz güller’le doluyken.
Bir zamanların partide iki çizgi mücadelesinin kaçınılmazlığını kuramlaştıran, aynı zamanda bu mücadeleyi yine Mao’nun “Halk içindeki çelişmelerin doğru ele alınması” makalesi bağlamında olgunlukla karşılayan Perinçek bu politikaları ve siyasi kültürü önce bir Sağ savruluş olan “Kanat” hareketine karşı mücadelesinde, sonra da bütün muhalefet süreçlerinde unutulmaya terk etti, yerini antagonistik çelişmelerin almasına göz yumdu, hatta sağladı.
Bu Türkiye Sol’unun da kadersizliğidir.
Türkiye Solunun da parti içi demokrasi karnesi felakettir.
TKP içi mücadelelerden bugüne kadar.
Mehmet Ali Aybar, Hikmet Kıvılcımlı, Behice Boran, Mihri Belli, Sadun Aren… ve yönetikleri partilerde iç işleyiş de şu ya da bu ölçüde ve muhalefetin gücüyle doğru orantılı olarak aynı şekilde yaralıdır. Mutlaka “kesin doğru”yu elinde tutan parti yönetimi ve onlara karşı mücadele açmış “sağ ya da sol likidatörler/tasfiyeciler” arasında bitmez tükenmez hesaplaşmalar tarihi. Enerjinin dışa, iktidarı almak için harcanması değil de içteki boğazlaşmaya harcanması.
Birileri birilerini mutlaka parti dışına sürmek ya da ötekiler partiden kopmak, yeni parti kurmak zorundalardır. Nâzım’ın bile parti düşmanı olarak nitelendiği süreçlerde, mesela Nâzım’la arası pek içaçıcı olmayan Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın apar topar tedavisinin kesilerek D. Almanya’dan sınır dışı edilmesi de bir ölüm cezası yerinde değil miydi? Bunu kapitalistler, gericiler… filan da yapmamıştı.
Öte yandan, hepimize doğrudan ya da dolaylı emeği geçmiş bu anıtsal kişiler, öğrendik ki birbirlerini pek sevmezlerdi.
Yüzleri alabildiğine asıktır, Nâzım hariç pek gülen fotoğraflarına rastlanmaz. Kuşkusuz devletin zorbalığına karşı, çoğu illegalitede ve cezaevlerinde geçen zamanların, Sansaryan hanlarının yadigarı ve Soğuk Savaş ortamının izdüşümüdür çehreleri: Vakur, sert, keskin ama rahatlığın, yumuşaklığın, neşenin, esnekliğin izi yok. ( Yine, lider olmadığı için belki; Nâzım hariç)
Ta ki 68’e kadar…
68 Kuşağı çıktığında kahkahaları, neşeleri, şakaları ile ortaya çıkar. Belirli ölçüde Sovyet etkisinden kaynaklanan bürokratik donukluğa karşı da isyandır.
Deniz’in yüzü gülmektedir, hep şakaları, neşesiyle anımsanır. Mahir de öyle, ne denli sert görünmeye çalışırsa çalışsın esprileriyle, gülümseten anılarıyla Mahir’dir. Sinan Cemgil, Ulaş Bardakçı, Yusuf ile Hüseyin… 68 gençlik aşısıdır, Türkiye sosyalizmine neşe aşısıdır, güler yüz aşısıdır… Kitleselleşmeye başlama ile popülerleşme devranıdır.
Revizyonizme ve bürokratizme karşı devrimci gençliğin Soğuk Savaş sosyalizmine karşı “sıcak” müdahalesidir.
Türkiye Devrimi’nin 9. Senfonisinin koral bölümüdür.
Onlardan 5 – 6 yaş daha büyük olan Perinçek Mihri Belli’nin öğrencisidir.
Aldığı miras Soğuk Savaş komünistlerinin keskin çehresi, esneklik dışılığı, bürokratizmidir. Her ne kadar Mao Zedung düşüncesini savunuyor olsa da, partisinin iç işleyişinde, 1968 – 78 arası dönemde biraz da eşitler ilişkisinden dolayı ve illegalite koşullarının kapalılığının paradoksal olarak yarattığı özgürlük kesitinin dışında Maocu tarza asla izin vermeyen bir savunuş!
YILDIZININ PARLADIĞI AN’I KATLETMEK
1978’den gelen binlerce partiliden kaçı Perinçek’in anlattığı bu “fıkra”yı anımsıyor?
Ya Perinçek?
Neden o günlerden fiili olarak tek bir kişi bile kalmadı yanında?
Şimdi, tek “başarısı” partili önder kadrolarını ezmek ve iç mücadeleyi her ne pahasına olursa olsun kazanarak kendini tatmin etmekten ibaret kalmış olarak; nereye savrulduğunu hiç değilse kendi vicdanıyla kaldığında itiraf ediyor mudur?
Etse ne değişir?
Ömrü uzun olsun, 150 yaşında da partisinin yine “hiç yanılmamış” başkanı olsun bu ayrı, ama ömrünün “finalini” çok kötü yaptığı kendisinin de farkında olduğu bir şey olmalı ki, bu kadar saldırgan bir tarz ile ve hatta kanıtlandığınca apaçık yalanlara bile başvurmaktan çekinmediği bir çaresiz ruh haliyle, “kendini yıkışın yıkışı” olarak, ne kadar kuramlaştırarak aklamaya kalkarsa kalksın karşı-devrime ve Cumhuriyet düşmanlarına hizmet ediyor.
Birkaç yüz tapınanın dışındaki bütün itibarı yer ile yeksan olmuştur.
Değeri, AKP için kullanılma değeri içeriklidir ve liberaller nasıl kullanılıp atıldıysa VP de öylece atılacaktır.
Ama bütün bunların, süreçlerin toplamı Perinçek için hiç ama hiç iyi anımsamalar oluşturmayacaktır.
Oysa Behice Boran’ı anımsıyorum.
Mao Zedung düşüncesinden gelen bir devrimci olarak, aykırı örnek olduğu için vereceğim; ne kadar farklı düşünce ve yaklaşım içinde olursam olayım ben şimdi Behice hanıma, o yüreği ak, vicdanı ak devrimciye, üzerimde büyük emeği olan ve pek çok şeyi öğrendiğim, bir zamanlar kurşun atsalar önüne geçmekte tereddüt etmeyeceğim, hayran olduğum Doğu Perinçek’le kıyaslanmaz şekilde saygı duyuyorum ve manevi anısı önünde aynı saygıyla, sevgiyle eğiliyorum.
***
Her şeye karşın Perinçek’in de diğer sol kesimlerin çoğunluğunda o saygıyı yaratacak ve belki de tarihte “yıldızının parladığı an”ı oluşturacak bir şansı oldu. AKP’ye karşı mücadele dönemi, Ergenekon kumpasındaki ödünsüz tutumu, ezici mücadelesi… Silivri zındanı çıkışındaki meydan okuyuşu… İşte o an!
Kapı onun için açılmıştı!
Ama girmedi, kapıyı anlayamadı ve göremedi.
Kapı kapandı ve o da ancak kendinin ve müritlerinin inanacağı saçmalıklara şu ya da bu nedenle gericiliğin safına düşüverdi.
Keskin savunucusudur şimdi.
Ve bitiş…
“Kibirdir yorulup yollarda kalan …”
Bunu da ondan öğrenmiştik.
***
Neden?
Neden’i yanıtlamak belki de sol’un toplam açmazını aşmak için bazı ipuçları verecek, sürdürelim o zaman.
[1] Bu bağlamda Mecit Ünal’ın yazmaya niyetlendiği yazıyı ben de sabırsızlıkla beklemekteyim