Demir Özlü: Mutluluğum ülkemin mutluluğuna bağlı

‘1979 Aralık ayından sonra bir tür gönüllü sürgüne gittim. Çok karamsar bir dönemdi. Ülkemin düştüğü duruma üzüldüğüm için beş yıl kadar bir şey yayımlamadım…’

 

 

BEYAZIT KAHRAMAN

Geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz ülkemizin en önemli aydın ve yazarlarından Demir Özlü’nün adı “50 Kuşağı” yazarları arasında anılır. “Bunaltı”, “Öteki Günler Gibi Bir Gün”, “Bir Uzun Sonbahar”, “Bir Küçük Burjuvanın Gençlik Yılları”, “Amerika 1954”, “İthaka’ya Yolculuk” adlı roman ve öykülerinin yanı sıra “Bir Beyoğlu Düşü”, “Berlin’de Sanrı”, “Kanallar”, “Önünde Boş Bir Uzam”, “İşte Senin Hayatın” adlı anlatı kitapları bulunan Özlü’nün ayrıca birçok anı, gezi ve deneme türünde eserleri bulunuyor. Aşağıda okuyacağınız röportajı 2013’te Mersin Kenti Edebiyat Ödülü’nün Demir Özlü’ye verilmesi vesilesiyle İstanbul’da gerçekleştirmiştik. Fransa’da yükseköğrenim gördüğü ve İsveç’te yaşadığı yıllarda Avrupa edebiyatını da yakından tanımış olan deneyimli yazarımız Demir Özlü’yle edebiyat anlayışını, yapıtlarını, Türk ve dünya edebiyatındaki gelişmeleri konuşma olanağını bulmuştum. Bir kısmını o günlerde yazarları arasında yer aldığım Aydınlık Kitap’ta yayımladığımız söyleşiyi, Kurtuluş’taki evine yakın, sakin ve nezih bir ortamda, sıcak çay eşliğinde gerçekleştirmiştik.

 Demir Özlü bundan böyle bıraktığı eserleriyle aramızda olmayı sürdürecek

MUTLULUĞUM ÜLKEMİN MUTLULUĞUNA BAĞLI

Her yıl verilen Mersin Kenti Edebiyat Ödülü’ne bu yıl (2013) siz layık görüldünüz. Bundan dolayı kutlarım sizi. Aslında sizin için “ödüllere doymuş bir yazar” denebilir. Seçici kurul, bu ödülün size verilmesinin gerekçesini, “Öykülerinde kentlerin ruhunu ve bu ruhu oluşturan insanları varoluşçu ve üstgerçekçi öğelerle örülü, entelektüel ve gizemli bir atmosferde sorunlaştırdığı; zaman, yer, tip ve olay örgüsünü en aza indiren durum öykülerinde anlamsızlığı, kuşkuyu, hiçleşmeyi ve sessizliği ağır ve hüzünlü bir dille araştırdığı; yaşama sevincini ve eleştirel bir ahlaki sorumlulukla üstlenen bireyin acı çeken bilincini kentli bir duyarlıkla anlattığı, Türkçenin ve çağdaş edebiyat dilinin gelişmesine katkıda bulunduğu…” sözleriyle açıklamış. Bu değerlendirmeler size neler düşündürüyor?

-Bu değerlendirmeler üzerine benim konuşmam ne kadar doğru olur, bilemiyorum. Türkiye’deki edebiyat ortamında sayısı biraz çok olan narsistik yapıda kişilerden biri olsaydım, hepsine şiddetle sahip çıktığımı söyleyebilirdim ama öyle biri değilim. Bu yüzden sadece edebiyatçı dostlarımın –eski bir sözcüğü kullanarak- “teveccühü” diyeceğim. Beni mutlu eden davranış biçimi de budur; “teveccüh”tür. Benim ruhumun mutluluk duyma mekanizması, ülkemin mutluluk durumuna önemli ölçüde bağlıdır. Öyle yetiştirilmişim; elimde değil.

-Edebiyata ilkin şiirlerinizle girdiniz, sonra öyküye yöneldiniz. Siz aslında hukukçusunuz. Hukuk Fakültesi’nde asistan olarak yıllarca görev yaptınız. Sorbonne Üniversitesi’nde felsefe öğrenimi gördünüz. Türkiye İşçi Partisi’nin ilk yıllarında (60’lı yıllarda) önemli görevler üstlendiniz. Aradan yaklaşık olarak 50 yıl geçti. O yıllara geri baktığınızda neler düşünüyorsunuz?

-1961 Anayasası’nın getirdiği özgürlük ortamında epey heyecanlı ve hareketliydik. Bizim kuşağımız ilk kez sosyalist parti kurmanın ve TBMM’ye girebilmenin heyecanını yaşıyordu, fakat ben Avrupa’da, özellikle de Fransa’da sosyalizm düşüncesiyle tanışıp bazı farklı deneyimler edinmiştim. Orada parti içi demokrasi işliyordu ve farklı görüşler dile getirilebiliyordu. Kuşkusuz bunlar temelde ayrılığa yol açmayan görüşlerdi. Aynı anlayışın burada da geçerli olması gerektiğini düşünerek kimi görüşlerimi partinin üst yönetimine aktardım fakat bizdeki dediğim dedik parti liderliği anlayışı, böyle demokratça yaklaşımlara ve eleştirilere pek hoşgörüyle bakmıyordu. Israr etmedik; kenara çekildik. Parti liderlerinin sultası ve parti içi demokrasiye yer vermeyişleri günümüzde çok daha katı ve şiddetli sürüyor.

A DERGİSİNDE ORTAK ÇALIŞMALAR

Bizim kuşağımız ilk kez sosyalist parti kurmanın ve TBMM’ye girebilmenin heyecanını TİP’le yaşıyordu…

-Mavi dergisini ve A dergisini çıkardınız. “50 kuşağı” olarak adlandırılan yazarlarımızdan ve “Bunalım Edebiyatı”nın öncülerinden sayılıyorsunuz. Özellikle genç okurlarımıza biraz açar mısınız bu yönlerinizi?

-Mavi ve A dergileri benim arkadaşlarımla birlikte, gençlik yıllarımızda bize derin mutluluk veren çalışma alanlarımızdı. Kasım 2012’de Berlin’in bir banliyösünde çalışmak için bir oda kiralamıştım. Geçen yıl yayımlanan son kısa anlatımın notlarını rahatlık içinde alabilmek için bir kültür merkeziydi orası. O merkezin bir yapraklık kasım ayı bülteninde bana ayrılmış dört satırın içinde yer alan şu ifadeyi bulduğumda derin bir mutluluk duydum: “Mitbegründer der laegenderen Literatur-Zeitschrift “Mavi”… “Efsanevi Mavi dergisinin kurucularından…” Henüz yirmi yaşlarındaydık. Mavi’nin şef redaktörü Ahmet Oktay idi. A dergisindeyse ortak çalışmalar vardı: Onat Kutlar, Adnan Özyalçıner, Kemal Özer, Ülkü Tamer, Selahattin Hilav, E. Ertem, Doğan Hızlan vb. Baylan Pastanesi de bizim okulumuzdu. 27 Mayıs ihtilalinden sonra bir yıl Paris’e gitmek benim için yararlı oldu. Ferit Edgü, Güner Sümer, Onat Kutlar da oradaydılar. Çünkü hazırlıklıydım. O kentin büyük romancılarını, çağdaş düşünürlerini, hepsini önceden okumuştum, tarihini biliyordum.

Bizim, Batı’nın hem iyi yanlarını hem de emperyalizmini görebilmemiz gerekiyor

“ÜLKEMİN DÜŞTÜĞÜ DURUMA ÜZÜLDÜM BEŞ YIL BİR ŞEY YAYIMLAMADIM.”

-İlk dönem öyküleriniz, varoluşçu felsefe anlayışı içinde yazdığınız öyküler, daha sonra toplumsal gerçekçi çizgiye yönelmeniz…

-İlk kitabım öncesinde (Bunaltı 1958) başka hikâyeler de yazmıştım ama nedense bu kitabın içine varoluşçu felsefeyle çakışan metinleri koymuşum. Ötekileri bu kitabımın dışında tutmuşum. Öteki öyküler daha yeni bulundu. Tunç Tayanç’ın sayesinde…

-Doğan Hızlan, 50 Kuşağı’nın öykücülerini “solistlerden oluşan bir koro” olarak tanımlamış. “Bu kuşağın öykücüleri ortak özellikler taşısalar da birbirlerine benzemezler” denmiş. Sennur Sezer sizin “ayrıntıcı” olduğunuzu vurgulamış. Ne dersiniz?

-“Koro” benzetmesi Doğan Hızlan’a ait. Onun marifeti… Belki aynı kaynaklardan besleniyorduk ama birbirine benzemeyen metinler ürettik. 50 Kuşağı’nın edebiyatına yeni yeni yaklaşılıyor. Olacaktır bu; her yerde böyledir. Yaklaşanlar, yabancı edebiyatları da tanıyan kişiler olmalılar. Bizim 50 Kuşağı olarak özellikle beklediğimiz bir şey yok.

-Türkiye, 12 Eylül 1980’e doğru freni patlamış bir kamyon gibi giderken, Prof. Dr. Ümit Doğanay’ın öldürülmesinden sonra İsveç yolculuğunuz başladı ve bu yolculuk sürgüne dönüştü; yurttaşlıktan çıkarıldınız. Demokrasiye ve özgürlüğe kavuşamamak sizi nasıl etkiledi? Bu yılları yapıtlarınıza yansıttınız mı?

-1979 Aralık ayından sonra bir tür gönüllü sürgüne gittim. Çok karamsar bir dönemdi. Ülkemin düştüğü duruma üzüldüğüm için beş yıl kadar bir şey yayımlamadım.

-Ülkemizde, dünyada verilen edebiyat ödülleri ve özellikle Nobel Edebiyat Ödülü konusunda neler düşünüyorsunuz?

-Nobel Edebiyat Ödülü üstüne konuşmak istemem; dünyanın sonu değil.

Küresel vahşi kapitalizm milyonlarca kadını, çocuğu, erkeği katletti. Mutlaka sonlandırılmalı

‘ÇOK ÇALIŞACAĞIZ!’

-Öykü, roman, günce, anı, deneme, gezi yazıları ve anlatı türünde yapıtlar üretmişsiniz. Bunlardan yabancı dillere çevrilenler oldu mu?

-Fransızcada iki anlatım yayımlandı. Almanca yayımlanmış üç kitabım var. İsveç’te öykülerim ve radyo tiyatrolarım yayımlandı. Başta Almanca olmak üzere birçok dilde öykülerim yayımlandı.  Anlamadığım dildeki metinlere ilgi duyamıyorum. Örneğin Çekçeye çevrilmiş metinlere… Bana en ilginç gelen Fince yayımlanmış uzunca bir öykü. Çok pahalı bir yerdir Finlandiya. İnsanları belki iç savaş yaşadıklarından ötürü aşırı tutumludurlar. Ama severim Finlandiya’yı.

-İsveç, Almanya, Fransa gibi Avrupa ülkelerinde uzun yıllar yaşadınız. O ülkelerden bakınca Türkiye’nin toplumsal, siyasal yapısı nasıl algılanıyor?

-Çok kaotik görünüyor. Tam demokratik bir ülke olmadan, bizi tam olarak benimsemeyecekler gibi görünüyor. Ancak, bizim üzerimizdeki askeri ve ekonomik çıkarlarını asla unutmuyorlar. Onlarla ancak onların kulvarlarına girerek yarışabiliriz. Bu kulvarda aklı başında bir ülke, kuşkusuz kendi çıkarlarını da koruyabilir. Bizim, Batı’nın hem iyi yanlarını hem de emperyalizmini görebilmemiz gerekiyor. Bizim kuşağımız bunları görebilmişti. Fransız Devrimi’nin getirdikleri, Rönesans kültürü, akılcılık, pozitivizm, sosyalist kuramlar, insancıl edebiyat geleneği, din tartışmalarının geride bırakılmışlığı gibi…

-Yine Avrupa’dan bakınca, Türk edebiyatının durumu nasıl değerlendirilebilir?

-Son yıllarda Türkiye’de edebiyat epey hareketli. Yayımlanan roman sayısında dikkat çeken bir artış var. Benim çağdaşlarım arasında, Avrupa edebiyatlarının güncel düzeylerine erişmiş, belki de onu aşmış yazarlar, şairler var ama Batı bunlara eğilmek, ilgi, göstermek gereğini duymuyor. Edebiyat çalışma işidir. Çehov’un Vanya Dayı adlı yapıtının sonundaki Vanya Dayı’nın sözlerini anımsayalım: “Çok çalışacağız, çok çalışacağız!”

Demir Özlü; Necati Güngör, Leyla Erbil, İlhan Başgöz ve sanatçı dostlarıyla…

YENİ BİR TÜR IRKÇILIK VE HAÇLI SEFERLERİ YAŞIYORUZ

-Avrupa ve dünya, Gezi Direnişi’ni nasıl gördü? Doğru algılayabildi mi?

-Gezi Direnişi Avrupa ilkeleri tarafından çok iyi gözlemlendi ve algılandı. Her yerde muhalif insanlar var. Bu görüntüler, direnişçi Türk toplumunun saygınlığını çok yükseltti. Çünkü küresel vahşi kapitalizmin sonuna yaklaşıldığı seziliyor. Küresel vahşi kapitalizm milyonlarca kadını, çocuğu, erkeği katletti. Mutlaka sonlandırılmalı. Aslında yaşadığımız yeni bir tür Haçlı Seferleri ve ırkçılıktır. Bunu yüksek sesle söyleyen Batılı düşünürler de var. Bir değişimin eşiğine yaklaşıyoruz.

-Son yapıtlarınız; 2004’te yayımlanan Amerika 1954, 2006’da yayımlanan Gölgeler ve 2012’de YKY tarafından yayımlanan Önümde Boş Bir Uzam hakkında neler söylemek istersiniz?

-Bu yıl 10 Haziran’da eşimle İsveç’e gittim, yaz boyunca yeni bir anlatı yazdım. Geçen yıl, bizim toplumumuzun –özellikle anlatım teknikleri bakımından- yadırgayacağını sandığım “Önümde Boş Bir Uzam” anlatımın üç dört misli uzunluğunda yeni bir kitap yazdım. Adı; “İşte Senin Hayatın”. Bu, eski bir İsveç filminin adıdır. O filmde, yoksul İsveç halkının sosyal demokrasi için savaşımı anlatılır. Ben toplumsal ve tarihsel çerçevesiyle kendi yaşamımı anlattım. Yaz başına doğru yayımlanacak. 1996’da yayımlanmış olan İthaka’ya Yolculuk iki baskı yaptı. Okuyucuya ağır geldi o romanım. Daha sonra yazdığım ve 19 yaşındaki gençlere seslenen “Amerika 1954”  de öyle. Oysa okunması kolay bir romandır. Büyük edebiyat adamı Tahsin Yücel, bir kitap dergisinde bu romanım için, “Romanın bitmesini istemedim” diye yazmıştı. Kitabıma yapılmış en büyük iltifattır bu. Sevgili Tahsin Yücel, düşük düzeyli birtakım edebiyat adamalarının epey iğrenç saldırılarına da uğramıştı. İşte böyle, tartışma düzeyi çok düşük bir edebiyat cangılında yaşıyoruz. Gerçeği satmaya hazır topluluklar var. Ne ki, tüm bunların farkında olan seçkin bir bilinçli kesim de var.

 

 

BEĞENDİYSENİZ PAYLAŞIR MISINIZ LÜTFEN