Çocukluğumun masalları, solculuk ve İlhan Başgöz

İlhan Başgöz, tıpkı rahmetli babam gibi Cumhuriyet’le yaşıt bir aydın.13 Nisan 2021’de yitirdik, anısı taze, gönlümüz yaralı, izin veriniz lütfen, kariyeri hakkında kısacık da olsa bilgi aktarayım ve başkalarının pek de önemsemediği farklı bir özelliğinden anıları eşliğinde örnekler vererek İlhan Hoca’ya veda edeyim.

 

KÖKSAL ÇİFTÇİ

O bilmezdi ama İlhan Başgöz’le yollarımın kesişmesi çocukluk anılarımla başlar.

İlkokulu Ardahan’ın Dedegül Köyü’nde bitirdim.

Yağınca dam boyu yükseldiğinden insanlar komşuluk yapabilmek için evler arasında insan boyu kardan kanallar açarlardı. Neredeyse sekiz ay kış, zaman geçmek bilmiyor bir türlü. Babamın kısa boylu, tatlı dilli Teyar Amca adında bir arkadaşı vardı. Akşam yemeğinden sonra fenerini yakar, eşiyle birlikte kanaldan kanala geçerek bize sohbete gelirdi. Biz çocuklar dört gözle beklerdik onu. Yıl 1958-60 arası, savaş sonrasının etkileri sürdüğünden kıtlık var. Doğu insanının kıtlama çay merakı dillere destandır ama ortalıkta ne çay kalmış ne de şeker. Nasıl yapmışsa babam Ardahan’dan çakıl taşı iriliğinde Turhal Şekeri bulmuş. Teyar Amca gelince annemler sobanın üstündeki güğümle kaynamış suyun içine, metal kaşıkla ateşe tutarak eritip kömürleştirdikleri bir kalıp şekeri döker, sıvıyı esmerleştirir “çay” yaparlardı. Bilirlerdi ki Teyar Amca önüne bardağı konmazsa nazlanır, lafı uzatır, bir türlü masala başlamaz.

SUSUZLUĞUMU GİDEREN İLHAN BAŞGÖZ

Masal dediysem, çocuklara anlatılan masal değildi bu masallar, büyükler içindi.

Naza çekmesinin bir nedeni çaysa bir diğer nedeni de biz çocukların uykuya dalmasını beklemekti. Oradaki evlerde öyle çocuk odası, ebeveyn odası, yemek odası gibi şeyler olmaz, genişçe bir oturma odası, odanın içinde ise gece gündüz yanan şömine-ocak, orta yerde soba ve bir köşede yatakların katlanıp istiflendiği yüklük olurdu. Sabah insanlar ayaklanınca yataklar toplanır yüklüğe kaldırılır, akşam tekrar açılır, herkes aynı mekanda yatağına girer uyurdu.

Teyar Amca çayını yudumlamaya başladığı sırada büyükler şömine önünde onun başına toplanır, biz çocukları da odanın uzak köşesine açtıkları yer yatağına sokar, masalın başlaması için uyumamızı beklerlerdi. Biz çocuklar da yatağın içine girer, yorganı başımızın üstüne çeker, uyur taklidi yapıp masalı duyabilme umuduyla uyanık kalmaya gayret ederdik.

Nasıl yapar, nasıl ederdi anımsamıyorum, normalde 15-20 dakikada anlatılan bir Keloğlan masalını tefrika halinde gecelere yayar, bir haftada ancak bitirirdi Teyar Amca.

Ne kadar direnirsek direnelim yorgan altında uykuya yenik düşer, masalın en heyecanlı, en lezzetli bölümünü kaçırırdık.

Hep içime dert olmuştu o masalların sonunu dinleyememek.

Üniversite için İstanbul’a geldiğimde Pertev Naili Boratav’ın “Az Gittik Uz Gittik” adlı yapını okumuş, çocukluğumun eksiğini tamamlamış, özlemimi kısmen gidermiştim.

İlhan Başgöz’ün analitik çözümlemeli yayınlarına üç örnek.

Susuzluğumu asıl gideren ise İlhan Başgöz olmuştu. Çünkü İlhan Hoca Erzurum, Kars, Ardahan bölgelerinde saha çalışmaları yapmış, benim dinlediğim masalları derlemişti.

İkinci Teyar Amcam olmuştu bu hizmetiyle İlhan Başgöz.

İlhan Başgöz’e yıllar sonra Nasreddin Hoca ile yeniden döndüm. Hocası Pertev Naili Boratav da değerli bir Nasreddin Hoca kitabı yazmıştı, sorunlu da olsa ülkemizde yayımlatmayı başarmıştı ama asıl etkileyici metinler İlhan Hoca’dan gelmişti.

13 Nisan 2021’de yitirdik, anısı taze, gönlümüz yaralı, izin veriniz lütfen, kariyeri hakkında kısacık da olsa bilgi aktarayım ve başkalarının pek de önemsemediği farklı bir özelliğinden anıları eşliğinde örnekler vererek İlhan Hoca’ya veda edeyim.

BİR SÜRGÜNDEN DİĞERİNE

İlhan Başgöz, tıpkı rahmetli babam gibi Cumhuriyet’le yaşıt bir aydın.

1923’te Sivas’ta doğmuş, ilk ve orta öğretimini aynı kentte tamamlamış. 1945’te A.Ü. D.T.C. Fakültesi Edebiyat bölümünü bitirmiş. Aynı yıl Pertev Naili Boratav’ın asistanı olmuş. “Biyografik Türk Halk Hikayeleri” başlıklı çalışmasıyla doktorasını almış. Dönemin hükumeti çalıştığı kürsüyü kapatıp 1952’de onu Tokat Lisesi’ne sürgün etmiş. Yetmemiş, TCK’nın 141. maddesi gereği yargılanıp hapse atılmış. Askerlik sonrası 1960’ta Ford Vakfı bursuyla ABD’ye gitmiş. 1965’te Indiana Üniversitesi’nde asistan profesör olarak işe başlamış. 1967’de doçent, 1976’da profesör olmuş. 1997’de yurda dönmüş, Boğaziçi, Bilkent, Van Yüzüncü Yıl, Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nde görev üstlenmiş. Yeniden ABD’ye, Indiana Üniversitesi’ne dönmüş.

Geçen yıl rahatsızlanan Hoca’yı devlet, Ocak (2021) ayında ambulans uçakla yurdumuza getirmişti.

İlhan Başgöz 1943’ten başlayıp ülkeyi terk ettiği güne dek köy köy dolaşmış, özellikle Erzurum, Kars ve Ardahan yörelerinin destan, halk öyküleri, atasözleri, bilmeceler, türküler, gölge oyunu, kukla, halk dansları gibi geleneksel kültür ögelerini incelemiş, filme almış, arşivlemiş. Karacoğlan, Yunus Emre, Pir Sultan Abdal konusunda analitik çözümlemeli yayın yapmış. Bununla kalmamış, Ali İzzet Özkan gibi çağdaşı aşıklarla da yakından ilgilenmiş.

Nasreddin Hoca biyografisi sayabileceğim kapsamlı bir incelemeyi kitap haline getirdiğim sıralarda -sanırım yıl 2004’tü- yeniden yollarımız kesişti onunla. Hoca’nın beni şaşırtan bir başka yayınıyla karşılaştım. Çeviri olan bu kitabın adı “İslamda Fıkıh ve Akaid” idi. İslam uzmanı Ignaz Goldziher adlı bir müsteşrikin (Doğu bilimci) bu temel eserini uzun yıllara yayılan hayli ilginç bir çeviri serüveniyle dilimize kazandırmıştı.

Kısacası İlhan Başgöz, İslam adını duyunca suratını ekşiten solculardan olmadığını göstererek ezberimi bozmuş, kuşkularımı azaltmış, öz güvenimi artırmıştı.

Lafı uzatmadan sözü İlhan Hoca’ya bırakmak niyetindeyim. Benim söylemek istediğim her şeyi “İslamda Fıkıh ve Akaid”in 2004 tarihli basımına yazdığı önsözde kaleme almış. Orada Tahsin Yazıcı adı geçiyor. Tahsin Yazıcı, İlhan Başgöz’ün tersine sağ kanadın, hatta inançlı kesimin önemli bir aydını. Örneğin Mevlana’nın dönemini kaleme alan Ahmet Eflaki’nin “Ariflerin Menkıbeleri” adlı Farsça eserini Türkçeye kazandırmış, şerhlerini yazmıştır.

Her ikisinin de nasıl yüce gönüllü insanlar olduklarını vermesi açısından önemli, metni özetleyerek sözü İlhan Hoca’ya bırakıyorum.

IGNAZ GOLDZIHER’İN KİTABI

“1940’lı yılların sonu idi. Ben Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde İlmi Yardımcı idim. O yıllar, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde kaynatılan cadı kazanının en yoğun olduğu yıllardı. İnönü tarafından, Hasan Ali Yücel’in yerine getirilen Milli Eğitim Bakanı Reşat Şemsettin Sirer, işini gücünü bırakmış, fakültedeki üç öğretim üyesini üniversiteden kovmak için uğraşıyordu. Bunlar Niyazi Berkes, Behice Boran ve Pertev Naili Boratav’dı. Ben Boratav’ın İlmi Yardımcısı idim.

“Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’ne, o yıllarda, Tahsin Yazıcı adlı genç ve değerli bir bilim adamı atandı. O da benim gibi İlmi Yardımcı idi. İstanbul Edebiyat Fakültesi’nde Prof. Ahmet Ateş’in yanında yetişmişti. Kısa zamanda arkadaş olduk. Ancak bir solcu ile değil arkadaş olmak, yan yana görülmek bile, o cadı avı yıllarında tehlikeli idi. Adın hemen solcuya çıkar ve Milli Emniyet’in fişlerine girerdin. Bunun için Tahsin Yazıcı’yı ancak geceleri, sanki gizli bir iş yapıyormuş gibi, evinde ziyaret ederdim. Oturur dertleşirdik.

Soldan sağa: Yazar Ignaz Goldziher, eseri İslamda Fıkıh ve Akaid, İlhan Başgöz ve Tahsin Yazıcı.

“Bana bir gün Goldziher’in kitabından söz etti. Fransızcadan çevirmek istiyordu, ancak zamanı yoktu. Eğer ben çeviriyi yaparsam, kitap Diyanet İşleri Başkanlığı’nca, onun adı ile yayınlanabilirdi. Kitabın telif ücretini ben alırdım. Bu öneriyi benimsedim. Paraya gereksinimim vardı. Beş kişilik ailemle Hisar’da tek odalı, eski bir evde oturuyordum ve ayda 50 Lira devlet bursumla geçinmek zorundaydık. Ignaz Goldziher’in kitabını okuyunca müthiş etkilendim. Kitap, büyük bir bilim adamının önyargısız ve tarafsız bakışı ile, bir din nasıl incelenir bunu sergiliyordu. Kitabı aldım ve çevirmeye başladım. Doktoramı bitirmek üzere olduğum için çeviriye zaman ayıramıyordum.

TAHSİN YAZICI’NIN DÜRÜSTLÜĞÜ

“Doktoramı bitirdim. Zaman döndü, başıma kötü işler geldi. 1950 yılında, ilkin Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’ndeki görevimden Tokat Lisesi edebiyat öğretmenliğine sürüldüm. Zamanın Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri, beni 1952 yılında edebiyat öğretmenliğinden çıkardı. Hapislik, sonra yedek subay okulu derken kendimi Kars Dereiçi’nde 14. Süvari Tümeni’nde levazım asteğmeni olarak buldum. Aradan yıllar geçmiş, Tahsin Yazıcı ile bir daha görüşememiştim. Askerde zaman buldum, Goldziher’in kitabını Fransızca basımından çevirmeye devam ettim. Tümen Levazım Müdürü Albay Rami Papakçı anlayış gösterdi. Bir gün bana ‘Sen otur dairede tercümene devam et’ dedi. Kitabın büyük bölümünü Kars’ta tercüme ettim. Ancak 26 sayfalık birinci bölümü bitirememiştim. Bu eksiği ile kitabı Tahsin Yazıcı’ya gönderdim.

“Devran yolumuzu bu sefer iyiye çevirdi. 1960 yılında Ford Vakfı’nın bir bursu ile Amerika’ya davet edildim. Orada tam 40 yıl başka uğraşların içinde kitabı unuttum, Tahsin Yazıcı ile de haberleşemedim. Tahsin Yazıcı, benim çevirdiğim kitabı kendi adı ile yayınlamayı dürüstlüğüne yedirememiş. Cumhurbaşkanları beni ta Amerika’dan Ankara’da verdikleri resepsiyonlara davet eder olmuşlardı. Türkiye’de ve Amerika’da Türkçe ve İngilizce kitaplarım yayınlanıyordu. Elbet Goldziher’in kitabını kendi adımla basmam sorun olmazdı artık.

“Dört yıl kadar evveldi. Tahsin Yazıcı bana, Amerika’ya telefon etti. Kitabın eksik kalan 26 sayfası tamamlanmıştı. İstediğim yerde yayınlayabilirdim. Bu vefalı arkadaşa teşekkür ettim. Ardıç Yayınevi’nin sahibi, değerli dostum Şakir Keçeli kitabı yayınlayabileceğini söyledi. Kitabı ona teslim ettim.

“Memleketimizde din tartışmalarının toplumsal ve politik yaşamın gündeminde, ağırlıkla oturduğu bu yıllarda Goldziher’in kitabının faydalı olacağına inanıyorum.”

O GÜZEL İNSANLAR O GÜZEL ATLARA

İzninizle birkaç duygusal sözle bitirmek istiyorum yazıyı.

Düşünün, ülkede bir solcu avı var ve bu “dinci” biri için altın değerinde fırsat. Ama hayır, “dinci” yaşamsal risk alarak zor durumdaki arkadaşına yardım ediyor, ona kendi üstünden ama onurunu kırmadan çıkış yolu sunuyor.

“Ne oldu bize, oralardan buralara nasıl savrulduk?” sorusunun yanıtı yok bende. Çevresine bakınca, “Yaşar Kemal, Demirciler Çarşısı Cinayeti’nde ‘O güzel insanlar o güzel atlara binip gittiler. Demirin tuncuna, insanın piçine kaldık.’ demekle ne kadar haklıymış!” demeden edemiyor insan.

Tahsin Yazıcı, 2002’de o güzel atlara binmiş gitmişti.

Bugün de (13 Nisan 2021) İlhan Başgöz o güzel atlara binip gitti; hem de bizleri “insanın piçi” ortasında bırakarak…

PAYLAŞMAK İÇİN…