Zülfü yâre dokunarak…Vedat Günyol’un 24 yıl süren çabası

Eskiden kitap bastırmak deveye hendek atlatmaktan zordu. Ekonomik zorlukları bir yana işin ucunda dört duvar arasına tıkılmak da vardı. O günlerden bugünlere yaşanan nitelik kaybı ortada. Bu erozyon, yazar ve şair enflasyonunun yaşanmasının nedenlerinden biri olarak edebiyatımızın temel sorunu olmayı sürdürüyor.

 

ALİ EKBER ATAŞ

 

Kendimce bir durum tespitinden yola çıkıp şu soruyu soruyorum:

Edebiyatımızda asıl unutulan ne?

Edebiyatçı büyüklerimizin, ne söyleyeceklerine kulak kesilir, ağızlarından çıkacak her sözü dinlerken, ham elmas işleyen kuyumcunun ve yıllarca toprak altında gün yüzüne çıkmayı bekleyen antik buluntuyu ortaya çıkaran kazıbilimci titizliği ve özeniyle, belleğimize kaydederdik.

Peki bizi buna iten neydi?  

Güzel şeyler söylemeyi, güzel yazıp konuşmayı onlardan öğrendik çünkü. İkinci bir neden, iletişimin böylesine yaygınlaşıp, teknikle birlikte çeşitli yol ve yöntemlerle daha kolay bir hale geldiği bu dönemi, gençliğimizde yaşayamamaktı.

Onların olduğu bu dünyada, belden aşağı vuran sözler etme edepsizliğinde bulunmak, cesaret isterdi. Edebiyatçı olarak saygınlığını (itibarını) kaybeden birinin bu çevrenin dışına itilmesi demek, ağır bir bedeli göze almak demekti. Deyim yerindeyse, rutbeleri sökülmüş itibarsız bir askere dönüşen komutan gibi ortada kalakalmaktı bu.

Yazılı bir yasa mıydı böyle bir durumla karşı karşıya kalmak ve dışlanmak peki?

Elbet ki değildi. 

Köşe başları tutulmuş. Edebiyata hayat veren çınarlar teker teker göçüp gitmişler, arkalarında büyük boşluklar bırakarak

Ne ki, edebiyatımıza ömür vermiş, bu uğurda bedel ödemiş ustaların yaşamlarını göz önüne aldığımızda, insanın ister istemez kendisini sigaya çekmesi eşyanın doğası gereği bir görünmez yasaya dönüşüyor. En azından benim için bu böyle. Bundandır, saygın ilişkilerin egemen olduğu ve sürdürüldüğü bu yazın dünyasında itibar kaybetmemek, marifetlerin en güzeli ve en mahiriydi. Hakkınızda ustalarca edilmiş övgü dolu bir sözü, sizden bahseden bir yazıyı okumanın “ÖDÜL” sayıldığı zamanlardı, bu zamanlar.

Oktay Akbal’ın örneğin, bir kitabındaki (Cüce Çeşme Sokağı mesela) yazısında adınızı vererek sizden bahsetmesi az şey midir?

İlhan Selçuk’un “Pencere” köşesinde sizin adınızı ünlemesi, hayatınızda aldığınız en büyük ödül değil de nedir peki?

Orhan Karaveli’nin, kitaplarının birçoğunu, daha yayınevine gitmeden, yazarından sonra okuyan ilk insan olmanız, kitaplarında adınızın geçmesinin yarattığı heyecan, yaşattığı onuru hangi ödül tattırabilir insana?

Şimdi öyle mi ya?!

Köşe başları tutulmuş. Edebiyata hayat veren çınarlar teker teker göçüp gitmişler, arkalarında büyük boşluklar bırakarak. Her köşeye bir yayınevi ticarethanesi, her dükkânın yanına, günün anlam ve önemine “binaen”, bir ya da birkaç dergi tezgâhı açılmış…

Ağzı burnu düzgün yakışıklı genç erkekler, güzel kızların yayınevi dükkân vitrinlerini, dergi tezgâhlarını süslediği bir edebiyat ortamı. “Neyi, nasıl yazdıklarının değil, neyi nasıl yazamadıklarını” yazıyor olmalarının edebiyat (!) sayılıp yayınevi dükkân vitrinlerine, dergi tezgâhlarına, çok satanlar listesine…

Çoğaltabilirsiniz bu ve benzeri düzeysizlikleri. 

İşin tuhafı, bu “algı” yanılsamasını yazarlar ve şairler de yaşar oldular

Para her şeyi belirler oldu. Eskiden kitap bastırmak, deyim yerindeyse “Deveye hendek atlatmaktan zordu”. Dahası, ekonomik zorlukları bir yana bıraktık, işin ucunda yazdıklarından ötürü dört duvar arasına tıkılmak kaçınılmaz bir yazgıydı. O günlerden bugünlere gelişimizde yaşanan nitelik kaybı ortada. Edebiyat coğrafyasında nitelikçe uğradığımız bu toprak kaybı (erozyon), aynı oranda nicelikçe yazar ve şair enflasyonunun yaşanmasının başlıca nedenlerinden biri olarak, edebiyatımızın temel sorunu olmayı sürdürüyor.

Hemen her dergi, bir yayınevi kurdu. Zaten, yine hemen her derginin kemikleşmiş yazar kadrosu mevcut. Dahası, dergi sahiplerinin yaşları ortada. Yetmişlerde büyük ustaların gölgelerinde serinleyip peşlerinden ayrılmayanlar, şimdi edebiyatımızı belirler oldular. Bu işin, doğasının bir yansıması mıdır, yoksa, paranın belirlediği başarının getirdiği son nokta mıdır, onu da sizler düşünün biraz…

Dağıtılan ödülleri alanlara bakın. Yetmişlerde ustaların yanından ayrılmayan, bugünün dergi sahipleri ya da aynı kuşaktan yazar ve şairler…

Verilen her ödülün ya seçici kurulundalar ya da ödülü alanlardan biri oluyorlar. Şimdi kendilerini edebiyat dünyasının kralları sanıyorlar. Düşünmüyorlar ki, edebiyatın “asıl ve asil” şövalyeleri, er geç bu tiranlıkları yıkacak.

Her çıkan yeni derginin, şu ya da bu şekilde edebiyat dünyasında bir yer edinmesi ve kendi yazar kadrosunu oluşturması, yayınevi altyapısı olarak algılanır oldu dergi sahiplerince. Ve işin tuhafı, bu “algı” yanılsamasını da yazarlar, şairler de yaşar oldular. Bu çaba sonuç verdi. Gelsin paralar, basılsın kitaplar. Dahası, bu dergi sahipleri öyle bir iş yapmaya başladılar ki, derginin yazar kadrosu ve bunlara dışardan katılan yazarların da destek olduğu ve kitaplarını çıkardığı bir ana yayınevi, yanında, adı sanı duyulmamış ortalama yazar ve şairlerin kitaplarını para karşılığı, niteliklerine bakılmaksızın basan yan yayınevleri…

Nasıl ki, oto sanayiinde “yan sanayii” ürünlerini, satan yedek parça dükkânları var, dergilerin de böyle bir evrimle dönemi yaşamalarını anlamak konusunda zorlanıyorum. 

Edebiyatın, şiirin, sanatın, müziğin beslendiği yerel kaynaklar üretimin el değiştirmesiyle birlikte yok oldu

Yerelinden kopan bir edebiyat dönemi yaşıyoruz. Sermaye, köylü üretimini bitirdiği gibi, yerel edebiyatı da tüketti büyük ölçüde. Üretimden, topraktan koparılan halk şehirlere hücum etti. Artık ”toprak işleyenin su kullananın” emek temelli sav sözü, bütün topraklar ya büyük toprak sahiplerinin eline geçti ya da Türkiye’yi adeta bir şantiyeye dönüştüren inşaat mezarlıklarına döndü. Ekilebilir, sulanabilir araziler parsel parsel satıldı… Yetmedi, akarsular üzerine iktidara yakın büyük şirketlerin HES barajları kuruldu teker teker. Her geçen gün iklim değişikliği, mevsimlerin zaman kaymalarını da getirdi. Artık ne kışı, “zemheri” gibi yaşar olduk ne eylülün hüznünü. Ne yazın tadını çıkarır olduk ne ilkyaza, ilkyaz gibi başlar olduk.

Artık masalları, efsaneleri, destanları yaratan “Topraktan öğrenip kitapsız bilen” halk kalmadı. Ya da;

Ben gider oldum/kardaşlar. Ve de/kız kardaşlar,/Ben gider oldum,/Gayri/Haram bana/Bu toprak/ damlar/Bu ağaçlar,/Bu taşlar bana” diyen şairler kaldı.

Edebiyatın, şiirin, sanatın, müziğin beslendiği yerel kaynaklar üretimin el değiştirmesiyle birlikte yok oldu. Eskiden “Köy Romanı ve romancılığı” diye bir tür vardı. Şimdi sanayiyle iç içe şehirler büyük köylere dönüştü. Genel anlamıyla sanat, özelde şiir ve edebiyat, yaşanmışlıklardan çok, kurgulamalar üzerinden yazılıp çizilir oldu. Gece rüyasında şiir yazdığını görenler, kırkından, ellisinden sonra kitap çıkarır oldular. Elbet, kitap çıkarmak kimsenin tekelinde değil. Çıkaramazlar diye de bir kural yok. Ama edebiyatın ustalarından boşalan yerleri dolduran sözde edebiyatçılar işin cılkını çıkardılar. Yetmişlerde gölgede kalanlar, şimdi gölgelerinin heybetiyle dolanır oldular ortalıkta. Köşe başları tutulmuş. Bir yanda sermayenin yayınevleri, öte yanda dergi sahiplerinin yayıncılığa el atıp, yayınevi açmaları, işin farklı ve niteliksiz boyutlarını da beraberinde getirdi. “Parayı veren düdüğü çalar” Nasrettin Hoca hesabı, parasını bastırıp kitap çıkaran “her dört kişiden beşi” ya şair olarak ya da yazar olarak orta yerlerde, daha doğrusu internet şairliği, yazarlığı yapar oldular. Niceliksel artışlar nitelik kaybını da beraberinde getiriyor. Elbet ki, bütün bu gelişmeleri, sistemden bağımsız düşünmek nasıl ki eşyanın doğasına ters ise, sanatın, şiirin, edebiyatın bu niteliksel düşüsün yaşanmasının da, aynı yasa gereği, diyalektik bir olgu olduğunu düşünüyorum.

Şöyle bir soru sorayım: Popüler olmanın bir başka yolu var mıdır?

Bu soruya vereceğim yanıtım şu olacak: Eğer şansın yaver gider de, aldığın oyunculuk kursundan sonra dizi oyuncusu, sonrasında yazarlık yapmaya başlarsan, ya da bu dergi tezgâhlarından birine kapağı atar, bir de yayınevinden kitap çıkardın mı, sorma keyfine…

Dünya edebiyat tarihinde de pek rastlanır bir durum değil Vedat Günyol’un bu çabası

Sonuç olarak diyeceklerim de şunlar:

Dergicilik ve yayıncılık konusunda hiçbir şey bilmediğim söylenecek. Eleştirilerimi yersiz bulanlar olacak. Bunu da son derece doğal olmayan bir savunma içgüdüsü olduğunu düşünüyorum. Böyle söyleyenlere de şunu demek isterim: Maliyet giderleri arttıysa eğer, çıkarma kardeşim dergini! Seni buna zorlayan mı var?

Böyle düşünenlere de yine, şunu anımsatmak isterim: Cemal Süreya’nın “Edebiyatımızın, Ceyhun Atuf Kansu’dan sonraki Cumhurbaşkanı” dediği Vedat Günyol’u anımsatmam yeterli olacaktır kanısındayım. Zira, yakın dostu, Orhan Burian’ın çıkardığı “UFUKLAR” dergisinin başına küçük bir değişiklikle “YENİ” sözcüğünü ekleyerek, onun erken ölümü sonrasında, “YENİ UFUKLAR” adıyla, tamı tamına yirmi dört buçuk yıl, tek başına çıkarması bir rastlantı değildir. Dahası, bunca yıl yazıları, şiirleri çıkan her yazar ve şaire telif ücretini ödemesi ise inanılır gibi değil. Bu ilkeli tutum ve duruş, bizim edebiyat tarihimizde ikinci bir örneğine rastladığımız bir olay değil yalnız; dünya edebiyat tarihinde de pek rastlanır bir durum değil Vedat Günyol’un bu çabası.

Unutmadan, beni eleştirecek olanlara şöyle demek istiyorum:

Bu örneğin üstüne edilecek her söz(ünüz) “lafı güzaftır”…

PAYLAŞMAK İÇİN