Yeni bir şey söylemek için yeni bir dil gerekir

Taşlar nasıl daha o ilk toz tanesi zamanından şimdinin modern çağ diye adlandırılan yeni orta çağına kadar geçen süre içerisinde her şeyi görmesine, her şeyi duymasına ve her şeyi yaşamasına rağmen sessizlik içinde tanıklığına devam ettiyse şairler de tıpkı o taşlar gibi her şeyin tanığıdır.

YAŞAR KARA

“İmgelerin bolluğu ve güzelliği, iç sesin ve ritmin zenginliği, çeşitliliği bizi büyüler. Şiirlerde hiç dinmeyen bu coşkunluğa her zaman aşırı sağlamlık ve titizlik peşindeki bir düşünce eşlik eder” dediğimiz Hayati Baki’nin “akla dayalı, yabancılaşmaya direnen ve otoriteye boyun eğmeyen şiirler”inin yer aldığı Harfler Kitabı’na ilişkin yazı, Türkçenin bilinen en eski şairi Aprın Çor Tigin’le sürüyor.

APRIN ÇOR TİGİN HARFİ

Çok yönlü bir bütünlüktür şiir. Bu çok yönlü bütünlüğü kavrayabilmek ancak şiirin içine şiirden bakabilmekle mümkündür. Ancak o zaman şiir asıl değerini bulur.

İnsan var oluşunun bilinci sığ ve bulanık sularında dilin belleği çok zayıftır. Oysa dil şiirin belleğidir ve sonsuz varoluşlar olarak kendilerini sunar. Zaman içinde her şey unutulabilir. Ama dilin belleğinde her şey belge niteliği taşır. “erinç içinde edgü söz”ü sonsuzlaştıran, dildir. Sözün kökensel anlamına varmak için, yani “boşluğun uykusunda akan ırmak bilig ve bitig”e; imge ile dünya arasında kurulan bağın, köklerini sımsıkı bir şair kişiliğinden alan bir şiirle karşı karşıya olduğumuzu anlamak gerek.

İşte tam da buradan baktığımızda, şiire belki de ruhunun içinde sahip olunmalı. Çünkü şiir kendiliğinden gelir oraya. Sonra “yekpare umunç düşüyor / yüreğin dirimine”. İmgeler kendini ifadeye zorlanmadan alıyor yerli yerini. Ve “uyuyor gökyakut akşam / kızılında çıvgın aşkın. göz, gözesine akıyor / sakınıyor kendini yavlak savın yayından.”

ROSA LUXEMBURG HARFİ

daha yaşayacağız” diye başlayan bir şiirde her şey duyumdur. Tamamlan(a)mamış insana rağmen, tamamlanmış bir duyumdur şiir. Bu duyumun içinde bir Rosa Luxemburg vardır, “güneşin doğuşunu selamlamak için, buğulu / ve yumuşak hayatın evdeşi, mutlu”. İnsan tamamlanabilir olsaydı, onu tamamlamak şart olurdu. Sezginin keskinleştiği yer, bilincin en yükseğe çıktığı noktadır aynı zamanda. Kendini tamamlamış bir insan olarak, tüm sezgilerin keskinleştiği ve bilincin en yükseğe çıktığı noktada bütün yollar Rosa Luxemburg Harfine çıkar. Her yol “çiçek tozlarının bilgisinde”, “rengin ve sesin ormanında”, “somut bilincin gölgesiz belleğinde”; “kederin incecik çiyi” gibi düşerken “daha yaşayacağız” diye bir daha açılır önümüzde.

Rosa Lüxemburg, silahsızlanma propagandasının kapitalist devletlerin silahlanmasını durduracağını beklemek umutsuz bir ütopyadır. Silahlanma, kapitalist gelişmenin ölümcül bir sonucudur ve bu yol çöküşe götürür, diyerek yaratıcı bir aklın, gören bir gözün, keskin bir sezginin kesiştiği düşünceyi ortaya koyabilen yani kendini tamamlamış bir insan örneği olduğunu şimdi yaşadıklarımıza bir bakarsak eğer, kanıtlamış oluyor.

Rosa Luxemburg.

 

Bunu gören, bunu duyan biri daha var aramızda: Hayati Baki. Ve aynı keskinlikteki sezgisiyle “insanlığın susayan dilini konuşuyor / kendi sesini unutan evrensel kardeşlik./ yaşamak: hep yaşamak diyor emekçil / barış çiçeğinin aydınlığı,/ dingin özgürlüğe diyerek selamlaşıyor iki keskin sezgi.

Bazı şairler (“Bazı” diyorum çünkü çoğu şiir yazanların böyle bir derdi yok çünkü) şiirini kurarken kendi dilini yaratmak zorundaydı. Çünkü şair yeni bir şey söyleyendir. Yeni bir şey söylemek içinse yeni bir dile gereksinimi vardır ve bunu bilir şair. Hayati Baki, Rosa Lüxemburg Harfi şiirinde bütün duyuların karışımından elde ettiği yeni bir duyumun diliyle seslenmiştir sanki. İnsanın tarihini duyuların tarihiyle yer değiştirtir imgeler. Biz bu şiirleri okuduğumuzda ya da dinlediğimizde duyduğumuz şey duyuların duyduğu şeydir yani insan varoluşunun doğadaki aklının hareketidir. “rengini şaşırmayan gül: soluğuyla/ günün, rüzgâr ve zamanla yarışıyor./kendini tanıtıyor, akıyor kendine/adı rosa olan ırmaktan, ardında/gencecik kızlarla pırıl pırıl/açıyor/göğsümde her akşam her akşam gül kokusuyla.

MAX STİRNER HARFİ

“ben meselemi hiçe bıraktım” diyor

Şiirin içinden bir şiir alıntısıyla başlamak istedim düşünmeye…

Bahsi geçen şiir Goethe’ye ait. Max  Stirner’in “Biricik ve Mülkiyet adlı kitabı bu şiirle başlıyor; “Vanitas Vanitatum Vanitas” başlığıyla. Başlık Latince bir söz. “Hiçlerin hiçi bir hiçtir.” şeklinde dilimize çevrilebilir internetten araştırdığım kadarıyla. Max Stirner’in, asıl adı Johann Caspar Schmidt iken geniş alnı nedeniyle kendine bu ismi seçmiştir. “ben’in ve insan’ın engin ve uzun alnında güneşle öpüşüyor parklar ve kentler.

“ben meselemi hiçe bıraktım” dizesinde geçen “hiç’lik” kavramının imlediği; bu modern teknoloji çağında insanın kendi olma yolculuğunda kendine yabancılaşmasıdır aslında. Çünkü; insan mülkün sahibidir, ama renklerin sahibi değildir. İnsan toprağın sahibidir ama toprağın bilincine sahip değildir. İnsan bir isme sahiptir ama o ismin sakini değildir. Hayati bir isimdir ama Hayati Baki “biricik” ve “hiçlerin hiçi bir hiçtir” O’nun meselesi şiirdir “yurduma ve yüreğime akan ırmakta”.

Max  Stirner.

“Şair yaşadığı çağın tanığıdır.” Onun ruhunun doğası, doğanın ruhuna denk düşer. Onun bakışı uzun bir bakıştır, geniş bir bakış değil. Yani daha önce hiçbir gözün uğramadığı renklere uğrayıp, oradan geldiğinde bizim daha önce bildiğimiz renkler anlamlarından ayrılıp; anlamını bilmediğimiz renkler olarak dünyayı daha tanıdık, daha insani ve daha canlı olarak sunar bize. Hem de bu kadar doğuştan kör bir dünyada. İnsanın başkalaşan ve aynı zamanda çürüyen dünyasında her şey karanlığın içine doğuyor. Ve karanlıkta bütün renklerin yok olduğu gibi bütün anlamlar da anlamlarını yitiriyor “çöplüğünde çürüyor rahmine rağmen iktidar/putları önünde, sunağında mülkiyetin./ruhun annesi deliriyor, kırılan/sesinde flütün: çığlığında ölü tarihin.

Taşlar nasıl daha o ilk toz tanesi zamanından şimdinin modern çağ diye adlandırılan yeni orta çağına kadar geçen süre içerisinde her şeyi görmesine, her şeyi duymasına ve her şeyi yaşamasına rağmen sessizlik içinde tanıklığına devam ettiyse şairler de tıpkı o taşlar gibi her şeyin tanığıdır. Ve şairin yazdığı şiir aslında işte o sessizliğin şiiridir “alnında insan ve ben: stirner” gibi.

PAYLAŞMAK İÇİN