Zıllullah: Allah’ın gölgesi olarak padişah

Bizim coğrafyamızda, padişahlar ve sultanlar kendilerini kutsallaştırarak, kendilerini tanrı ile bir tutarak, yönetimlerini mutlak ve sorgulanmaz kılmak isterler. Egemenliğin kaynağının dinin kutsallığında aranmasının nedeni bu gereksinimdir

 

AV. CEM BAYINDIR

Osmanlıca birçok belgenin girişinde, içinde padişahları öven bölümlerinde ölçü dışına çıkıldığını çok görürüz. Birçok metinde yalnız Tanrının sıfatlarını nitelemekte kullanılması gereken bu ibare ve sözler, sultanlar için sayılıp dökülür.

Bu tür kavram kargaşalarına ve sınırsız övgü ve methiye örneklerine; güçlü, muktedir sultanlar adına rastlamak daha da yaygındır. Örneğin; Kanuni için yazılan methiyeleri, Vahdettin için görme olasılığımız yoktur.

Diğer uluslar ve kavimlerde de sultanlarını, krallarını tanrısallaştırma örneklerine çokça tanık oluruz. Tanrı-kral form ve tipleri Mısır’da da çok yaygındı. Uzak Doğuda da en belirgin ve mutlak örnekleri görülür. Firavunlar ise tanrı-kral formunun dünyadaki en ilginç örnekleridir. Tanrısallık ve yönetim ikilemi ve ikilisi; zamanla değişe dönüşe günümüzdeki şeklini almış, en ileri ve çağdaş yönetimlerde bile; sorumsuz, etkisiz, yetkisiz sembolik bir “Kral-Tanrı” formuyla, ülke yöneticisi sanı ve sembolüyle makam ve mevkiler işgal etmiştir. 

Bu sava ilişkin bazı tarihsel örnekler: 

Aşağıdaki üç örnekte; Sultan, Allah’ın gölgesi olarak vasıflandırılıyor. Sâye Farsça, Zıll ise Arapça gölge anlamına gelir. Aşağıdaki üç küçük ibareden anlıyoruz ki, Padişah Allah’ın yeryüzüne düşen gölgesidir.

1- Der-mehâmid-i pâdişâh-ı muazzez ü mükerrem zıllu’lâhi fi’l- âlem ebede devletehü ve saltanatehü.1

2- Sultan-ı şark u garb ü şehinşâh-ı bahr ü berr
Ol âfitâb-ı evc-i kerem Sâye-i Hudâ1

3- Zıll-ı Hakk pâdişâh-ı heft-iklim
A’nî Sultân Murâd ibn Selîm 1

 Mevlit’ten birkaç örnek:

1–  Münâcât Bölümünden:
“Ola kim rahmet kıla Ol Pâdişâh
Ol Kerîm ü ol Rahîm ü ol İlâh”2-1
(Allah, padişaha teşbih olunuyor, benzetiliyor.)

2– “Hak Teâlâ çünki kendi diledi
Pâdişahlığın bu âlem biledi”2-2

 3- “Nûr idi başdan ayağa göğdesi
Bu ayândur nûrun olmaz gölgesi”2-3
(Mevlit’te; peygamber nura teşbih ediliyor. Gölgesinin olamayacağı vurgulanıyor)

4- “Gerçi kim iki cihânda Şâh idi
İlle miskînler ile hemrâh idi” 2-4
( Peygamberin iki cihanda şahlığı vurgulanıyor.)

5- “Hem ire Pâdişah dergâhın
İşidün nice irer Allâh’ına”2-5

(Burada da peygamber, padişaha benzetiliyor.)

Yakın tarihimizden asil bir örnekle asıl konumuza geçmeye çalışalım. Mehmet Akif’ten bir örnek:

 İSTİBDAT
“Otuz milyon ahâlî üç şakînin böyle mahkûmu
Olup çeksin hükûmet nâmına bir bâr-ı meş’ûmu
Utanmaz mıydınız bir saysalar zâlimle mazlûmu
Siz ey insanlık isti’dâdının dünyada mahrûmu,
Semâlardan da yüksek tuttunuz bir zıll-ı mevhûmî

Mehmet Akif, istibdata ve müstebit Abdülhamit’e karşı etkili şiirler yazmış ve zulmüne karşı da aktif olarak mücadelede bulunmuş bir vatanperver şairdir. Ancak, düşünce ve davası hep ön plana çıkarılmış, derinlikli, felsefî ve tasavvufî yönleri ise hep göz ardı edilmiştir. Şimdi yukarıdaki İstibdat başlıklı şiirinin son mısraına dikkat edelim.

Bu yazının başından beri yaptığımız, alıntı, tarif ve tarihçeyi bilmez gibi davranıp –ki çoğu Safahat okutanlar böyle yapıyorlar– tercümeye girişirsek bocalar kalırız. Akif burada bence şunu söylüyor: “İnsanlık yeteneğinden yoksun olanlar, semalardan, Allah’ın katından da yüksek tuttunuz; o muhayyel, kurgusal gölgeyi, yani Padişahı. Padişah’a, sultan’a “Allah’ın Gölgesi” vasfını vererek, onu tanrı yerine kaim kıldınız. Ve bu tanrısal kimliğinden dolayı da, her türden zulüm, istibdat, işkence ve fenalığına da rıza gösterdiniz ve boyun eğdiniz.”          

Dünyanın her yerinde, her devirde yöneticiler; güçlerine güç katmak için, dinin mutlak buyruklarından güç aldılar. Allahın gölgesi ve temsilcisi olduklarına kitleleri inandırdılar. Bir taraftan da din eğitimi adı altında, kulluk, kölelik, uşaklık, itaat kültürü dayatıp, diğer taraftan da dokunulmaz, mutlak, mümin bir kimliğe sarınarak masumiyet ve masuniyet zırhına büründüler.

Bizim coğrafyamızda, gücünü dinden ve dinin kural ve kurumlardan alan iktidarların ve siyasilerin varlığı ezelidir. Din ile hemhal ve hemrah olmayanların bu coğrafyada başlarına nelerin geleceği de herkesçe malumdur.

Padişahlar ve sultanlar kendilerini kutsallaştırarak, kendilerini tanrı ile bir tutarak, yönetimlerini mutlak ve sorgulanmaz kılmak istediler. Egemenliğin kaynağının dinin kutsallığında aranmasının nedeni bu gereksinimdir.

Atatürk, akla dayalı, çağdaş bir cumhuriyetin kuruluşunda laikliğin rolünü biliyordu. Bu gerekçe ile özellikle saltanatı hilafetten ayırdı. Yani, Sultanın İlahi, Zıll-ullah kabul edilen Tanrısal, dini iktidarına son verdi. Laik ve demokratik, halk egemenliğine dayanan “Türkiye Cumhuriyet” ini kurdu.

Demokrasi yönetiminde, açıklık, herkesin sorumluluğu, iktidarın seçimlerle değişmesi, serbestçe siyasi örgütlenmeler, yasal güvencelere ve kurallara bağlıdır. Bize düşen demokrasiyi ve laikliği korumak dinsel, keyfi, kuralsız yönetim isteyenlere karşı güçlü ve onurlu mücadele etmektir.

Kaynakça

1Tezkiretü’l- Bünyan, Saî Çelebi, Haz: Sadık Erdem, Sayfa:19 / 20
2Mevlid, Süleyman Çelebi, Haz: Faruk K. TİMURTAŞ, Sayfa: 5, 16, 38, 52, 62
3Hiciv Ed. Antolojisi, Hilmi Yücebaş, Sayfa: 150

PAYLAŞMANIZ İÇİN