Tek dostları vardı, bankalar. Her yıl biraz daha çoğalan borçlar tek kurtarıcı, tek çareydi havası kaçmış can simidi gibi. Ziraat Bankası köylünün, üreticinin ve esnafın can simidi, dostu, sırtını dayadığı dağ gibiydi…
HATİCE BEKTAŞ
Ayağını yorganına göre uzat, derdi eskiler. Çocuktum o zaman, ne demek olduğunu pek anlamazdım sanırım. Yorganlarımızı düşünürdüm. Yün, ağır, büyük, üzeri satene benzeyen parlak kumaşlarla işlenmiş yorganlar. Çoğu çeyiz yorganı olarak hazırlanmış, genelde yatılı misafirler için, gömme dolaplarda saklanan, rengarenk yorganlar. Bir de aile fertleri için basma kumaşlardan özentisiz hazırlanmış olanlar. Büyük çamaşır günlerinde genelde beyaz patiskadan olan alt çarşafları sökülür, yıkanır, güneşte kuruduktan sonra tekrar kaplanırdı. Bütün gün iğneler elimizde, odanın ortasına yaydığımız yorganların kaplamasıyla uğraşırdık. Yorganın üzerine basmamak, çarşafını kirletmemek için ip cambazları gibi etrafından dolaşırdık. Çocuk aklımla bu atasözünü düşünür, ayağımı yorganın boyuna mı yorganın boyunu ayağımın boyuna mı uydurmam gerektiğini kestiremezdim. Anneme göstermeden yorgana dokunur, ayağıma çok büyük geldiğini hayretle izlerdim.
Üretim ve tüketimle ilgili olduğunu çok sonra anladım
Sonra öğrendim ki bunun ne ayakla ne de yorganla ilgisi yokmuş. Yorgan geliri, ayak gideri temsil edermiş meğer. Kazandığın kadar harca ya da henüz kazanmadığın parayı harcama demekmiş. Şu anda yaşadığım ülkede bunun bir karşılığı var, “Ayıyı vurmadan postunu satma” diyorlar. Eskiler bu atasözünü tekrarlayıp dururlardı da, yorganları ve ayakları birbirine denk düşer miydi bilmiyorum? Ama yorganlar her yıl biraz daha küçülür, ayaklar biraz daha uzardı. O kadar uzardı ki ayıyı vurmadan postunu satarlardı çaresiz.
Herkes aynı gemide
Amcam bankacıydı, kasabadaki tek banka olan Ziraat Bankası’nda çalışırdı. Ziraat Bankası köylünün, üreticinin ve esnafın can simidi, dostu, sırtını dayadığı dağ gibiydi. Sonra ben de bankacı oldum, kasabada açılan ikinci banka Halk Bankası’nda çalışmaya başladım. Memurun, küçük esnafın, tüccarların bankası. Yaptığımız en önemli iş kredi vermekti. Faizlerini hesaplayıp defterlere yazardık. Günlük, aylık, üç aylık hesapları boyumuzdan büyük defterlere işlemekle uğraşırdık bütün gün. Değil bilgisayar hesap makinelerinin bile nadir bulunduğu dönemlerdi. Hata yapmamak için üç ayrı memurun gözleminden geçerdi hesaplar.
Kredi borcunun vadesi dolmaya yakın banka müdürünün odası dolar dolar taşardı. Kredi borçları yeni çekilen kredilerle ödenir, üzerine bir de faiz eklenince kredi borcu yeşil meralarda beslenen koyunlar gibi büyür de büyürdü. Hele yorganı küçük, ayağı büyük esnafın ayakları yorgana sığmak şöyle dursun, evlere sığmazdı. Sonra ipotek edilen tarlalar, evler icra yoluyla satılır, Sisifos’un yokuş yukarı taşıdığı ve tekrar tekrar aşağılara düşen taşı gibi kısır döngü içinde çırpınıp dururlardı. Yadırgamazdık, çok normaldi. Sanki başka türlüsü olmazmış gibi algılardık. Herkes aynı gemideydi çünkü, herkesin dibi karaydı.
Kızacak kimse yok
Amcam banka defterini yılda iki kez getirirdi dedeme. Biri harmandan sonra, diğeri ekim zamanı. Harmandan sonra kendine uzatılan defteri alırken dedem neşelenir, amcama işaret ederdi. Amcam gömlek cebinde sakladığı çikolatayı bana verirken yanağını uzatır öpücük rüşvetini alırdı. Sonra ben keyifle dedemin yanına oturur, kafamı göğsüne yaslar, saçlarım okşanırken çikolatanın tadını çıkarırdım. Ekim zamanı yine keyifle çikolata yiyeceğimi düşünerek amcamın yolunu gözler, dedemin odasına amcamdan önce dalardım. Ama bu sefer ne amcamın gömlek cebinden çikolata çıkardı, ne de dedemin göğsüne yaslanmaya cesaret edebilirdim. Odaya çöken sessizliğin gürültüsünden kaçar, merdivenin başına oturur, başım ellerimin arasında neler olduğunu anlamaya çalışırdım. Anlamazdım tabii…
Sonra amcalarım önce dedemle sonra birbirleriyle tartışır, kimin ayağının daha büyük olduğu konusunda bir karara varamazlar, bir süre birbirlerine kızgınlıkları geçmezdi. Kızacak başka kimse yoktu çünkü. Yağmayan yağmurun, esen lodosun, çoraklaşan tarlaların hesabını kime sorsunlar? Toprak ofisine ucuza satılan tahılın, zamlanan mazotun, tohumun, gübrenin, faizlerin hesabını kime sorsunlar? Tek dostları vardı, bankalar. Her yıl biraz daha çoğalan borçlar tek kurtarıcı, tek çareydi havası kaçmış can simidi gibi.
Karnımız şişene kadar ayran içmenin keyfi
Bütün yaz boyunca kadınlar kış hazırlığı yapardı. Önce bahçeler ekilir, koyunların sütleri kesilmeden peynirler yapılır, horozu olan kümeslerden yumurtalar toplanıp tavuklar, hindiler kuluçkaya yatırılırdı. Civcivler kuzinenin yanındaki mukavva kutularında hızla büyürken tavuklar hindiler teker teker kesilir, son kalan bulgurla bol tereyağlı pilavlar yapılır, yufkaların üstüne dökülür, tarladan gelen işçilere ziyafet verilirdi.
Ben en çok hedik günleriyle yayık günlerini severdim. Şölen gibi gelirdi bana. Kaynatılan hedikler koca koca çadırlara yayılır, biz çocuklar kuşlar yemesin diye başında nöbet tutardık. Yeni kaynatılmış buğdayın üstüne tuz ve tereyağı koyarak yemek müthiş lezzetli gelirdi bana. Hedik kazanına gözümü diker, başından ayrılmazdım. Dilimin yanmasına aldırmadan kaşıklardım sıcacık hedikleri. Tereyağ ve tarhana günleri ise ayrı bir şölen. Yayığı nöbetle ve sayarak çırpardık. Her yayığın başında üç beş çocuk sıramızı beklerken karnımız şişene kadar ayran içmenin keyfi daha farklıydı. Taptaze yayık ayranının lezzetini tadan var mıdır bilemem, ama benim aklıma her geldiğinde dilim damağım kurur.
“Ar Karası”, “Değirmen Üstü”, “Çoraklık”
Zemheriye kadar süren kış hazırlıkları bittiğinde tarlalar ekilmiş, nadaslar sürülmüş, tezekler kurutulmuş olurdu. Sonra tekrar hasat zamanı umutlarla beklenmeye başlanır, mahsülün banka borçlarını ödemeye, tohuma gübreye, mazota yetecek kadar çıktığını düşünüp hayaller kurulurdu. Dedem gelinlerine reşat altını sözü verirdi. Yengelerimin hüzünle birbirlerine bakıp iç çekmelerinin ne anlama geldiğini bilmezdim. Daha sonra kendi aralarında kimin kaç tane bileziğinin satıldığını konuşurlardı, bir şey anlamazdım.
Evin erkekleri kendi aralarında konuşurken arada bir tuhaf isimler geçerdi konuşmalarda, “ar karası”, “değirmen üstü”, “çoraklık”. Bunların ailenin tarlalarımıza verdiği isimler olduğunu bunlardan birisi banka borçlarına feda edilince anladım. Sonra da miras paylaşımında kardeşler arasında tartışma konusu olduğunda. Herkesin aileye ve tarlalara verdiği emek diğerlerinkinden daha fazla ve daha kıymetliydi. Herkes en verimli ve sulak tarlanın kendi hakları olduğunu savunur, uzun süren küskünlükler yaşanırdı. Geride kalan borçlara ise kimse sahip çıkmazdı, ne tuhaf.
Yaz kış lastik ayakkabılar giyerdik, yazın lastik terlikler, kışın lastik botlar. Mes dediğimiz lastik botlar eskiyip yırtılınca önü arkası kesilir, yazlık terlik olurdu. Bayramdan bayrama alınan kıyafetler çok kıymetliydi. Sadece bayramlar değil, mahallenin ve sülalenin düğünlerinde de bu kıyafetleri giyerdik. Gündelik giysilerimiz bizden bir kuşak önceki büyük çocukların eskiyen ve küçük gelen bayramlık kıyafetleriydi. Yıkanmaktan solmuş, orasının burasının yamalıklı olmasına kimse aldırmazdı. Yoksulluk suç sayılmadığı gibi kimse de zenginliği ile övünmez, komşusuyla paylaşmadığını göstere göstere yemezdi.
Aradan elli yıl geçtikten sonra
Aradan elli küsur yıl geçtikten sonra neler değişmiş diye düşünüyorum. Yorganları ve ayakları düşünüyorum, ayıları ve postları düşünüyorum. Değişmeyen neler var diye düşünüyorum. İyileşen durumları düşünüyorum, kötüleşen durumları düşünüyorum.
Neler olmadı neler bunca zamandır. İnsanoğlu aya ayak bastı, uzaya istasyonlar kurdu. Bu istasyonları kuran koca koca adamlar, canları istediğinde binlerce kilometre uzaktan sevmedikleri adamın çorabının rengini görebiliyorlar. Televizyon, bilgisayar, cep telefonu, akıllı telefonlar, teknoloji o kadar hızlı ilerliyor ki, daha birini kullanmayı öğrenmeden bir başkası çıkıyor. Benim çocukluğumda dünya tıpkı yorganlarımız gibi büyüktü, ayağım içinde kayboluyordu. Şimdi küçücük. Tabii çocuktum o zaman.
Soğuk savaş diye bir şey vardı, görünmeyen ama hissedilen bir savaş. Devletler bir araya gelip köşe başlarında birbirlerinin dedikodusunu yapıyorlar, ama kibarlığı da elden bırakmıyorlardı. Dünyayı gizli gizli farkettirmeden kardeş kardeş sömürüyorlardı. Şimdi gizli saklı yok, herkes göz koyduğunun bahçesine dalıyor. Sevmediğini öldürüyor, beğenmediğini katlediyor. Benim çocukluğumda adabı muaşeret vardı, ya da ben öyle zannediyordum, çocukluk işte.
Sahi ayılara ne oldu? Bilen var mı?
Yorganlar, yastıklar, döşekler yünden yapılırdı. Kışın sıcak, yazın serin tutardı. Doğaldı, yerliydi, bize koyunlarımızın hediyesiydi. Annelerimize ebelerinden yadigar kalanlar bize de yadigar kalmıştı. Biz de çocuklarımıza verecektik, almadılar. Şimdikilerin içinde yün yok, çift kişilik bile değil, herkesin yorganı da yastığı da ayrı.
Vuracak ayı bulsak postunu satacağız, ama bütün ayılar.. sahi ayılara ne oldu? Bilen var mı?
Değişmeyen şeyler de var çok şükür! Bankalar hala kredi vermeye devam ediyor, hatta bir krediyi kapatmak için iki tane veriyorlar, bir tanesi faiziyle birlikte borcu kapatmaya yetmiyor. Çiftçi de esnafta hala ucuza satıp pahalıya alıyor, hatta satamıyor, sadece alıyor. Ama tarla ya da mal almıyor, onları sadece satıyor, kimlere mi? Bilmem… siz biliyor musunuz?
Hedik kaynattığımız buğdaylar kendi tarlalarımızın ürünü değil, ama kaynatıyoruz. Yayık ayranımız var, ama süt tozundan yapılmış sütlerden yoğurt yapıyoruz, onların fazla yağı çıkmıyor, hepsi ayran oluyor, yayık ayranımız bol, çok şükür.
Hiç değişmeyen bir şey söylemek gerekirse, yorganlarımız yine her yıl kısalıyor, ayaklarımız uzuyor. Bu gidişle üstümüze örtecek yorgan bile kalmayacak aslında.