Tolkien: Alçakgönüllü Bir Deha ve Bitmeyen En Büyük Eseri “Silmarillion”

Büyük acılardan sonra eski hayatına geri dönmek diye bir seçenek yoktur. Kimse eski hayatına dönemez. Kalbinin derinliklerinde “bıraktığın yerden devam etmek” diye bir seçenek kalmadığını bile bile nasıl hiçbir şey değişmemiş gibi devam edebilirsin ki! Bazı yaralar asla iyileşmez; bazı acılar iyileşemeyecek kadar derine işlemiştir.

LEYLA TUNÇ YELTİN

Artık, üçlemeyi özetlemenin dışındaki konulara giriyoruz. Ama son kitabın sonunda tüm “Yüzüklerin Efendisi” serisinin ana fikri gibi duran bir sonsöz var; bir “epilog”…

Yüzüklerin Efendisi serisini geçen hafta Kral Aragorn’un taç giymesi ve savaşlardan sağ çıkanların mutlu bir şekilde Gondor’un başkentinde toplanması ile bitirmiştik.

Ama tam da bu tip fantazya maceralarına uygun parlak ve neşeli bir kutlamadan sonra Tolkien bize, hiçbir mutluluğun gölgesiz olmadığını hatırlatıyor. Kahramanlarımızın ödedikleri duygusal bedeller var.

Mutlu Sondan Sonra Olanlar… Eski hayatına geri dönmek diye bir seçenek yok

Kimse eski hayatına dönemez. Kalbinin derinliklerinde “bıraktığın yerden devam etmek” diye bir seçenek kalmadığını bile bile nasıl hiçbir şey değişmemiş gibi devam edebilirsin ki! Bazı yaralar asla iyileşmez; bazı acılar iyileşemeyecek kadar derine işlemiştir.

Maceraya katılan tüm kahramanlar yara almıştır. Bedel ödemiştir. Hiçbirisi yolculuğun başındaki ile aynı kişi değildir.

Artık Orta Dünya’da Elflerin yeri yok. Bu diyarı İnsan ırkına bırakıp, gemilerle en uzak batıya, ölmeyen topraklara gidecekler.

Kadim ağaç bekçileri ve ormanların koruyucuları olan Entlerin sayısı çok azaldı. Belli ki kaderlerinde giderek daha uzun süren uykulara dalmak ve sonunda tamamen ağaca dönüşmek var.

Frodo, Sam, Merry ve Pippin Shire’a geri döndüler. Ancak Frodo’nun lanetli silahlardan aldığı yaralar asla tam anlamıyla iyileşmedi ve iyileşmeyecek. Tüm yaşadıkları ve yüzüğü taşımış olmak, ruhunda geri döndürülemez değişiklikler yapmış. Eski neşeli ve tasasız halinden eser yok.

Sam evlendi ve bir aile kurdu. Ancak Frodo’yu da yalnız bırakamıyor. İçi el vermiyor. Sam, bölünmüş bir hayat yaşıyor.

Böylece, ölmeyen topraklara gidecek olanlar yavaş yavaş belli oluyor.

İblisle mücadelesi sonunda ölümden sadece bu büyük savaştaki önemli rolü nedeniyle döndürülmüş olan Gandalf’ın yanı sıra, Galadriel, Erlond, Frodo ve Orta Dünya’da kalmayı seçmiş bir kaç Elf dışındaki bütün Elfler, beyaz gemilere binip bu dünyayı terk ederler.

Orta Dünya’daki büyülü devir sona eriyor. Yeni bir çağ başlıyor. İnsanların çağı!

Gemiler ayrılıyor, yerni bir çağ başlıyor. İnsanların çağı.

Son gemi Frodo’yu da alıp gittikten sonra Sam Shire’a, ailesinin yanına döner. Çok üzgündür. Ama evin içinde ocak yanmaktadır. Sofra hazırdır. Karısı ve çocukları onu beklemektedir. Yüzüne bir gülümseme yayılır. Derin bir nefes alır ve “İşte geri döndüm” der.

Kitap bu cümle ile biter.

Tolkien’in yayınevi ile yaptığı yazışmalardan ve kitabın sonundaki eklerden anlıyoruz ki Sam’in ailesine kavuşma sahnesi ile yazarımız okuyucularına bir mesaj vermek istemiş.

Kahramanlıklar, büyük zaferler tabii önemlidir. Çok sevilen kitaplar yazıp ünlü olmak, devlet yönetmek veya büyük savaşlarda ordulara liderlik etmek… bunlar belki de dünyayı değiştiren şeylerdir.

Ama esas önemli olan sıcak bir evde ailenle birlikte yaşadığın mutluluk, zaman zaman sana önemsiz görünse de hayatını kazandığın işin, arkadaşlarınla yaptığın hoş, küçük sohbetlerdir. Büyük işler yapan büyük insanlar da aslında bu küçük şeyleri keyifle yapabilmek için o işlere soyunurlar.

Dürüst insanların sevgi ve nezaketle yaptığı küçük şeyler birbirine bağlanır, bir kumaş gibi dokunur ve hayatı güzelleştirir.

Üç ciltlik ve 1025 sayfalık “Yüzüklerin Efendisi” serisinin kahramanı; müthiş savaşçı Kral Aragorn; güçlü büyücü Gandalf veya yüzüğü büyük bir metanet ve acıyla taşıyan Frodo mudur?

Hayır. Kitaplarda da, filmlerde de ortaya çıkan aynı gerçektir. Serinin gizli kahramanı Sam’dir.

Tüm seri boyunca bütün karakterler değişmiş, gelişmiştir. Hepsi ufak tefek de olsa kusurlarla çıkmıştır karşımıza ilk başta. Yüzüğün yolculuğu onları büyütmüş, olgunlaştırmıştır.

Değişmeyen sadece Sam vardır. Kalben her zaman anayurdu Shire’e bağlı, Frodo’yu hiçbir hal ve şart altında terk etmeyen, en karanlık anda bile içindeki güneş ışığını kaybetmeyen; değişmeye ihtiyacı olmadığı için değişmeyen Sam.

Bu muhteşem kitapları yazan ama sıradan sakin bir hayat yaşayan John Ronald Reul Tolkien, sıradan insanların önemini en iyi bilenlerdendi. Zaman zaman kendisinin de belirttiği gibi Tolkien aslında İnsan bedeni içine hapsolmuş bir Hobbit idi.

Alçakgönüllü Bir Deha Tolkien

John Ronald Reul Tolkien

Acıklı bir hayatı olmuş Tolkien’in. 1892 yılında doğmuş. O dönemin tüm insanları gibi art arda iki dünya savaşı görmüş. Birincisinde bizzat savaşmış, ikincisinde de oğlu savaştığı için asker yolu gözlemiş. Her iki savaşın getirdiği yıkım ve gözyaşına tanıklık etmiş.

Ama acıklı hayat derken bunu kastetmiyorum.

Üç yaşındayken babasını, on iki yaşındayken annesini kaybetmiş. Sonrası ise sevgisiz, katı yürekli uzak akrabaların ve bakıcı ailelerin yanında geçen sıkıntılı yıllar.

Dillere olan yatkınlığı ve dilbilimine olan merakı küçük yaşlardan itibaren kendini göstermiş. Latin, Yunan, Fin dillerini öğrenmiş, hatta eğlence olsun diye kendine ait bir dil yaratmaya daha o yaşlarda başlamış.

Eğitiminin tüm aşamalarında edebiyat ile ilgili kulüpler kurmuş ve dostlarıyla birlikte edebi sohbetler yapmış.

Hayatının sonuna kadar evli kalacağı eşi Edith ile, kendisi on altı Edith on dokuz yaşındayken tanışmış. Oxford Üniversitesi’nde dilbilim (linguistik) ve filoloji eğitimi almış. 1915 yılında orduya çağrılmış ve sefer emri gelmeden Edith ile evlenmiş.

Savaşa katılmış. Siper hummasına yakalandığı için terhis edilmiş. Hastalığı aralıklarla tekrarlamış.

Bir dönem (sanırım İngilizce öğrenirken hepimizin masalarında bulunan) Oxford Sözlüğü ekibinde çalışmış. Bir süre Leeds Üniversitesi’nde ders verdikten sonra, tüm çalışma hayatı boyunca kalacağı Oxford Üniversitesi’ne geçmiş.

Yeni diller ve nereden geldiği belli olmayan bir “Hobbit”

Profesörlük unvanını alan Tolkien, Oxford’un sakin ortamında, öğrencileri, ailesi ve dostlarıyla birlikte yaşar ve aklından bin türlü fantazya geçerken, bir gün sınav kâğıtları arasında boş bırakılmış bir sayfaya rast gelmiş.

Nedendir bilinmez o sayfaya yerdeki bir çukurda bir Hobbit yaşardı yazıvermiş.

Hayal gücünün genişliği bu cümlenin arkasının gelmesini sağlamış. Hobbit nedir, nasıl yaşar, yerdeki delikteki evi nasıl bir evdir… gibi soruları cevaplamak için, hem de çocuklarına hoş bir masal olsun diye yazmış yazmış.

Sonunda 1937 yılında the Hobbit (Hobbit) adlı çocuk kitabı ortaya çıkmış. Kitabın başarısı olağanüstüymüş. Kısa sürede çocuklara tavsiye edilen okuma listelerinin en başlarında yer almaya başlamış. Bu bugün de böyledir.

Aslında Tolkien’in, Hobbit’i çocukları için kaleme almadan önce de yazmakta olduğu ve müthiş bir eser olacağını düşündüğü başyapıtı “Silmarillion”dır. Ancak bu çalışmasından örnekler gönderdiği yayınevi, ticari açıdan basılmasını mümkün görmediklerini söyler.

Bunun üzerine, bir yandan Silmarillion’a devam ederken, bir yandan da (Silmarillion ile yaratmakta olduğu evrende geçen ve o altyapı üzerinde yükselen) “Yüzüklerin Efendisi”ne başlar.

Yüzüklerin Efendisi serisinin yazım macerası tam on altı yıl sürmüş. Çocuk kitabı olmaktan çıkmış. Büyükler için bir fantazya macerasına dönüşmüş. 1954-1955 yılları arasında üç bölüm halinde yayımlanmış. İçinde bol şiir, şarkı, harita ve ekler olan bütünlüklü bir seri olmuş.

Yayınevi de Tolkien de serinin başarı elde edemeyeceğini düşünüyorlarmış.

Tahminlerinin tutmadığını biz biliyoruz tabii. Müthiş bir başarı kazanmış kitap. Hele 1965 yılında ince kapak korsan baskı yapınca okuyanların sayısı inanılmaz artmış. 1968’e gelindiğinde artık alternatif bir edebiyat türü arayanların baş tacı olmuş. Muazzam bir okuyucu kitlesi olan bir yepyeni bir türün kapılarını açmış.

Tolkien, çok sevdiği eşi Edith’ten sadece iki yıl sonra 1973 yılında 81 yaşındayken hayata veda etmiş. Mütevazı bir şekilde çok sevdiği karısı ve çocukları ile yaşadığı sakin hayatı ölümünden sonra kitaplara ve filmlere konu olmuş.

Evrenler yaratıp, kitaplar yazmayı çok sevmiş ama kitapların getirdiği üne bir türlü alışamamış.

Son ana kadar üzerinde çalışmaya devam ettiği adeta bitirmeye bir türlü kıyamadığı Silmarillion adlı yaradılış destanı ise ölümünden sonra oğlu Christopher Tolkien tarafından Guy Gavriel Kay yardımı ile tamamlanmış ve 1977 yılında yayımlanmış.

Çağdaş bir mitoloji, bitmeyen bir şarkı Silmarillion

Fantazya edebiyat sevmiyorsanız dahi Silmarillion’u okuyun derim. Çağdaş bir mitolojidir. Bir yaradılış destanıdır. Çok güzel ve zariftir. Kitapta kullanılan dil de Tolkien’in diğer kitaplarındakinden daha farklı ve karmaşıktır.

Tolkien İngiliz dili uzmanı. Ve diller uzmanı. Gramer yapısı ve kelimeleri, lehçeleri ve tarihçesiyle koskoca bir dil yaratmış: Elflerin dili.

Tolkien’in evreninde her ırkın kendi dili var. İnsanların konuştuğu dile ise ortak dil deniyor (İngilizce). Farklı dillere sahip ırklar birbirleriyle ortak dilde konuşuyor.

Kitaplarındaki İngilizce, konuşana göre farklılık gösteriyor. İnsanlar kısa cümleler kuruyor ve günlük bir dil kullanıyorlar, Elfler’in daha karmaşık sözcükleri ve şiirsel bir dil yapıları var. Entler uzun betimlemelerle konuşuyorlar.

Gelelim Silmarillion’a… bu kitaptaki İngilizce gerçekten çok farklı. Kafiyeli; ritmi, hatta müziği olan bir dil, ters cümleler, zor ve uzun kelimeler ve tabii bir tanrının yaratımlarından bahsettiği için dini metinleri andıran bir hava var.

Evet, Tolkien yeni bir din yaratmış da diyebiliriz. Ama Orta Dünya için.

Ben Tolkien’ın kitaplarını İngilizcesinden okudum.

Yüzüklerin Efendisi serisinin bendeki kopyaları

Okuduğum zaman henüz Türkçe’ye çevrilmemişlerdi. Bu yazı serisini hazırlamaya başlayınca internet ortamından kitapların Türkçesi’nden yapılan bazı alıntılara rastladım ve doğrusu beğendim.

“Yüzüklerin Efendisi” serisini Çiğdem Erkal İpek, Silmarillion’u ise Berna Akkıyal çevirmiş. Kitaplar iki farklı yayınevi tarafından (Metis ve İthaki) basıldığı için çeviriler de farklı kişiler tarafından yapılmış.

Hürriyet Gazetesi’nde 2002 yılında Çiğdem Erkal İpek ile yapılmış bir söyleşiye rast geldim. Orijinal metindeki üslup farklılıkları ve değişik dillerin varlığı nedeniyle zorlanıp zorlanmadığı sorulunca; zorlanmadığını, çünkü elinde çok iyi bir yazarın çok iyi bir metni olduğunu söylemiş. Cümlelerin uzunluğu veya zorluğundan ziyade metnin iyi olup olmamasının çeviriyi etkilediğini belirtmiş.

Zaman zaman ben de çeviri yaptığım için bu ifadeye katıldığımı söyleyebilirim.

Fakat Silmarillion’un özellikle zor bir çeviri macerası olabileceğini düşünüyorum. Eminim o da Berna Akkıyal’ın elinde, rahat okunan ve orijinali ile aynı duyguyu verebilen güzel bir metne dönüşmüştür.

‘Merhaba’-‘Mae g’ovannen’ veya ‘hoşça kal’-‘Namarie’… Bir iki Elfçe kelime öğrenelim mi?

Elfçe Runik bir dil. Runik yazı; ilk Çağ Orta Asya ve Kuzey Avrupa toplumlarının kullandığı bir tür alfabe. Göktürk Yazıtları da Runik alfabe ile yani rünler ile yazılmış. Tolkien’in Quenya dilini oluşturmak için kullandığı rünler ile Göktürk alfabesini oluşturan rünler büyük benzerlik gösteriyor.

Tek Yüzüğün içindeki yazının Türkçesi’ne ilk yazıda yer vermiştim. Yazının orijinali Rünik Elf alfabesi kullanılarak Mordor dilde yazılmış. Şöyle:

Tek Yüzüğün içindeki yazının Rünik Elf alfabesi kullanılarak Mordor dilde yazılı şekli.

(Hepsine hükmedecek Bir Yüzük, hepsini o bulacak.
Hepsini bir araya getirip karanlıkta birbirine bağlayacak)

Bu görseli 25 yıldır kütüphanemde olan serinin sararmış sayfalarından alıntıladım sizin için.

İnanılır gibi değil ama gerçek; Tolkien bir dil yaratmakla kalmamış, Elf dilinde iki de lehçe (diyalekt) yaratmış: Sindarin ve Quenya

Elfçe bir iki kelimenin fonetik halleri nasıldır dersek… Mesela, ‘merhaba’: Mae g’ovannen. (Sindarin) veya ‘hoşça kal’: Namarie (Quenya); ya da ‘teşekkür ederim’: “Hantale” (Quenya). ‘Lütfen’: “Ann ngell nin” (Sindarin). Son olarak da ‘sizinle tanıştığıma memnun oldum’ demeyi öğrenelim: Q Elen sila lumenn’ omentielvo (Quenya) (tanışma saatimizde bir yıldız parlar)…

İşte böyle.

Silmarillion Elfçe bir kelime. Saf ışığın yayılması anlamına geliyor.

Kısaca konusundan bahsedeyim.

Şimdi efendim; bir tanrı var: ‘Eru’. Yaratma gücüne sahip. Yaradılış sürecinin başında Eru boşlukta tek başına. Tanrı Eru önce kendi düşüncesinden göksel melekler yaratıyor. Meleklerine irade gücü veriyor. Sanat ve müzik öğretiyor.

Bu melekler Tanrı’nın iradesinden kaynaklanan bir müziğe vakıf oluyorlar ve hep birlikte bu göksel müziği yapıyorlar. Müziğin güzelliği ve gücü ile evren ve Orta Dünya oluşuyor.

Bir kısım melek, yaratılan dünyadaki ırklara yardım için göksel âlemden dünyaya inip kendilerini fiziki gerçekliğe bağlamayı seçiyorlar.

Hatırlayacaksınız; “Yüzüklerin Efendisi” serisinin ilk kitabında Gandalf ateş iblisi ile savaşıp ölünce, Orta Dünya’yı Sauron’dan kurtarmak için yeniden bedenleşmişti. Bu Gandalf’ın kendisini fiziki dünyaya bağlamayı tercih eden bir melek olduğunun göstergesi.

Bir de tabii burada Hıristiyan anlayışındaki “İsa’nın yeniden doğuşu” motifini görüyoruz. İnançlı bir Katolik olan Tolkien kitabına dini motifler koymuş elbette.

Yaratılan fiziksel dünya için Tanrı Eru ilk önce Elfleri, sonra da İnsanları yaratıyor. Ve bütüncül yaratma gücü sadece kendisinde olduğundan her iki Irka da yaratımla aynı anda irade gücü/ruh veriyor.

Eru’nun melekleri.

Eru’nun melekleri ise Hobbitleri, Cüceleri, Entleri, Kartalları ve diğer ırkları yaratıyorlar. Ancak onların ruh verme gücü yok. Tanrı Eru bu yaratılara bakıyor, tartıyor ve ruh veriyor. Ancak o şekilde özgür iradeli bağımsız canlılara dönüşebiliyorlar.

Yarattığı meleklerden biri Eru’yu kıskanıyor, ruh yaratma gücünü kendine de istiyor. İsyan ediyor ve kötülüğe meylediyor. Ruh yaratmak, Eru gibi olmak istiyor ama mümkün değil. Yarattıklarına Eru ruh ihsan etmeyince ancak Orklar, Troller gibi düşük Irklar yaratabiliyor.

Orta Dünya’daki tüm ırklar içinde bizzat Tanrı Eru tarafından yaratılmış olan Elflerin ve İnsanların özel bir yeri var.

Elfler ilk yaratılan. Tanrı onları ölümsüz yapmış. Sonsuz bir hayat bahşetmiş. Ödül gibi değil mi? Ama ölümsüzlük aslında Elflerin sonsuza dek fiziksel dünyaya bağlı kalacağı anlamına geliyor.

Zaten Silmarillion’da, Tanrı Eru’nun Elflerden sonra yarattığı İnsanları çok sevdiğinden bahsedilir. O kadar sever ki, onlara Elflere vermediği çok büyük bir armağan verir: ölümlülük.

Yani Hıristiyan inancındaki (ve tüm dinlerdeki) cennet vaadi sadece İnsanlar için vardır.

Elfler yalnızca bu dünyayı bileceklerdir. Yalnızca bu dünyanın zorluklarını ve güzelliklerini yaşayacaklardır. Eru’nun, meleklerin, evrenleri yaratan renklerin ve müziğin olduğu öbür dünya onlara sonsuza dek kapalıdır.

İnsanlar bunu bilmese de, ölümsüz Elflere özense de, ölümü kaçınılması gereken bir hastalık, bir zafiyet gibi görse de aslında “ölüm” insan ırkına verilmiş en güzel hediyedir.

……..

Bugünlük de bu kadar. Haftaya Tolkien’a ayırdığımız serinin son bölümü var. Nelerden bahsedeceğiz?

  • Öncelikle, Tolkien’in esin kaynaklarını, kitaplara yönelik ırkçılık eleştirilerini, çevreciliğini ele alacağız.
  • Film müziklerinden konuşacağız. Howard Shore tarafından yapılan ve filmlerin beğenilmesine büyük katkı sağlayan muhteşem müziklerden.
  • Kitaplar ve filmler arasındaki farklara da kısaca değineceğiz. Bazı büyük farklar kitapların hayranlarını çok üzmüş (beni değil).
  • Bir de tabii niye bu kadar çok sevilmiş bu kitaplar onu değerlendireceğiz.

Haftaya bu konuda son kez görüşmek üzere…

PAYLAŞMAK İÇİN