Yarım kalan aşk öyküsü günde beş kez böler yürekten seven insanı

Yenilgi adamın omuzlarına oturmuştu. Eşiyle arasına bir hudut çizilmişti. Yan yana bir bitişin içindeydiler. Yirmi yılın sır perdesi yırtılmıştı. Adam yarasının derinliklerine düşerken, kadının yüzünde dikenli bir sevinç vardı; en azından terk edilmemişti.

FATMA ARAS

“Değdi saçlarıma bahar küleyi[1]

Nazende sevgilim yadıma düştü

Hernin bahtına bir güzel düşer

Sen de tekçe menin adıma düştün

Nazende sevgilim yâdıma düştün”.

Bizde “Değdi saçlarıma bahar gülleri” şeklinde söylenen bu güzel Hicaz şarkının sözleri Azerbaycanlı romantik şair ve oyun yazarı İslam Seferli’ye, bestesi Andrey Babayev’e aittir. Ve Reşid Behbudov’un sesinden ünlenmiştir. Tanınmış bir opera sanatçısı olan Reşid Behbudov İkinci Dünya Savaşı sırasında cephelerdeki askerlere konserler vererek onların moralini yükseltmekle görevlidir. Kırım’daki konserinde genç bir kıza âşık olur. Görevi gereği orada fazla kalamaz ve başka cephelerin yolunu tutar. Savaş sonrası, sevgilisini görmek için Kırım’a döndüğünde onu bulamaz. İçindeki özlem “Nazende Sevgilim” şarkısındaki duyguyla örtüşmüş olacak ki bu şarkıyı büyük bir içtenlikle seslendirir, bütün konserlerinde programa alır. 1961’de Türkiye’de verdiği konserde bu şarkı öylesine sevilir ki, pek çok şarkıcımızın repertuvarına girer, artık bizim şarkılarımızdan biri olur.

Türkiye’de “Değdi saçlarıma bahar gülleri” şeklinde söylenen bu Hicaz şarkıyı Reşid Behbudov’ sevdirdi.

İnsan bu şarkıyı dinlerken yalnızlığın masasında ayrılıklara gidiyor…

kendine sürgün yaşayanların cebinde unutulmuş bir sevgili mektubu

“Gözlerim yoldadır, kulağım seste

Seni unutmuram men son nefeste

Ey ceylan bakışlım, ey boyu beste

Ey taze ser gülüm yadıma düştün

Nazende sevgilim yadıma düştün”.

Bazı geceler türkü, şarkı diyarında dolanıyorum. Reşid Behbudov’un sesinden bu şarkıyı dinlerken duygular elimden tuttu geçmiş zamanlara götürdü.

Baba tarafımdan akraba bir kadından söz edilirdi sohbetlerde. Duruşu bir dağ, duyguları bir nehir gibi kaybettiği nişanlısına akmış. Söylentilere göre kendi köylerinden bir gençle daha çocuk yaşta birbirlerini sevmişler. Çocuk askere giderken yüzükler takılmış. O zamanın askerliği kaç yılsa kız bekleyecek onu. Yolların kanatsız olduğu dönemler ki iki mektuptan sonra hiçbir haber alınamamış. Aradan on yıl geçmiş çocuktan haber yok. Kız yüreğinde nişanlısının adını titizce saklayacak bir oda yapmış. Gönül kapısı yeni taliplerine kapalı…

Töre işte, nişanlısının ailesi kızın yabancı bir aileye gelin olmasını ar bilir ve küçük oğullarına alır.  Oğlan da kız da bu geleneğe boyun eğer. Kız, nişanlısını beklediği yıllarda, dışarıdan biri koşarak gelse dizlerinin bağı çözülür, yüreği sırtını dövermiş. “Geldi mi?” diye gözleri dilinden önce konuşurmuş. Evlendikten sekiz ay sonra, bir masala düşer gibi sekiz ay sonra veremden ölmüş kız… Son günlerinde sayıklamalarında; “Evlendiğimi ona demeyin” diye mırıldanırmış. Yarım asır sonra bir tanıdığı Çanakkale şehitliğinde nişanlı ölen gencin adını görmüş.

İşte türkü, şarkı deyip geçilmiyor.

Bazı sözler, kendine sürgün yaşayanların cebinde unutulmuş bir sevgili mektubu gibi… 

“Sensiz dağ döşüne çıktım bu seher

Öttü kumru gibi gür şelaleler

Ey niye yalgızsan sordu laleler

Gövertti nisgilim yadıma düştü

Nazende sevgilim yadıma düştü”.

Kadın, ağzında yaşmak kapı aralığında oturmuş, sanki rüzgâr ellerini çekiştirip duruyor…

Kendimi dolandığım bir gece, Reşid Behbudov’u  dinlerken çocukluğumda dinlediğim bir olay yadıma düştü benim de.

Iğdır’da oturduğumuz mahallenin üst tarafında Y. Z. adında bir kadın vardı. Bağlarla bezeli bu şehirde, hemen hemen herkes birbirinin yarasını biliyordu. Bu teyzenin de yirmi yıl önce kocası kayıp olmuş. Sovyetlere geçerken Aras’ta boğuldu, İran’a kaçtı diye söylentiler dolanmış. Maaş yok, tarla yok. Fakirlik diz boyu ve kucağında bir yaşında çocuk. Altı yıl sonra kadın bir başkasıyla evlenmiş. Bir oğlu daha olmuş. Çok küçüktüm ama bugün gibi aklımda dolanan o anı bugün de benimle omuz omuza…

O tarihlerde her şey ulu orta konuşulduğu için, biz çocuklar vaktinden önce büyümüştük. Kalabalık bir çocuk grubuyla geniş kayısı bahçesinde oyun oynuyorduk. Yaşlarımız yedi veya sekiz… Bir kız arkadaşımız koşarak geldi. “Koşun Y. Z. kaybolan kocasıyla R… gillerde konuşuyor. Bütün mahalle orada” dedi. Hepimiz kapıya yığıldık. Yaşlı bir adam içeride kanepede oturmuş, yanında ev sahibi, oldukça üzgün. Kadın ağzında yaşmak, adamlara arkası dönük kapı aralığında oturmuş, başı aşağıda. Sanki yağmur, sanki rüzgâr ellerini çekiştirip duruyor…

İnsan neye odaklansa diğerine kör olur. Onun adı da beklemek…

Iğdır’da yabancı ajanların cirit attığı bir dönemde bu amca da SSCB’ye ajan olarak gitmiş. Dikkati çekmemek için tek başına, günlerce oralarda birileriyle görüşüp, birkaç bilgi toplamış. Döndüğü gece, Aras Nehri yakınlarında yakalanacağını anlamış ve bir sazlıkta bataklığa girmiş. Ağzına bir kamış alıp iyice çamurlara gömülmüş. Dışarıda kalan kamışın ucuyla nefes almaya çalışırken koku alan köpekler onu bulmuş ve yakalanmış. Uzun bir sorgudan sonra Sibirya’da bir hapishaneye gönderilmiş. Sonra yıllar, kendi tabiriyle, saçlarını da gençliğini de elinden almış. Bu konuşmaları dinlerken, sanki ülkelerin kara gözeneklerinden bir gerçek süzülüyordu. Yenilgi adamın omuzlarına oturmuştu. Eşiyle arasına bir hudut çizilmişti. Yan yana bir bitişin içindeydiler. Yirmi yılın sır perdesi yırtılmıştı. Adam yarasının derinliklerine düşerken, kadının yüzünde dikenli bir sevinç vardı; en azından terk edilmemişti.

Bu şarkıyı dinlerken o olayı da anımsadım. Zaman gözkapaklarıma oturdu. Bu şiirin yazarı öldü, bestecisi öldü ama daha dinleyenleri var. Yarım kalan bir aşk öyküsü günde beş vakit böler yürekten seven insanı. Bir yanım güneyde, bir yanım kuzeyde tersine akan Asi Nehri gibiydim.

Ne yazık ki günümüzde her şey metalaştı. Aşk deyince insanların aklına fiziksel çekicilik gelmeye başladı; o da bir öğün yemeğe benzer. Karın doydu mu tabağı bulaşıktır artık… İnsan neye odaklansa diğerine kör olur. Onun adı da beklemek…


[1] Rüzgârı

PAYLAŞMAK İÇİN