Valoukli Rum

Kendimi kadın hastaları giydirip soyarken, yıkarken, günlük notlarını tutup, enjeksiyon ve gerekince pansumanlarını yaparken buldum. Gölgeler mi peşimde, ben mi gölgelerin izinde… bunu ayırt edebilmek için zamana ihtiyacım vardı. Geceleri koğuş koğuş gezmeme rağmen binadan çıkmaya ürküyordum başlangıçta

 

 

ELVAN ÇUBUKÇU

 

( Bu hikâye, İsmet Sungurbey hocaya,
Allah’a yakın uçan ateist kuşlardan,
Balatlı Yahudi köpeklerden,
Eyüplü Müslüman kedilerden
ve benden rahmet duasıdır. Dilerim duyulur)

 

Hastanenin mutfak personeli, dahiliyenin görece sağlam hastalarından seçilmişti. Çamaşırhaneninkiler ise oftalmoloji servisinden.  Veba geçirmeyen parlak beyaz tafta ceketleriyle doktorlar ve idare şimdi de yana yakıla bir hemşire arıyorlardı cemaatte; Florence Nightingale mizacıyla balıklı ayazmadan kepçe kepçe şifa dağıtacak şefkat dolu bir hanım. Onca ilana, duyuruya, patrik çağrılarına rağmen tek bir başvuru olmamıştı. Üstüne üstlük bir de hükümetin hastaneye yaptığı tütün yardımını kesmesi, artık Valoukli koridorlarında elini kolunu sallaya sallaya gezen bir asabiyet olup çıkmıştı. Belki de bu yüzden doktorlar viziteler sonrası daha bol alkolle boğazlarını çalkalayıp, belli bir miktarın yemek borularından mideye sızmasına daha çok izin veriyorlardı aynaya son kez bakmadan, ceketlerini çekiştirmeden, genizlerini öttürmeden ve odalarını terk etmeden önce.


Sonra ben girdim kapıdan; Eleni

(Nevrasteni de vardı beraberimde, ayağını sürükleyen ve bana sürekli ‘hadi uyuyalım’ diyen.) 

 

Kendimi kadın hastaları giydirip soyarken, yıkarken, günlük notlarını tutup, enjeksiyon ve gerekince pansumanlarını yaparken buldum. Gölgeler mi peşimde, ben mi gölgelerin izinde… bunu ayırt edebilmek için zamana ihtiyacım vardı. Geceleri koğuş koğuş gezmeme rağmen binadan çıkmaya ürküyordum başlangıçta. Hem dışarıda hem içeride ulumalar ve kokular giderek artıyordu sanki. Çağrı ya da itki; karar veremedim ilk birkaç ay.  Silkinmek, giderek ağırlaşan, üstü kat kat dumanlı, içi kızıl kor astarlı esvabımdan kurtulmak istiyordum. Havaların da düzelmesiyle adım adım yol kat ettim ayazmaya; içimdekileri parçalamaya, kirimi akıtmaya, yaralarımdan koparacak balıklara doğru. Her gece bir adım. Ayazma suyunda, gecenin zifiri karanlığında, nilüferlerin, süsenlerin, su yıldızlarının hemen yanı başında yılanyastığında titreşen gümüşten dev ayın altında balıkların uyuması huzurluydu önceleri. İhtiyacım olan, o iri yaprakların altından çıkacak diye hissettim. Bekledim. Gelen giden olmadı. Sonra bir gece ansızın uyandırdım onları; işbirlikçim olsunlar diye. Kimseler beni yakalayamadı ayazmada yıkanırken, balıklar seyrederken. Günlerce. Kimse. Ben de suyun üstünde ve içinde titreşen her şeye, sundukları şifa karşılığında her gece masallar anlattım; fena palavra diye deliler gibi güldüklerini duydum sanki ara ara.

 

Ben Eleni.

Kapkara saçlı, kapkara gözlü Rum kızı.

“Beyefendi biz sadece tahayyül edebiliyoruz burada. Onlar bazen melek oluyor ama bazen de kiklop, golem, ya da siren oluyorlar. Şşşşşşt gittiğiniz sese dikkat ediniz. Zira biz hiçbir eri ve esiri es geçmiş değiliz. Apoletlileri de keza. Tabii ki biliyorum, hem de elifba’yı ezberlemeden çok daha öncesi günlerde öğrendim, her faniye iki göz iki kulak bir burun gerektiğini. Neden kızdınız anlamadım. Benim derdim, başının az üstüne kara bulutlar toplanmışlara kara gün komradlığı yapmak idi. Adi bir müzik istasyonuna isim listesi verir gibi size liste veremem ki. Tüm hastaları seviyoruz ve koruyoruz. Kavanozlarda mutlaka potasyum bromür, kinin, sülük, beat kuşağı ve hiç bağırsak sorunu olmayan birinin sıçması kadar kolay ve rahatlatıcı şekilde ölmek isteyen Céline saklıyoruz. Bu inanın onlara tafta ceketten, lokman ruhundan, altın tuzundan ve Largactil’den daha yararlı oluyor. Ve hayvancıklar beyefendi, ben onları Malta’daki sessiz şehrin daracık sokağına park etmiş Doğa Tarihi Müzesi’ni babamın zoruyla da olsa gezdiğimden beri çok seviyorum. Bendeki açık ismi – siz de yazın bir köşeye – Malta Tahnit Köşkü.  Midemi bulandıran bir parafin kokusu vardı müzede. Çık buradan kaç bileti. Kuytu bir köşede eflatun harelerinde Anadolu’yu saklayan ametist, sabah güneşiyle odaya dolan çocukça bir esenlikti ama sonra birden bire beyefendiciğim, ortalığa gözler döküldü; onlarca, yüzlerce göz, dur durak bilmeden içinde bulunduğum odaya aktılar, saatlerce… Hayvanların içlerini doldurup ilaçlamışlardı bana dik dik bakabilsinler diye. Bir Nar Bülbülü’yle göz göze gelmenin bu kadar zor olabileceği hiç aklıma gelmemişti ve narin, parlak mavi kanatlarını çırpsın diye hiçbir Ulysses’e bu kadar çok yalvarmamıştım. Sonuç mu? Sorduğunuz şeye bakın! Sonuç kesinlikle öbür köşede hasır şapkalarını ve dürbünlerini camekân arkasında teşhir eden ornitologların gözlemlediği ve küçücük not defterlerine esriklikle sıraladıkları şen şakrak kargacık burgacık notlar gibi değil. Sonuç tıpkı Barents denizinin kapkara ve buz gibi derinlerindeki, bebek yüzlü, sarı saçlı Rus denizcinin taşsız gömütü gibi. Zehir gibi ölüm sessizliği ve kıyısında hâlâ oğlunu bekleyen anneninki gibi; ısrarcı, biteviye, yararsız; stepteki maki sanki.

 

Bakın, beni uzaklaştırmayın şimdi paroladan. Diyorum ki hayvanları hep çok sevdim. O yüzden şimdi sizinle kavga edemem. Bilmiyorsunuz tabii, nereden bileceksiniz, ben  ‘Uygarlığı Küçümseyen Pasaklı Köpekler Okulu’ndan ileri derece ile mezun oldum, zehirli iğne bana vız gelir. Ve siz inanmayın ayazmanın karanlık sularına saçımın sapsarı yansımasına. Biliyorum yanılsama bu, siz de biliniz. Ama beyefendiciğim ama geceleri Velizade mezbahasına doğru ayaklarıma dolanan bağırsaklar ve doğacak güneşle beraber soluklarını yitirecek koyunlar ve kuzular… uykumu kaçırıyor… yardım edin bana! Ne olur! Ne olur yardım edin bana da biriktirdiklerimi kurtaralım hiç değilse. Hem bana yardım ederseniz Sadrazam Hazretleri’nden tütün keselerinin ağzını hastalarımız için biraz açmasını sağlayabilir ve hatta yatağınızın altına parmak parmak sürdüğünüz bokları tahta kafalı taftacıklar görmeden temizleyebilirim. Ne dersiniz? Duyamıyorum sizi? Yardım edin yalvarırım. Yardım edin bana balıklar. Koparın yaralarımı.

Balıklar balıklar balıklar…

 

Tarih: Plüton’un gezegenlikten kovulduğu, tüm gök haritanın feleğini şaşırdığı ve geri zekâlı küçük burjuva karılarının tik bahçe takımlarındaki beş çaylarında, etli döşlerini tutarak ‘ a ben terazi değilmişim…’ diye feveran ettikleri yıl. K. K. kolon kanseriyle savaşıyor diye herkesin yaşamak için isim soyadının baş harflerinden oluşacak bir illetle boğuşacağını düşündüğüm ay. Votka günü.

Yer: İstanbul -Yedikule

Koğuş No: 3036

İsim: Eleni

Ve onun söz arkadaşları; kafası hep alizeli simyacı Sem®a, yoksul yontu Dimitri.”

 

Yedi numaralı koğuştan şizofren Kâmuran Bey, Surdibi’nden gizlice toplayıp kaynattığı kediotunu içiyordu. Keyif, uyuşukluk ve ropdöşambr içindeydi mektubu uzatırken. Sertabip Apostolidis evirip çevirdi idrar, bok, kan ve çimen lekeli kâğıdı odasında. Emraz-ı akliye asabiye mütehassısı. Bu arada okuyucuya not; kızın anneannesi, bu marazı, evde ezanı her duyuşunda ayağa kalkıp ‘şefaat ya resul Allah, şefaat’ diye bağırarak bozmaya çalışıyor hâlâ. 

 

Şifreyi çözemediler ta ki solgun yeşil üniformalı doktor, hastanenin hemen yanında artık hiç kullanılmayan eski ahıra –bilmem niye- girene kadar. İnce, yuvarlak çerçeveli gözlüğünü çıkardı. Gözbebekleri büyürken, eliyle burnunu kapadı. Yeni gargara yaptığı boğazından çok tuhaf, tiz gibi bir ses çıktı, geri geri adım attı, göz yuvalarında, yanak oyuklarına yüzlerce kurtçuğun ve sineğin yuvalandığı yan yana dizili onlarca küçükbaş kellesi ve kellelerden arta kalan yerlere sığışmış çoğu had safhada uyuz, bir deri bir kemik ve kimi bebekli, kaç itlaf, gariptir kaç sıcak yuva ve anlayışlı sahip atlatmış ama kesinlikle Fenerbahçeli Yedi Kule köpekleri ile dolu karanlık odacığa gözü alıştığında.

 

Başhekim, Eleni’ye bakıp “hâlâ ajite ve agresif, öncelikle sıcak su” dedi. Soydular ve yıkadılar Eleni’yi.  Buharların içinden, “ Beni akıtmayın, çocuklarım bekler, nefes koyacağım yemek kaplarına daha” diye itiraz etti büzüşerek ve topuğuyla küvetin deliğini tıkayarak.

 

 

paylaşmanız için