Tezenesine Gurban Olduğum, Bir Tek Sen misin O Ataşlara Yanan?

Saz ustalığının yanına bir de söz ustalığını ekler gayrı. Garip mahlasıyla gönülleri derinden saran nağmeler döker ha döker. Radyo, bu Garip bülbülü yurt semalarında kulaktan kulağa değdirir. Bu ellere sığmaz olunca gurbet ellerdeki yurttaşlara kadar ulaşmıştır sesi

 

SAMİ GÜNAL

Ne bilirdi nota, ne bilirdi perde; her tınısı her sözü derman gelirdi her derde. Yoksulluk vardı, gariplik vardı, sevda vardı, iyilik adına her ne varsa o vardı. Ne hırstan, ne kinden, insan gönlünün ta en derininden gelirdi dile vuran her sözü. İlle de gönül derdine Garip’çe dokunurdu; her sözünün başı insan olurdu.

O, gönüllere gönül düşüren gönül adamıydı. Abdaldı. Abdalları derviş kılan zaten o gönül derinliğiydi. Gönül kimi severse aşk onda güzeldir, derdi. Gün geldi onun gönül dağına boran boran yağmurlar da döküldü; gün geldi o gönlü ataşlara da yandı. Gün geldi o uslanmaz gönüle ne gezersin ey seyran yerinde, diye sitem ettiği de oldu. Gönül, arzuladığına kavuşamayınca gülemez, deyip yollara düştüğünde şu gönlüme sadık yar bulamadım, deyi umutsuzluğa kapıldığı da olurdu. Ölümünü dahi yârin, gönlünü bilmesine bağlayıp o güzel yâr, Garip gönlümü bilmeden ölemem, diye avazlanan da oydu. Hasılıkelam “gönüllerimizin hızmatcısı”ydı.

Müzik, sadece bir ses değil, baştan aşağıya ona vücuttu. O vücudu biçimleyen ustanın adı saz idi. Bozkırın tozunu kaldıran o tınıları ta anasının karnındayken, “Ay dost deyince yeri göğü inleden; sazını çalarkan gendinden geçen; gönülden gönüle kapılar açan; aşkın dolusunu nefessizce içen; gönül delisi” baba Muharrem’in havalanan o avazları içinde duyageldi. Ulu Usta son nefesini verirken yarım yamalak bitiremediği sözle, “Sazımın emaneti…” dediği Neşet, ana karnından doğanda göbeğine sazını koyar baba Muharrem… Beş yaşına gelende hem babası hem ustası Muharrem eve gelesiye kadar duvarda asılı divana uzanır oldu hevesler içinde. Hevesini ahaliye taşıma vaktini anca on bir yaşına kadar zapt edebildi.

Naçardı naçar baba Muharrem! Arpa buğday karşılığı aş kazanını kaynatmak için köy köy düğünlere giderken beraberinde Neşet’ini de götürürdü. Geleneksel Anadolu ritimleri eşliğinde köçeklik yaparken çift kale sanat oynuyordu Garip Neşet. Kan tere batarıkan Anadolu’nun çeşit çeşit ritmi içerisinde bin bir ezgisini hem zihnine hem bedenine nakşeder oldu.

Çocukluk bu ya… Köyünden öte görüp göreceği tek yerin gökyüzü olması misali derdine düşeceği tek sevdası ta o günlerde evcilik oynadığı o isimsiz kız olacaktı. Oyun oynanır dağılır çocuklar; tekrar toplansın diye bekler meydan! O, hangi zengin konağın kızıydı da mah cemali bir daha ona görünmez oldu? Bundan kelli ne bir ses ne bir haber gelir ondan. Çıkmaz akıldan, gönül yatağını verdiği o kız kaybolanda yok bir daha ki başkasını görsün de yeni, yeniden sevsin! O meçhulü öylesine gömülü tuttu yıllar yılı gönül dağında.

Günler devrilip devran dönerken her ikisine bir yerlerde ayrı ayrı kader örülürken tek alacağı haber onun ölüm haberidir. Son hayal perdesi de kapanınca alır sazı eline:

“Sevdiydik birbirimizi / Açamadık sırrımızı / Babalar hâlden anlamaz / Duysa öldürürdü bizi // Büyümüş gelinlik olmuş / Hasretinden irengi solmuş / Gizli dertten hastalanmış / Bir de duydum ki Melom ölmüş”

Dayanılmazken o meçhul yârin acısına bir de anası ölür. Zatı o meçhul yârden önce tek bildiği bir kadın vardı, o da anacığı Döne Kadın’dı. Abdal’ın çilesidir ki karnı aç, sırtı açık, ayağı pabuçsuz gider. Garibim daha 12 yaşındayken bacaklarının ağrısından ölmüştür Döne anası. Neşet, çok çekmiştir anacığının yokluk acısını. Hani meçhul bir yâre gibi sanılan şu avazı aslında anası için havalandırır:

“Şu garip hâlimden bilen işveli, nazlı / Ben ağlarsam ağlayıp, gülersem gülen / Bütün dertlerim anlayıp gönlümü bilen / Sanki kalbimi bilerek yüzüme gülen / Boynu bükük bir Garip’im yüzüm gülmüyor / Gönlüm hep seni arıyor, neredesin sen?”

Bundan kelli hem anasız hem yârsızdır ki artık bu ellere sığmaz olur. Melul mahzun başını alıp gitmek hâsıl olur. Büyük şeherlere gider isem sanatım varsıl olur, diyerek başkentin yolunu tutar. Varır da pek istikrarlı olmaz kalışları. Uzaktan heveslisi olduğu radyonun “Yurttan Sesler” velisinin kapısına dayanınca Anadolu yurdunun ekin tarlası toplayıcısı Sarısözen Muzaffer’in himmetine nail olur. Pek sürekli değil de ara sıra olur o tarlanın harman yerinde esen sam yellerini savurmak. İki üç ayda bir radyoya çağrılmak pek hoşnut bırakmaz 14 yaşındaki kara benizli bu kavruk oğlanı. Yine de bırakmaz yaşı küçük, sesi dev bu oğlanın peşini Muzaffer Ağa’sı. Bundan kelli üstü örtülü bu kapalı kutuda çıkan sesi bozkırlardan tüm Anadolu’nun yedi sofrasına taşmış olur.

Gönül Dağı’nın tepesi yağmur boran olanda sel akarken can özünden gizli gizli, içindeki sevdanın alevi açık açık yükselir. Yükselen bu alev tüm canları ısıtsın deyi kayığını büyük denizlerde yüzdürmek ister. Zar zor biriktirdiği iki buçuk lirayla Angara Garajından öte gidemeyeceğini anlayınca yolcu çığırtkanının inayetine sığınıp İstanbul’a varmayı hedefler. Garajda saatlerce havalandırdığı saz-söz karşılığı bir otobüse bindirilir.

Parasız pulsuz, İstanbul’un bitli Sirkeci otellerinden geçirdiği günler içerisinde iş ararken gözüne çalan bir levha onu bugünlere taşıyacaktır. Levhada yazan şu iki sözcüktür: “Şençalar Plak”. Sabahın köründe kapıya elindeki sazıyla dayanır. Plak evi çalışanlarına babasının eseri olan:

“Neden garip garip ötersin bülbül / Yoksa sen de bahtı karalı mısın / Durmaz feryat edip coşarsın bülbül / Sen de benim gibi yaralı mısın?”

Bozlağını havalandırmasıyla beraber plak başına 25 kuruşluk sözleşmeyi imzalatırlar. Kadri Şençalar içeri girende gönül tellerini ötürsün deyi bir de onun için havalandırmasını isterler bu bozlağı. Şençalar gözyaşları içerisinde Neşet’in elinden tuttuğu gibi neonların gözleri kamaştırdığı “Beyoğlu Saz”dan içeri sokarken “Size bir garip getirdim.” deyip bir kez daha aynı bozlağı inildetmesini ister. İleride babasının da yakıştırmasıyla “Garip” mahlaslı Neşet Ertaş olacaktır bu kavruk oğlan.

Gurbetliğe bir buçuk yıl dayanır. Köyüne döner. Bu süre içerisinde İstanbul’un afili havasından olsa gerek şapka takmayı unutmuştur. Daha ilk sabah dışarı çıktığında şapkasız bu adamı garipseyen çocuklar onu taşlamaya başlayınca alınganlık gösterir. İnsan taşlandığı yerden durmamalı, deyip Ankara’daki hemşerisinin gazinosunda sahne almaya başlar.

İşte buradaki bir rastlantı hayatında yeni bir dönüm noktası olacaktır. Babasıyla çatışmasına sebep olacak; bizleri de adına yakılan türkülerle derinden sarsacak olan Leyla’sıyla karşılaşacaktır. Çatışma sebebi babasının Leyla’yı aile geleneğine denk görmemesidir. Abdallarda dışarı kız alıp verilmemektedir o zamanlar. Babasını dinlemez. Gönül kimi severse aşk onda güzeldir, diyerek her an gözünde perde olan, nereye baksa orada olan, Leyla’sıyla evlenir. Babasında anlayış dileyen şu türküsünü salar:

“İki büyük nimetim var / Biri anam, biri yârim / İkisine de hürmetim var / Biri anam, biri yârim / Ana deyip de geçilmez / O yâr anadan seçilmez / İkisine de kıymat biçilmez / Biri anam, biri yârim”

Aile içi bu özel hayat çatışmasını bırakarak devam edelim.

Neşet Ertaş, girdiği “Mahalli Sanatçılar” sınavını kazanmasıyla birlikte radyo sanatçısı unvanını alınca adı tüm yurdu sarar. Yazıp söylediği türkülerde mahlas (Takma isim) kullanmayışını babasına açtığında “Bizler garibiz oğlum, bize garipler derler, gönül de gariptir.” cevabını alınca Neşet Ertaş’ın mahlası belli olur: Garip.

Saz ustalığının yanına bir de söz ustalığını ekler gayrı. Garip mahlasıyla gönülleri derinden saran nağmeler döker ha döker. Radyo, bu Garip bülbülü yurt semalarında kulaktan kulağa değdirir. Bu ellere sığmaz olunca gurbet ellerdeki yurttaşlara kadar ulaşmıştır sesi. Yurt dışı konserinde dönerken Yugoslavya’da ehliyetsiz trafik kazasına karışmaktan hapse düşer.

Hapishaneye bir gün postadan “İnce Memed” romanı gelir. “Bozkırın tezenesine geçmiş olsun!” mesajıyla Yaşar Kemal’in imzası vardır. Böylece bildiğimiz “Bozkırın tezenesi” nişanesiyle öten Garip bülbüldür artık o bizim yurdumuzda.

Neşet Baba’mızın bitmez bitmez olan yaşantısını iki darbeyle biz bitirelim bu yazı içerisinde.

İlk darbe: Gönlüne ataşlar düşürüp de üç meyve veren Leyla’sına asker dönüşünde bir hâller olduğunu görür. Baba Muharrem’in Leyla’yı istemediği gibi belli ki onun ailesi de Neşet’i istememektedir. Leyla’yı ona karşı doldurmuşlardır. Babasının sözleri aklına gelse de kalender gönüllü Neşet yine de suçu kendinden bulur:

“Bilemedim kıymetini kadrini / Hata benim, günah benim, suç benim / Elim ilen içtim derdimin zehrini / Hata benim, günah benim, suç benim // Bilirim suçluyum kendi özümden / Gel desem gelirdin benim izimden / Her ne çektiysen benim yüzümden / Hata benim, günah benim, suç benim”

Darbe iki: Sebep çok mu önemli? Yalan dünya yalanmış! Hastalık mastalık çok da geç olmayan yaşta aldı götürdü. Aslında bu darbe bizedir. “Gönüllerimizin hızmatçısını” kaybettik.

Ama ölmedi!

Başlık boşta kalmasın!

İçimdeki yangınlarımı söndürürken avazlarına mihman olmuşsam, ben de kavrulup yanmışım o yollarda Ulu Usta’nın ulu oğlu!

 

paylaşmanız için