Karmaşıklığın Romancısı William Faulkner

Yapıtlarındaki malzemeleri tarih ve mitlerin paralelinde sunmayı seçtiği için, az bir dikkatsizlik bile onu okuyanları yanıltır. Onun yazdıkları geçmişten kalmadır ama gelecekten de haber verir; Güneyli kültüre olan bağı ve o kültürün yok olma tehlikesiyle örülüdür

 

 

AV. CEM BAYINDIR

“Söyleyecek sözünüz olduğu sürece yazabilirsiniz. İnsanı yazacaksanız bunun için insanları tanımalısınız. Yazmanızı beslemek için de -bir marangozun zanaatını gözlem yaparak öğrenmesi gibi- klasikleri, ucuz romanları, iyi kötü elinize geçirdiğiniz her şeyi okuyun ve okuduklarınızın nasıl yazıldığına bakın. Yazar, hecelerini kâğıda geçirmeye başlamadan çok önce, gözlem yapmaya başladığında yazar olur.”

 

25 Eylül 1897’de Mississippi’de doğan ve sonradan ailesiyle Oxford’daki Lafayette kasabasına taşınan William Cuthbert Faulkner’ın, babası demiryolu şirketi sahibiydi. Dört erkek kardeşin en büyüğüydü ve babası onun adını, asker, avukat, iş adamı, siyasetçi ve yazar olarak tanınan zenci hakları  karşıtı dedesi William C. Falkner’dan dolayı koymuştu.

Amerikan İç Savaşı sonrası yoksullaşan ailesinin 1902’de Oxford’a taşınmasıyla orada liseye  başlayan Faulkner 1914’te okulu bırakarak Birinci Dünya Savaşı’nda Kanada ve İngiliz Hava Kuvvetlerine katıldı. Amerika’ya döndüğünde nişanlanıp ayrıldığı Estelle Oldham’ın  zengin bir yaşlıyla evlenip Çin’e yerleşmesiyle bunalıma girmiş, çocukluk arkadaşı Phil Stone’nun yanına New Haven’a yerleşmiştir.

Burada katiplik yapmış, arkadaşının hazırladığı okuma programıyla dünya klasiklerini ve çağdaş yazarları okumaya başlamış, Melville, Cervantes ve Conrad’ın yapıtlarından etkilenmiştir.

William Faulkner geri döndüğü Oxford’da Mississippi Üniversitesi’ne girerek Fransızcasını geliştirmiş ve Marionettes adlı tek perdelik bir oyun yazmıştır. 1921’de üniversiteyi de yarıda bırakıp New York’a gitmiş, 1924’te ilk şiir kitabı The Marble Faun’u (Mermer Tanrıça) yayımlamış ancak kitap istediği etkiyi yaratamamıştır.

“Ben başarısızlığa uğramış bir şairim. Belki de her romancı önce şiir yazmak ister, yazamadığını görür ve öykü yazmayı dener. Öykü, şiirden sonra en çok çaba isteyen edebiyat formudur ve sanatçı öykü yazma işinde de çuvalladığında romanını yazmaya başlayacaktır.”

New Orleans yolculuğunda arkadaşı Elizabeth Prall’ın tanıştırdığı Sherwood Anderson’un yönlendirmeleriyle ilk romanı Soldiers Pays’i (Aşk ve Ölüm)  yayımladı. İkinci romanı Mosquitoes da ticari başarısızlıkla sonuçlandıktan sonra 1927’de yazdığı Flags in the Dust ya da Sartoris diye bilinen romanı onun özgün biçiminin ilk örneği olarak ve kurmaca kasabası Yoknapatawpha County’de geçmesi bakımından önemlidir.

Faulkner, Paris’te 1925

1928 yılında eşinden boşanan, eski nişanlısı Estalla Oldham’la evlenmesiyle romanlardaki kadın kişiliklerini daha olumlu işlemeye başlamış oldu. 1929 yılında en tanınmış yapıtlarından Ses ve Öfke’yi (The Sound and The Fury) yazmış ve büyük bir ün kazanmıştır. 1930’da kırk yedi günde yazdığı Döşeğimde Ölürken (As I Lay Dying) de onun en güç anlaşılan ve önemli romanlarından biri oldu.

1949 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü, 1955’te de Pulitzer Ödülü’nü kazanan ve birçok önemli roman ve öykü kitabı üreten ve yapıtlarının önemli bir bölümü dilimize de çevrilmiş olan William Faulkner, 1962’de kalp krizi sonucu öldü.

Yaşamının büyük bölümünü taşrada, çiftliğinde geçirmiş Faulkner’ın kaynakları da yöreseldir. Özellikle, Mississippi kasabasını kendi dünyasının ölçeği olarak almış, orada olanları, gördüklerini, izlenimlerini, kendi yoğun duyarlılığının kusursuz bir dışa vurumu olan zengin bir biçimde tutku ve öfkeyle yazmıştır.

Çocukluğunda yaşadığı Amerikan İç Savaşı ve katıldığı I. Dünya Savaşının etkisiyle savaşın şiddetini yakından gören Faulkner, nesillerdir şiddetin gölgesinde olan kendi bölgesindeki yaşamda da bunun kopyasını bulmuştur. Öykülerinde anlattığı dehşet sahneleri ve görüntüleri, yazarın kitapları okunduktan çok uzun zaman sonra bile akıllardan çıkmaz.

Onun bölgesinde de toplumsal sınıflar arasında, Sartorisler, Compsonlar gibi eski köklü ailelerin torunları; at ticareti ve ambarcılıkla yollarını bularak yükselen ve Güneyin yeni bankerleri ve politikacıları haline gelmiş topraksız, açgözlü Snopesler; dağ köylüsü yoksul beyaz marabalar ve çiftçiler; iki yüz yıl boyunca kendilerini esaret altında tutan ve başka bir yüz yıl boyunca da, kanlı iç savaşın bile  kurtulup özgür kalmalarını sağlamadığı bir ‘ırkla’ gerginlik içinde yaşayan zenciler arasında da üstü örtülü bir şiddet vardır. Çürümüşlüğün belirtileri çevrede ve yaşam koşullarında olduğu kadar Faulkner’ın insanlarında da bulunduğu için başka hiçbir yazar okuyucuya bu denli çok örneği bir arada verememiştir.

“Ama bilemiyorum ne deliliktir, ne değildir; kim karar verebilir kesinlikle. Çünkü galiba her adamın içinde deliden de, akıllıdan da ötede bir başka adam var ve o adamın delice ve akıllıca işlerine aynı tiksinme ve aynı şaşkınlıkla bakıyor içerden. (Döşeğimde Ölürken)

Faulkner, Güney’deki eski düzenin yıkılışını ve o düzenin acımasız ve rekabetçi bir sanayi toplumu tarafından daha da yozlaştırılmasını aktarır. Güneyli bir yazar olarak, yöresinin tarihsel çıkmazına değinmeyi ödev bilmiş, bölgesinin toplumsal ve ahlâksal olabilirliklerini keşfederek okuyucuya sunmuştur. Yapıtlarındaki malzemeleri tarih ve mitlerin paralelinde sunmayı seçtiği için, az bir dikkatsizlik bile onu okuyanları yanıltır. Onun yazdıkları geçmişten kalmadır ama gelecekten de haber verir; Güneyli kültüre olan bağı ve o kültürün yok olma tehlikesiyle örülüdür.

Yukarıda da söz ettiğim gibi, Faulkner’ın ilk başyapıtı The Sound and The Fury (Ses ve Öfke) ile başlattığı özgün ve geçmişte görülmemiş yazım tekniği ve ögeleri bir ilktir. Güç anlaşılır, şaşırtıcı nitelikler taşıyan romanlarının ilki olan bu kitapta, soylu Compson ailesi aracılığıyla tüm bir toplumsal düzenin çürüyüşü ve çöküşü anlatılır. Bilinç akışı tekniğiyle yazılan roman, her biri çarpık ruhsal özellikleri olan dört ayrı kahramanın bakış açısıyla kaleme alınır.

“Çünkü şimdiye kadar hiçbir savaş kazanılmamıştır. Dahası, savaşılmamıştır bile. Savaş alanında insanların delilikleri ve umutsuzlukları dışında bir şey yoktur; burada zafer felsefecilerin ve budalaların hayalidir.” (Ses ve Öfke)

1932 yılında yazdığı, Ağustos Işığı (Light in August) ise ırk ve kimlik konularını temeline aldığından özünde Güney’in olağanüstü yergisel bir anlatımıdır. Romandaki baş kişilik Joe Christmas’ın atalarının siyah olması, görünüşte beyaz olmasına karşın onun kimliğini etkileyecek, başına bela olacaktır. Faulkner’ın ABD’nin hem ırk hem de  dinsel temelli dünyasını sertçe yerdiği bu durum yapıtta inanılmaz etkileyicilikte anlatılır.

Yine, 1936’da yayımlanan Abşalom, Abşalom! adlı kitabı da karmaşık dil yapısı, güç anlaşılması, tekniği ile çok önemli bir romandır. Adını Davud peygamberin ölen oğluna seslenişinden esinlenerek koyan Faulkner’ın yine kurgusal bölgesi Yoknapatawpha’da geçen olaylarda, Thomas Sutpen’in ve sonunda kendi oğulları tarafından mahvedilen planı anlatılıyor. Kitab-ı Mukaddes’ten Güneyin söylencelerine, oradan modern dünyanın karmaşasına uzanan roman, farklı anlatıcılar aynı olayları üst üste anlattıkları için yinelemeler üzerine kuruluymuş sanısı yaratsa da aslında okuyucudan doğrunun eksik anlatımlarından geçerek, doğruyu daha derin bir biçimde kavramasını sağlamaya çalışır.

“Tıpkı damağın kabul ettiği, ama sindirimin başa çıkamadığı bir şeyi midenin reddetmesi gibi, başımıza gelen bazı olayları da zihin ve duyular reddeder, kanımızı donduran hadiselerdir bunlar, varla yok arası bir aracının, mesela bir camın ardından birbiri ardına gelen olayların adeta sessiz bir vakumda vuku buluşlarını, hafifleyip, yok oluşlarını seyrederiz; öylece kalakalırız, ta ki ölebilene kadar. Ben öyleydim.” (Abşalom, Abşalom)

Onun en güç anlaşılan en karmaşık romanlarından biri de aslında küçük boyutlu bir kitap olan Ayı’dır. (The Bear)  Uzun bir öykü sayılabilecek bu roman 1942’de yayımlanır. Yazarın o denli karmaşık roman dünyasının birçok temasını içeren, birbirine bağlayan bir yapıt olarak Ayı, birtakım insanlar hakkında olduğu kadar ya da belki ondan da çok, bir toprak parçası üstüne bir romandır.

“Anlamıyor musun? diye haykırdı. Anlamıyor musun? Bütün bu toprak, bütün Güney lanetlenmiştir ve bu topraktan türeyen bütün bizler, bu toprağın emzirdikleri, akıyla karasıyla bu lanetin altındayız? Lanetlenmeyi benim insanlarım getirdi bu toprağa, kabul ediyorum: belki bu yüzden ancak onların torunları -ona karşı direnmek değil, savaşmak değil- belki sadece katlanırlar ve dayanırlar lanet kaldırılıncaya kadar. Sonra sizin insanlarınızın sırası gelecek, çünkü biz sıramızı savdık. Ama şimdi değil henüz değil. Anlamıyor musun?” (Ayı)

Gabriel Garcia Marquez, Juan Carlos Onetti, Carlos Fuentes, Mario Vargas Llosa, Claude Simon, Antonio Lobo Antunes, Cormac McCarthy  gibi onlarca sanatçıyı derinden etkileyen Faulkner 6 Temmuz 1962 tarihinde öldüğünde artık bu yüzyılın en büyük en etkileyici yazarlarından biriydi.

Eşsiz, derin ve özgün anlatımı, güç anlaşılan dili, okuru sarhoş eden olağanüstü tekniğiyle,  toplumsal ve insansal  sorunları yerel bir bağlamdan evrensele açılan bir ele alışla anlatan bir yazar olarak William Faulkner’ın çağdaş romana yerleştirdiği bu yenilikler günümüzde bile etkisini sürdürmektedir.  

 

paylaşmanız için