Telif yasası kimi korur; yaratıcısını mı, mal sahibini mi?

Ünlü yayımcılarımızdan birisi hakkında şunları duymuştuk: “Kaldırım korsanlığı başlayınca dağıtımcıya yüzde 50 pay vermek yerine, yazarlarının kitaplarından fazla basarak korsana verdi.” Rakiplerin çıkardığı bir söylenti olabilir, fakat hiç de mantıksız değil. Yasa var ama içinde söz konusu yayımcıyı engelleyecek yasa maddesi yok.

KÖKSAL ÇİFTÇİ

Giriş

Sanırım 90’lı yılların ortalarıydı. Çevre karikatürleri çizmekten hoşlanan çok yakın bir arkadaşım, Sincan Belediyesi’ne dava açmıştı. Gerekçelerinde haklıydı. Çünkü söz konusu kurum, arkadaşımın işlerinin kopyalarını alarak belediye tanıtımında kullanmış: Broşür yapmış, el ilanı bastırmış, afiş ve billboard uygulamalarını kent duvarlarına astırmış.

Ne izin almak var ne de emeğinin karşılığını ödeme.

O yıllar, sinema ve müzik emekçilerinin, 1951’de oluşturulmuş Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’nu güncelleme çabalarını yoğunlaştırdığı yıllar. Beklenti yüksek, eğer mevcut yasa Avrupa Birliği düzeyine çekilebilirse yaşamını çizimle sürdüren biz karikatürcüler de bundan fazlasıyla yararlanacağız. Bu nedenle sinema ve müzik emekçilerine meslektaşlarımın desteği sınırsız.

Değişiklik için 1983’te ilk olumlu adım atılmış, bazı maddeler değiştirilerek iyileştirilmiş. Önemli adım 1995’te atılıyor ve yeni değişiklikler yapılıyor. Bu, umut verici bir gelişme. Nitekim, işin arkası geliyor ve 2001-2004 arasında mevcut yasada köklü değişiklikler yapılıyor. Son olarak 2008’de -bilgisayar suçları eklenerek- ceza yasaları güncelleniyor ve metin Avrupa Birliği hukukuna uyumlu hale getiriliyor.

Yanılmıyorsam yukarıda sözü edilen dava, 1995’in estirdiği o umut rüzgârının etkisiyle açılmış. Kanıtlar toplanıyor, mahkemeye dosya harcı yatırılıyor, ücreti ödenerek avukat tutuluyor, dilekçe yazılıyor, dava başlıyor.

Arkadaşımın içi rahat: Öyle ya, her şey ortada ve görsel. Kazanılması ne kadar sürer ki!

Dava uzadı, 2000’li yıllara sarktı.

Kısacası 2001’deki Avrupa Birliği’ne uyum yenilemesi pek bir işe yaramadı (belki 35. maddenin “alenileşmiş eser” hükümleri işletildi) ve arkadaşım davayı kaybetti. Onca giderine bakılmaksızın, ondan mahkeme masrafını ödemesini istediler. Ödemiyor ve hapse atılacak olsa bile ödemeyeceğini söylüyordu.

Bu olay bende dönüm noktası oldu ve Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’na kuşkuyla yaklaşır oldum. İş o boyuta geldi ki, ben artık bu yasanın yaratıcı sanatçıyı değil, sanat eserine şu veya bu yolla sahip olmuş mal sahibini koruduğuna inanmaya başladım.

*

İki noktanın altını çizmek isterim:

1- Ara ara sözü edilen Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu maddelerine gönderme yapıyor olmam, konuyu hukuk açısından tartışıyorum anlamına gelmemeli. Bu yazı, bir sanat insanının kendisini ve meslektaşlarını ilgilendiren yasa maddelerini değerlendirişi olarak okunmalıdır.

2- Aşağıda yazılanlarla kimseye olumlu ya da olumsuz bir telkinde bulunmak niyetinde değilim. Amacım kişilerin aklını çelmek ve yasal haklarını kullanmaktan caydırmak değil, duruma ayna tutmak, bu yasayla hangi olanaklara sahip olduğumuzu ve hangileri için yasanın yetersiz kaldığını göstermeye çalışmaktır. 

Bu nedenle, hak kaybına uğradığını düşünen meslektaşlarımın -söylediklerimde haklılık payı olsa bile- özgür iradelerini kullanarak karar vermelerini isterim.

Nişan Berberyan’ın 1876’da Hayal Dergisi’ne çizdi bu karikatür nedeniyle yayımcı Teodor Kasap yasaya muhalefetten 3 yıl hapis yatmıştı.

I- YASANIN MANTIĞI VE İŞLERLİĞİ

  1. a) Sanatçı ve Sahiplik

Ne denli iyi niyetli olurlarsa olsunlar, ellerinden başka bir şey gelmez; sistem kapitalist, yasa koyucuların sanatsal üretimlere birer ticari mal gözüyle bakmaları eşyanın doğası gereğidir. Telif kavramı, bu nedenle parasal sorunları ele almaktadır ve eserin kullanımından doğan hakları düzenlemeye çalışır.

Bu nedenledir ki bir sanat eserinin alım-satımı hakkında hüküm vermek için ilk o eserin “sahibinin” kim olduğunu tanımlamaya çalışır ve şöyle der:

“Bir eserin sahibi onu meydana getirendir.” (Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu, Madde 8)

Anımsatayım, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e dek basın için hep “Matbuat kanun dairesinde serbesttir, sansür edilemez.” dendi. Cumhuriyet bunu “Basın hürdür, sansür edilemez.” diye yineleyerek yürürlükte tuttu. Oysa herkes bilir, basın tarihimiz aslında başından sonuna sansür tarihidir.

Yasa maddesi koymak başka, onu yaşama geçirmek başkadır.

Gelin bir parantez açalım ve bu yasa tümcesini yaşamın başka bir alanına uygulayalım, bakalım nasıl bir görüntü verecek.

Yasa maddesi şöyleydi:

“Bir eserin sahibi onu meydana getirendir.”

Bu maddeyi şöyle değiştirmeyi deneyelim:

“Bir çocuğun sahibi onu doğurandır.”

Bir anneyi evladının mal sahibiymiş gibi gösterdiği için bu söylem beni rahatsız etti. Sizi de etmiş olmalı. Her anne çocuğunun yalnızca annesidir çünkü.

Sanatçının eseri karşısındaki durumu da böyledir. Yani, sanatçı, yarattığı eserin -tuhaf gelebilir ama- annesidir, sahibi değil.

Bir başka türlü söylersek, “annelik”, doğayla uyumlu, insan merkezli, “sahiplik” ise meta merkezli bir tanımlamadır. Yasa ise metayı muhatap almaktadır.

Sistem, sanatçıyı sahiplik konumuna indirgedikten sonra ticaret hukukunu devreye sokmaktadır. Artık bundan böyle ortada bir sanatçı yoktur, yapılan, satıcı ve alıcı arasındaki basit bir ticari alış-veriş eylemidir.

Sorunu çözdüğünü düşünen yasa koyucu, daha alt sorunlara da değinir:

Çağdaş sanat eserlerinin çoklu sahibi bulunmaktadır. Yasa bu durumu da göz önüne almıştır ve Madde10’da şöyle demiştir:

“Birden fazla kimsenin iştirakiyle vücuda getirilen eser ayrılmaz bir bütün teşkil ediyorsa, eserin sahibi onu vücuda getirenlerin birliğidir.”

Madde 10’un devamını okuyalım ve sanatçının taşındığı son noktayı görelim:

“Birliğe adi şirket hakkındaki hükümler uygulanır.”

Yasa şimdi de sizi, kâr amaçlı ortaklık kurmuş küçük esnaf yaptı!

Bu indirgenme sizi hak kaybına götürür. Örnekleyerek açmaya çalışayım:

Diyelim, üç usta, sermaye ve emeğini birleştirerek ayakkabı üretimi atelyesi kurdu, adi ortak oldular. Ürettiklerini sattıklarında sorunları biter. Çünkü satılan ayakkabı giyildikçe gün gün eskir, ticari açıdan değer kaybına uğrar, bir iki yıl sonra ise beş para etmez hale gelir.

Oysa birkaç sanatçı birleşip tablo yaparsa ve satarsa, tablo, alanın elinde gün gün ticari değer kazanır. Eskimediği gibi yıllar içinde fiyatı sürekli artar. En son antika olur ve kimsenin değer biçemeyeceği noktaya ulaşır.

Yasa koyucunun bu birbirine zıt iki disiplini aynıymış gibi algılayıp adi ortaklık düzeyinde çözme girişimini ne hukukla ne de akılla bağdaştırabiliyorum.

  1. b) Sanatçı Eserinin Gerçek Sahibi Kalmalı

Sistem kapitalist ve yasalar sisteme uygun yazılmak zorunda, bunu biliyoruz. Fakat, sistem değişikliği olmadan, bu sistem içinde farklı tanımlama ve uygulama olamaz mı? Ben olabileceği inancındayım. Örneğin, Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’nun az önce anılan 8. maddesi -yasa yapım tekniğine uymasa da- sistemi zorlamadan şöyle düzenlenebilirdi:

“Eser, sanatçının yaratısıdır. Yaratı ürün konumuna indirgenemez. Nasıl bir anne dünya var oldukça çocuğunun annesi olarak kalacaksa, eser de dünya var oldukça sanatçının yaratısı olmayı sürdürecektir. Eser, bu bağlamda satılamaz, sanatçının izniyle ücret karşılığı emaneten el değiştirir; tıpkı bir annenin oğlunu fabrikaya işçi vermesi gibi. Kiralayan, eseri yaratan sanatçıdan daha fazla hakka sahip olamaz. Satın alan (bir tür kiralayan) kişi, söz konusu eseri sanatçının istediği tarzda korumaya zorunludur. Satın alan kişi, eseri -ilk alımdan daha ucuz olmamak kaydıyla- bir başkasına satabilir. Bu satış yapılırken mal sahibi sanatçının yazılı olurunu almak zorundadır. İlk alımdan pahalıya satılan bu eserden, vergiler sahibine ait olmak kaydıyla sanatçıya yüzde yirmi oranında net pay verir. Bedel banka aracılığıyla yapılır. Bu hak, sanatçı ölene dek sürer. Mirasçılar ise eser her satıldığında yüzde on oranının altına inmemek kaydıyla net pay alırlar ve ödeme yine banka aracılığıyla yapılır. Sanatçı sergi açacağı zaman sahip olan kişi eseri yaratıcısına tartışmasız -ama geri almak kaydıyla- teslim eder. (17. madde buna değinmiş gibidir; şöyle: Eserin tek ve özgün olması durumunda eser sahibi, kendisine ait olan tüm dönemleri kapsayan çalışma ve sergilerde kullanmak amacıyla, koruma şartlarını yerine getirerek iade edilmek üzere eseri isteyebilir.) Eser uygunsuz yerlere asılamaz, çalınamaz, gösterilemez. Eserin özensizlik yüzünden zarar görmesi halinde sahip, sanatçıya o günkü piyasa bedelinin yarısını öder.”

Bir ayrıntı: Aslında önerimizin ikincil önem taşıyan yarısı 2004 yılında tadil edilmiş 45. maddesiyle ve daha sonra Bakanlar Kurulu Kararıyla yaşama geçirilmişe benziyor. Bu sevindirici. Darısı önerimizin diğer yarısının başına, diyelim.

2006’da çıkmış kanun hükmündeki kararnamenin içeriği de özetle şöyledir:

“MADDE 1 -(1) Mimari eserler hariç olmak üzere … güzel sanat eserlerinin asılları ile eser sahibinin kendisinin sınırlı sayıda meydana getirdiği veya … eser sahibi tarafından imzalanmış … özgün eser olduğu kabul edilen kopyaları ile … el yazısıyla yazılmış eserlerinin asıllarından biri, eser sahibi veya mirasçıları tarafından bir defa satıldıktan sonra, koruma süresi içinde, bir sergide veya açık artırmada yahut bu gibi eşyayı satan bir mağazada veya başka şekillerde satış konusu olarak el değiştirdikçe, bu satış bedeli ile bir önceki satış bedeli arasında açık bir nispetsizlik bulunması halinde, her satışta, satışı gerçekleştiren gerçek veya tüzel kişi tarafından eser sahibine, o ölmüşse … yasal mirasçılarına ve eşine, bunlar da yoksa ilgili alan meslek birliklerine bedel farkı üzerinden aşağıda belirtilen oranlarda pay ödenir:

  1. a) Birbirini takip eden iki satış arasındaki farkın % 50 ile % 100 arasında olması durumunda farkın % 10’u.
  2. b) Birbirini takip eden iki satış arasındaki farkın % 101 ile % 200 arasında olması durumunda farkın % 9’u.
  3. c) Birbirini takip eden iki satış arasındaki farkın % 201 ve üzeri olması durumunda farkın %8’i.

(2) Bedeli 5000 YTL’yi aşmayan satışlar pay verme borcundan muaftır.”

Kaynak: http://www.resmi-gazete.org/

 

  1. c) Parayı Koyan, Sanatçının Önüne Geçer

Tekli sahiplilikte alıcı/sahip, sanatçıyla yüz yüzedir. Eğer arada menajer yoksa eserin bedeli -ressamda olduğu gibi- doğrudan yaratıcısının eline geçer. Bu daha az sorunlu bir durumdur.

Birçok sanat dalında çoklu sahiplik esastır. Örneğin bir sinema eseri oluşturmak niyetindeyseniz, başka disiplinlerin ürettiği değerlere gereksiniminiz var demektir. Senarist metni yazar, bir başkası diyalog yazar, yönetmen her şeyin başıdır, müzisyen özgün müzik besteler. Tümü toplanır ve tek bir sinema eseri oluşturulur. Bu nedenle sahipler de çokludur.

Söz konusu yasa, 9. maddesini bu önemli sorunu çözmek için ayırmış; şöyle:

“Sinema eserinde; yönetmen, özgün müzik bestecisi, senaryo yazarı ve diyalog yazarı, eserin birlikte sahibidirler.”

Sanki tespit doğru da yasal tanımlamada bir eksiklik var gibi.

Biz, yönetmeni, senaryo yazarını ve müzik bestecisini önemsiyoruz. Listede olmayı hak ediyorlar. Bunlar bir film için olmazsa olmaz yaratıcılar. İyi de bu ortaklıkta gerçek sanatçı olan oyuncu neden yok? Sanat yönetmeni sıradan set işçisi midir? Dekor-kostüm yaratıcısı marangoz-terzi olarak mı değerlendiriliyor? Kameraman şipşakçı mı?

Yasa koyucu şöyle düşünmüş olabilir:

“Kameraman yalnızca yönetmenin gösterdiği şekilde tespit yapar, bağımsız davranış göstermesi, yönetmenin istemediği görüntüyü çekmesi söz konusu olamaz. Oyuncu, yönetmen ne isterse onu oynamak zorundadır, keyfi, özgün hareket edemez. Dekor-kostümcü zaten hem senaryonun gerektirdiği görseli uluşturur, hem de yönetmenin zihninde oluşan kostümü hazırlar, mekanı kurar. Bu durumda onlar yaratıcı sanatçı değil, icracı sanatçı konumundadırlar.”

Eğer böyle bakılacaksa senaristin ve diyalog yazarının da yönetmen karşısındaki konumu oyuncuyla aynıdır. Kim, her senaryo yönetmen değişikliği olmadan yazıldığı gibi çekilmektedir, diyebilir? Diyaloglar yönetmen müdahalesiyle hep yeniden yazılmaz mı?

Deniliyor ki, icracı sanatçılar 80. maddeyle koruma altına alınmışlardır.

FSEK’in söz konusu 80. maddesi yaklaşık 6 sayfa. Bu madde ağırlıklı olarak müzikle ilgili icracılardan söz etmektedir. Altı sayfada tek sözcükle bile oyuncudan bahis yoktur. Yani oyuncu, kameraman, sanat yönetmeni, dekor-kostümcü icracı sanatçı olarak bile koruma altına alınmış değildir.

Bu madde bile sanatçıdan çok, parayı koyanı, yapımcıyı özenle koruma gayreti içindedir. İlginçtir, sanatçı olmayan tek kişi de yapımcıdır!

*

Yönetmen, senarist ve müzisyene dönelim.

Yasa metnine bakan, hiç olmazsa bu emekçilerin hakkının korunduğunu sanır.

Durum hiç de öyle değil.

  1. maddenin 2001 yılında aldığı ek, onları bu haktan mahrum etmektedir ve herkesin tepesine “parayı koyanı”, yani yapımcıyı taşımaktadır; şöyle:

“Birden fazla kimsenin iştiraki ile vücuda getirilen eser, ayrılmaz bir bütün teşkil ediyorsa bir sözleşmede veya hizmet şartlarında veya eser meydana getirildiğinde yürürlükte olan herhangi bir yasada aksi öngörülmediği takdirde birlikte eser üzerindeki haklar eser sahiplerini bir araya getiren gerçek veya tüzel kişi tarafından kullanılır.”

Kimdir bu gerçek ve tüzel kişi?

Yasa bu konuda ayrıntıya girmemiş. Fakat yasanın tümüne baktığınızda, dolaylı da olsa, karşınıza yapımcı çıkmaktadır.

 

  1. d) Birkaç Ayrıntı Daha

Madde 16’nın 2001’de eklenen bölümü, gerçekten sanatçıyı korur nitelikte:

“Eser sahibi, kayıtsız ve şartsız olarak yazılı izin vermiş olsa bile şeref ve itibarını zedeleyen veya eserin mahiyet ve hususiyetini bozan her türlü değiştirilmeleri menedebilir. Menetme yetkisinden bu hususta sözleşme yapılmış olsa bile vazgeçmek hükümsüzdür.”

Yasa, sanatçıyı eseri kullanma hakkını alan karşısında korur görünümündedir.

Örneğin, bir genelev patronu bir şarkıcıdan kendini saklayarak beste alsa ve onu işyerinde sürekli çalsa ne olur? Olasılıkla o şarkı ve şarkıcı bir süre sonra genelev şarkısı ve şarkıcısı olmakla damgalanır.

Davaya bakmakla Fikri ve Sınai Haklar Mahkemeleri görevli. Sanıldığından fazla sanatçı bu tarz mağduriyetler nedeniyle dava açıyor ve büyük çoğunluğu kazanıyormuş.

Yasada suçu önleyici hüküm yok. Kişi suç işliyor, cezasını alıp parasını ödüyor.

İyi de damgalanmış bir sanatçının yaşamsal zararını hangi para telafi edebilir?

 

  1. e) Bir Başka Sanatçı ve Sahibi sorunu

Madde 18, sıkıntılı bir metin, şöyle:

“Mali hakları kullanma yetkisi münhasıran eser sahibine aittir.”

İyi de diyelim, kişi kitap yazdı. Bunun yayımlanması, dağıtılması ve parasının tahsil edilmesi gerekiyor. Kaç yazar bunun altından kalkabilir? Mecburen yayımcıya gidecektir. Olası suistimali önlemek için de yasaya şu eklenmiş:

“Bir eserin yapımcısı veya yayımcısı, ancak eserin sahibi ile yapacağı sözleşmeye göre mali hakları kullanabilir.”

Sözleşme yapmış her sanatçı, yukarıdaki metnin yayımcı için bir anlam ifade etmediğini bilir. İmzayı atarsınız, kendinizi patronun merhametine bırakırsınız.

O size yüzde 10’un altında bir pay önerir. Aslında bu iyi bir orandır. Ne var ki ipler yayımcının elindedir ve size vereceği paranın miktarını o keyfince belirler.

Konuyu, yaşanmış bir olayı ad vermeden aktararak örnekleyelim:

Ünlü bir yayımcı, yazarının popülerliği nedeniyle ortanın üstünde satış yapacağını bildiği bir öykü kitabını basar. Kitap dağıtımcıya verilmek üzere depoda beklerken yayımcı yazarı çağırır ve ona eserinden 3 bin adet bastığını ve eseri 5 TL’den satışa sunulacağını söyler. Bütün masrafları, vergi payını, dağıtımcı bedelini ve genel giderlerini kitapların tümü satılmış gibi kazançtan çıkarır, elde kalan paranın yüzde 10’unu bir çek üstüne yazarak yazara uzatır. Yazar, söylenen sayıda basılmış kitabın 5 TL’lik satıştan tüm haklarını peşinen aldığını beyan eden sözleşmeyi imzalar, oradan ayrılır.

Yazar ertesi gün çekini bozdurmak için bankaya giderken semt kitapçısına uğrar ve eserinin dağıtılıp dağıtılmadığını kontrol eder. Eser dağıtılmıştır, fakat fiyatı yayımcının söylediği gibi 5 TL değil, 10 TL’dir.

Elde Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu var. Hak kaybına uğrayan yazar, bu yasanın hangi maddesi gereği dava açacak?

Yine ünlü yayımcılarımızdan birisi hakkında şunları duymuştuk:

“Kaldırım korsanlığı başlayınca dağıtımcıya yüzde 50 pay vermek yerine, yazarlarının kitaplarından fazla basarak korsana verdi.”

Rakiplerin çıkardığı bir söylenti olabilir, fakat hiç de mantıksız değil.

Yasa var ama içinde söz konusu yayımcıyı engelleyecek yasa maddesi yok.

Bir ressam, yarattığı tablonun ne kadar süre gerçek sahibi kalabilir? Örneğin bir ay önce yaptığı eser ilk sergide satılırsa ürün sahipliği bitmez mi?

II -AÇILAN DAVALAR-ALINAN SONUÇLAR

Dava Kazanan Sanatçı Var mı?

Onca zamandır bu işlere kafa yorarım, kulağım söylenenlerdedir, bugüne dek telif davası açıp kazandığını belgeleyen tek bir sanatçıya rastlamadım. Hiç kazanan yok mudur? Bilemiyorum, belki de vardır.

Arkadaşımın girişte anlattığım davasına dönelim bir anlık. Davayı kaybetti, hem de hiçbir hukuki metinde olmayan bir gerekçeyle kaybetti.

Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’nun 27. maddesi açık ve net söylüyor:

“Koruma süresi eser sahibinin yaşadığı müddetçe ve ölümünden itibaren 70 yıl devam eder. … Sahibinin (sanatçının denmek isteniyor) ölümünden sonra alenileşen eserlerde koruma süresi ölüm tarihinden sonra 70 yıldır.”

Bu, şu demektir: Sanatçı, yaşadığı sürece eseri üstünde tam hak sahibidir. Ancak ölümünün üstünden 70 yıl geçerse sanatçının eseri kamuya mal olur ve hiç kimse bu eserin kullanımından pay isteyemez. Örneğin, Ömer Seyfettin öleli 90 yıl olmuş. Yasa uyarınca yayımcılar 20 yıldır bu yazarın eserlerini kimseye pay ödemeksizin basabilmektedirler.

Oysa arkadaşımın kaybetme gerekçesi, eserlerinin “kamuya mal olmuş” olmasıdır. Sanırım 35. maddenin “alenileşmiş eser” hükümleri işletilmek istenmiş. Tuhaf olan, arkadaşım yaşıyor ve henüz kendisi 70 yaşında bile değil. Yaşayan bir kişinin eseri nasıl kamuya mal olabilir, anlamış değilim.

Bir başka arkadaşımın karikatürlerle oluşturulmuş İstanbul haritasını bir konfeksiyon firması izinsiz olarak eşarplara basmış. Dediler ki bu arkadaş dava açmış, kazanmış, 10 bin dolar bedel almış. Duyunca meraklandım, bürosuna gittim. Dava açmadığını, firma yetkilileriyle konuştuğunu söyledi. Firma, eşarpları özel bir etkinliğe sunduğunu, kabul ettirdiğini, para aldığını, eğer dava ederse işlerinin bozulacağını ve komitenin bu nedenle verdiği parayı geri isteyeceğini anlatarak kendisine sözü edilen 10 bin doları hiç tartışmasız vermiş. Yani ortada kazanılmış bir dava yok.

Bu yazıyı yarılamışken bir meslektaşım ortak e-posta grubumuza bir ileti gönderdi. Yıllar önce çocuklar için oyuncak maketler yapmış, bir gazete bu maketleri promosyon olarak dağıtmış. Anlaşması olmayan bir başka gazete, izin almaksızın ve telif ödemeksizin söz konusu maketleri alıp kullanmış. Arkadaşımız gazete hakkında dava açmış. Beş yılın sonunda davayı kazandığını müjdeliyor. Ne var ki gazete ve yayın grubu davayı bir üst mahkemeye taşımış.

Dilerim üst mahkeme davayı onaylar. Bozarsa arkadaşımı bir 5 yıllık masraf daha bekliyor.

Adliyeyle ilişkili bir tanıdığım, Kalem’deki raflarda duruşma sırasını bekleyen 2001 yılından kalma dava dosyaları gördüğünü söyledi!

Bunu da mahkemelerin yüküne verelim.

Mahkeme Masrafları Ne Tutar?  

(Aşağıdaki rakamlar, bu metnin kaleme alındığı 2010 yılına aittir.)

Baştan söyledim, kimseye dava açıp açmaması konusunda telkinde bulunmuyorum. Yalnız gördüğüm kadarıyla sanatçıların pek çoğu, bir avukat tutarak ve savcılığa dilekçe vererek birkaç ay içinde sonuca gidilebileceği yanılgısı içindeler. Amacım bu konumda olan meslektaşlarıma teknik bilgi vermek, yürürlükteki yasayla kendilerini nelerin beklediğini bilmelerini ve hazırlıklı olmalarını sağlamak. Saymaya başlayalım:

1- Avukat tutacaksınız ve dava bitinceye dek ona anlaşmanız doğrultusunda para ödeyeceksiniz. Yaklaşık 1000 TL ile işe başlarsınız. Unutmayın, davalar en az 5 yıl sürüyor, 10 yıl sürenini duymuşluğum vardır.

2- Davanın açılabilmesi için adliyeye belli bir miktar para yatırmanız gerekmektedir. Yanılmıyorsam 10.000 TL’lik bir davanın başvurma harcı 183.28 TL. Buna bağlı olarak tanık dinlenmesi gerektiğinde kişi başına ortalama 25 TL ve bunların posta masrafları için de bir o kadar ücret ödemeniz gerekmektedir. Bu da toplam yaklaşık 250 TL demektir.

(Aşağıdaki bağlantıyla siz de harç hesabı yapabilirsiniz: http://www.hukuki.net/hesaplama/davamasrafihesaplama.php)

3- Davanın ilerleyen aşamalarında yargıç, bilirkişi raporuna gereksinim duyar. Teknik konu olduğu için bu tür davalarda genellikle sizinle aynı sanattan biri ya da sanat eğitimcisi, hukukçu ve mali müşavir olmak üzere 3 bilirkişiye görev verilir. Her bilirkişinin aldığı ücret (2010 yılında) 500 TL’dir. Bir rapor çıkması için 1500 TL para ödemeniz gerekebilir. Yargıç bilirkişi heyetinden ek rapor isteyebilir, bu da kişi başı ortalama 100 TL’den 300 TL tutar. Bilirkişilere itiraz edilirse ve yargıç yeni bilirkişiler tayin ederse hazırlıklı olun, tüm bu masrafları sil baştan yapmanız gerekecektir.

4- Davanın görünen- görünmeyen pek çok masrafı olur. Bunun için de 5 yıl için bir 500 TL ayırmanızda yarar var.

5- Eğer davayı kaybederseniz devlet sizden ayrıca mahkeme masraflarını ve karşı tarafın ödediği avukat ücretini isteyecektir.

6- Davayı kazanırsanız zarara uğramazsınız, çünkü yaptığınız masrafın tamamına yakınını karşı taraf size öder. Avukatınızın ücreti buna dahildir. Ayrıca talep ettiğinize yakın bir para da alabilirsiniz. Bazı davaların çok sembolik miktarlarla sonuçlandığını da unutmamanız gerekmektedir.

Kısaca söylersek, dava açmak size uygun geliyorsa, risk etmeniz gereken en düşük miktar, toplam 3000-4000 TL arasındadır.

Buna ortalama 5 yıllık avukatlık ücreti dahil değildir. Miktarını bir avukata sorup öğrenin, genel giderin üstüne ekleyin.

Belki moral bozucu ama gerçek bu.

Yasanın sizi koruduğuna inanıyorsanız, risk yok, korkmayın, davanızı açın.

III -ÇÖZÜM ÖNERMEK OLASI MI?

Bunun kesin çözümü sosyal devletten geçer. Oysa günümüzde bu tür örgütlenmenin izi bile kalmadı. Onun için önerilerimizi yeni sisteme göre oluşturmak zorundayız.

 

Yasalardaki Tanımlar Düzeltilmeli

Yukarıda değindik, başta Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’nun 8. maddesindeki “bir eserin sahibi onu meydana getirendir.” tanımı hatalıdır ve sanatçıyı zora sokar durumdadır. Eğer tanım vazgeçilmez ise sanatçının sahipliğinin sınırları genişletilmeli, eser bir başkasına satılsa bile eserin tasarruf hakkı yine sanatçıda kalmalı, üçüncü kişiye satılan eserden sanatçı önemli bir pay almalıdır.

Girişte söylenenler burada da geçerlidir.

Hukuk gereği “adi ortaklık” yasasına tabi olarak çalışan iki insan grubu. Üstteki emekçiler ayakkabı, alttaki emekçiler sinema üretiyorlar.

Telif Hakları İçin Aykırı Öneri

Benim önerim kitap üzerinden olacak. Bu öneri -sorunu çözecek öneme sahip görülürse- bazı tadilatlarla diğer sanat dalları için geliştirilebilir. Önerinin amacı, sanatçının hakkını taraflar davalık olmaksızın koruma altına almaktır.

Önerim genel hatlarıyla şöyledir:

1- Yayımcının tek taraflı hazırlayıp imzalattığı telif sözleşmesini ilgili bakanlık hazırlasın ve bu sözleşmeye ek madde ekleme hakkı yalnızca sanatçıya ait olsun. Sanatçı, yayımcı ve dağıtımcı ile birlikte üçüncü eşit ortak olsun. Yani elde edilen kazanç üç eşit parçaya bölünsün ve yayımcı, sanatçının parasını ürün dağıtıma verildikten sonra banka aracılığı ile ödesin.

2- Eserin kaç adet basıldığını, kaç adedinin satılabildiğini ve satışın sağlıklı hesaplanabilmesini garantilemek için bakanlık, zorunlu kıldığı bandrolun içine kitabın ve yazarın adını koyarak sorunu çözsün. Yürürlükteki bandroller 10 kuruştan satılıyor. Amacı farklı. Kullanım ciddiyeti de yok. Kaldırım korsanındaki kitapta bandrol gördüm, nasıl aldığını sordum, “Abi, Bakanlık, başvuran herkese veriyor.” dedi.  Örneğin yayımcı A kitabı için aldığı bandrolü B ve C kitabı için de kullanıyor. Kitap adı ve yazar adı bu bandrol içine konmalı ve yayımcıya sayıyla verilmeli. Böylece bir kitap için alınan bandrolün bir başka kitap için kullanılmasından alıkonulmalı. Yazar, hak takibini buradan yapmalı. Yayıncı, örneğin 5 bin bandrol aldıysa ve bunun 3 binini sattıysa takip bu bandroller üstünden elektronik olarak yapılmalı. Bakanlık hakem olmalı.

3- Kitaplara keyfi fiyat konması da ayrı bir sorun. Yayımcı, bastığı eserleri çoğunlukla maliyet üstünden değil, kendi muhasebesi üstünden fiyatlandırıyor. Bunu bakanlık şu yöntemle çözebilir; der ki: Kitabı basan yayıncı maliyet kadar kâr koyarak kitabı piyasaya sürerse % 1, maliyetin 1,5 katı etiket koyarsa % 10, maliyetin 2 katını koyarsa % 30, maliyetin 3 katını koyarsa % 60, maliyetin 4 katını koyarsa % 80 vergi alacağım.

Böylece piyasada maliyet ve kazanç arasındaki uçurum kaldırılmış, korsan önlenmiş olacaktır.

Peki maliyet, özellikle de baskı maliyeti  nasıl hesaplanacak?

Meslek yaşamımız boyunca hep yaptık, bunun çok basit ve tek yolu var: Matbaacıdan fiyat almak. Bunu herkes evinden, koltuğundan kalkmadan yapabilir. Herhangi bir matbaanın telefonunu bulun, numarayı çevirin, fiyat almak istediğinizi söyleyin. Göreceksiniz ki matbaacı adınızı bile sormadan istediğiniz fiyatı verecektir. Sizin yapmanız gereken, bastırmayı düşündüğünüz kitabın kağıt kalitesini, boyutlarını, kaç renk basmak istediğinizi, cilt tercihinizi vs. söylemek. Bunu herhangi bir bakanlık görevlisi iki dakika içinde sonuçlandırabilir.

Öneri farklı disiplinden sanatlar için yeniden ele alınıp netleştirilebilir.

Sonuç

Yukarıdaki gerekçelerden dolayı bize göre bu haliyle bu yasa ancak sermaye sahibini, yatırımcıyı, yapımcıyı korumaktadır. Korunmayan bir tek sanatçıdır.

Şaşkınlıkla izliyorum, yeni nesil üstünde, sanki bu yasa çıkmadan önce herkes birbirinin hakkını gaspediyor, kimse mesleğinden ekmek parası kazanamıyor, aç susuz yaşıyormuş, bu yasa imdadımıza yetişmiş de sefil olmaktan kurtulmuşuz izlenimi yaratıldı. Yaşım tutuyor, söyleyeyim, inanın doğrudur, bu yasa gelmeden önceki dönemlerde daha çok kazanıyor, daha çok paylaşıyor, birbirimizi daha çok seviyorduk. Görüyorum üzülüyorum, bu yasa herkesi birbirine düşman etti. Her sanatçı okuruna, izleyenine birer potansiyel hırsız gözüyle bakmaya başladı.

Çocukluğumda herkes birbirinin yakın akrabası gibiydi, kimse kimsenin hakkına el uzatmaz, eksiğini tamamlar, evine ekmek götürmesine katkı sağladığı için bir hayır duayla yetinir, mutlu olurdu.

Örnek mi istiyorsunuz, işte size örnek:

Anlatılanlar doğruysa bu yasanın yürürlüğe girdiği yıllarda birkaç avukat Neşet Ertaş’a gelip “Ustam, bize yetki ver, izin almadan türkülerini söyleyip plak, kaset, CD yapan ne kadar sanatçı varsa hepsine dava açalım ve seni bir yıl içinde zengin edelim.” demişler. Neşet de onlara “Aç değilim, açıkta değilim, şükürler olsun elim ayağım tutuyor, sağolsunlar sevenlerim çağırıyorlar, gidiyorum düğünlerde derneklerde çalıp söylüyor, evimin nafakasını çıkarıyorum. Şimdi siz gelmiş bana, lütfedip türkülerimi çığırma inceliği gösterdiği için teşekkür etmem gereken insanlara dava açmamı istiyorsunuz. Ne uğruna? Üç kuruş para uğruna!” yanıtını vermiş, yolcu etmiş.

Nerede söylemiş bunları? Telif yasasının kaleme alındığı kapitalizmin ana yurdunda, Avrupa Birliği’nin göbeğinde, Almanya’da söylemiş.

Öte yandan deniyor ki mirasçıları telif ödemeden Mahzuni parçası okuyan hemen herkese dava açmaya başlamışlar. Göreceksiniz, Neşet Ertaş; Karacaoğlan, Pir Sultan Abdal, Emrah, Veysel gibi yüzyıllarca gençliğini koruyacak ve üzülerek söylüyorum, bu telif hastalığı yüzünden kimse eserlerini seslendiremeyecek, Mahzuni unutulup gidecek.

Neşet Ertaş bu konularda benim idolüm.

Bu nedenledir ki ben de 2008’de kaleme aldığım Tektanrılı Dinlerde Resim ve Heykel Sorunu adlı yayımlanmış kitabıma şu uyarıyı koydum:

“Öğretmenler ve öğrenciler okul kütüphanelerinde veya genel kütüphanelerde fotokopi ile çoğaltabilirler.”

Ebrularımın, karikatür çalışmalarımın ve makalelerimin yer aldığı bir internet sitem var. Orada ise şu sözler yazılıdır:

“Gereksinimi olan herkes sitemdeki tüm yazılı ve görsel malzemeyi adımı belirtmek kaydıyla benden izin istemeden alabilir, kişisel ya da ticari alanda kullanabilir.” (http://www.koksalciftci.net)

Bunu, birileri evine, sofrasına ekmek götürürken benim de katkım olsun diye yapıyorum. Bu beni para kazanmaktan daha fazla mutlu ediyor.

*

Son söz olarak şunu söyleyebilirim:

Yasayı, -tarafsızlığımı korumaya çalışarak- madde madde ele aldım, artılarını eksilerini kendimce tespit etmeye çalıştım. Hatta kabul edilmeyeceğini bile bile iyi niyetimle çözüm önerileri de sundum Bana hâlâ öyle geliyor ki, sanat eserini satın alan mal sahibinin haklarını korumakta cerrah titizliği gösteren bu yasa, sanatçıları o kadar da umursamıyor.

Dileyen benim gibi paylaşımcı yaklaşımı seçer, dileyen de Telif Yasası’nın koruyuculuğuna güvenir.