“Son Cellat” adıyla sinemaya aktarılan Abdurrahman Balakan’ın Bengüç Özerdem’in yazdığı hayat hikayesinden, İrfan Yalçın’ın “Cellat Ağlıyor” öyküsündeki cellatla aynı kişi olduğunu anlıyoruz. Yalnız, İrfan Yalçın’ın öyküsü celladın kendi ağzından, “roman ağzı” kullanılarak anlatılmaktadır. Yönetmenliğini Şahin Gök’ün yaptığı filmde Cellat Bayram’ı Kadir İnanır canlandırmıştı.
MECİT ÜNAL
H2O yayınevi, İrfan Yalçın’ın kitaplarının yeni basımlarını yapmayı sürdürüyor.
“Cellat Ağlıyor”, İrfan Yalçın’ın ilk basımı 2010’da Can Yayınları’nca yapılan öykülerinin toplandığı kitabı. H2O İrfan Yalçın gibi edebiyat dünyasında “popülerleşmemiş” ustaların eserlerini edebiyat okurlarına hatırlatarak iyi bir iş yapıyor. İrfan Yalçın okurlarından biri olarak ben de yayımlanan her kitabını yeniden, başka bir gözle okuyorum.
Her okumada görmediğimiz başka şey(ler) keşfetmek, okurun değil yapıtın ve yazarın maharetini gösterir.
“Cellat Ağlıyor”u da yeniden okurken İrfan Yalçın’ın eserlerinde daha önce fark etmediğim bir şeye rastladım…
İrfan Yalçın, dili, Türkçemizi bir fırıncının, pastacının hamur yoğurması gibi yoğuruyor ve ondan tadından yenmez ekmekler, kekler, pastalar börekler yapıyor. Bu yüzden her eserinde başka bir dille, öncekilere benzemeyen bir üslupla karşılaşıyoruz. İlk romanından (“Pansiyon Huzur”, Milliyet Yayınları, 1975, İstanbul) son romanına (“Aşkın Yedi Rengi, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2017) her eserinde oluşturduğu yeni dil, yazarın kendi dili yanında Türkçemizin olanaklarını da zenginleştiriyor. Şair ve yazarların, özellikle genç şair ve yazarların, edebiyat eleştirmenlerinin, akademisyenlerin, dilbilimcilerin İrfan Yalçın’ın eserlerine bir de başlı başına bu açıdan bakmalarını öneriyorum.
Devletin celladına yaptığı ironi
Kitaba adını veren “Cellat Ağlıyor” öyküsünü okumaya sıra geldiğinde, cellatlarla ilgili bir haber-röportajı hatırladım. 80’lerin sonu ya da 90’ların başıydı sanırım. İdam cezasının yoğun tartışıldığı günlerdi. Osmanlı’da cellatların nasıl seçildiğinden, ünlü cellatlardan “Kara Ali”den de söz eden bir haber-röportajdı. İstanbul’da Eyüp’teki Piyer Loti Mezarlığı içinde ayrı bir “Cellat Mezarlığı” olduğunu da yine oradan öğrenmiştim.
Osmanlı’da ve cumhuriyet döneminde idam cezasının kaldırılmadığı dönemde, hayattayken toplumdan dışlanan cellatlar öldükten sonra da dışlanmışlardır. En başta, onlara yasa yoluyla infazı uygulama –öldürme- görevi veren devlet, cellatların mezarlarını bile halktan ayırmıştır. Cellat mezarlarının halk mezarlarından ayırt edilebilmesi için de baştaşları –hecetaşı/şahide,- Roma, Bizans ve Osmanlı dönemlerinde surlarda, su kemerlerinde, Topkapı Sarayı, Süleymaniye Camii gibi önemli yapılarda kullanılan küfeki taşından yapılmıştır. Bedduayı, mezarın tahrip edilmesini, geride kalan ailesine karşı yapılabilecek saldırıları önlemek için de baştaşlarına hiçbir yazı yazılmamış, ayırt edici bir nişane konulmamıştır. Oysa, taşların üstü çevredeki kuşların su ihtiyacını karşılamak üzere oyularak su yalağı haline getirilmiştir. Bu da devletin celladına yaptığı bir ironi olsa gerek!
Güneş ya da Sabah gazetelerinden birinde yayımlandığını sandığım sözünü ettiğim haber-röportajın Bengüç Özerdem’in “Bir Celladın Anıları” adlı kitabıyla ilgisi var mı bilmiyorum. Özerdem’in, 80’lerde Afyon’da cellatlık yapan -toplam altı kişinin infazını gerçekleştirmiş,- Abdurrahman Balakan’ın hikâyesini anlattığı kitabı daha sonra yönetmenliğini Şahin Gök’ün yaptığı “Son Cellat” filmine konu olmuştu. Senaryosunu Macit Koper ile Hülya İniş’in yazdığı filmde Cellat Bayram’ı Kadir İnanır canlandırmıştı.
Abdurrahman Balakan’ın, Bengüç Özerdem’in yazdığı hayat hikayesinden, İrfan Yalçın’ın “Cellat Ağlıyor” öyküsündeki cellatla hemen hemen aynı kişi olduğunu anlıyoruz. Yalnız, “Cellat Ağlıyor”da Abdurrahman Balakan’ın -filmde Bayram, öyküde “Çingan Amet”tir,- infazın gerçekleştirdiği hükümlü listesine bir de kadın mahkûm eklenmiştir.
Bir de son cellatın hikâyesi, İrfan Yalçın’ın öyküsünde Çingan Amet’in ağzından roman ağzı ile anlatılmaktadır. Ayrıca öykünün, tiyatroya, tek kişilik oyuna uyarlanmaya son derece uygun bir yapısı olduğunu da ekleyeyim.
İlk basımında kitabın iki büyük öyküsünden biri olan “Cellat Ağlıyor”a bu genişlikte eğilmemiştim.
İnsanın hayvandan özür dilemesi…
İrfan Yalçın’ın “İnsanın hayvandan özür dilemesi” metaforu çerçevesinde ele aldığı kitabın ikinci büyük öyküsü “Kara Katır” ise, bir okur olarak beni her defasında giderek daha fazla etkiliyor. Sinemaya aktarılmayı hak eden bir hikâyeye sahip “Kara Katır”, ister istemez Emile Zola’nın 19. Yüzyıl’da Fransız kömür madenlerindeki sınıf mücadelelerini anlatan “Germinal” adlı romanındaki hayatı gün ışığını görmeden sona erecek olan katırı hatırlatıyor.
“Germinal”deki katırın kendisine biçilen kaderi yaşamaktan başka yolu yoktur. Oysa “Cellat Ağlıyor”daki Kara Katır, katır inadının da üstünde iradi bir başkaldırı halindedir.
Kitabın ilk basımı için yazdığım yazıda “İnsanın hayvandan özür dilemesi” tercih etmiş, şöyle demişim:
“İnsan insandan özür diler de, insan hayvandan özür diler mi? “Cellat Ağlıyor” adlı öykü kitabında İrfan Yalçın, başka yazarlarda rastlamadığımız bu temayı geliştiriyor. “Cellat Ağlıyor” her biri bir roman konusu olabilecek kadar kapsamlı olan kısa öykülerden oluşan bir kitap. Bu yönüyle İrfan Yalçın’ın romanlarının bütünleyici çerçevesi…”
“Cellat Ağlıyor”un ilk basımı için yazdığım yazıyı olduğu gibi aşağıya alıyorum:
Zonguldak’ta dolaşırken; şehrin eski mahallelerinden, eski sokaklarından, eskiden kalma binalarının önünden geçerken, zaman zaman, İrfan Yalçın’ın romanlarından birinin içindeymişim gibi bir duyguya kapıldığımı söylemeden geçemem. Sanırım bu ancak, benim bu romanların içine bu kadar çok dalmış olmam kadar, bundan daha da fazla, yazarın okurunu romanlarının içine çekmekteki başarısıyla açıklanabilir. Bunun tamamlayıcı bir başka açıklaması, Zonguldak’ın, İrfan Yalçın’ın romanlarının, eğer odağında değilse çevresinde, çevresinde değilse kıyısında kenarında bir yerde bulunması olabilir…
“Ölümün Ağzı”nın konusu doğrudan Zonguldak’tır. “Fareyi Öldürmek”, hiç Zonguldak’tan söz etmese de bana kalırsa Zonguldak’ta geçer. “Büyük Soytarı”nın arka planındaki şehir elbette Zonguldak’tan başkası değildir.
İrfan Yalçın’ın, konuları Zonguldak dışında geçen romanlarında da alttan alta süre giden bir Zonguldak bağını hissederiz aslında, üzerlerine biraz dikkatle eğilirsek.
Bana bu fikri ilham eden öykülerinde de var alttan alta süren Zonguldak bağı. Söz buraya kadar gelmişken, İrfan Yalçın’ın son kitabı “Cellat Ağlıyor”a değinmeden geçmeyelim o zaman.
Çaresizliğe yakılmış bir ağıt
“Cellat Ağlıyor” bir roman değil, ama her biri bir roman konusu olabilecek kadar kapsamlı olan kısa öykülerden oluşan bir kitap. Bu yönüyle İrfan Yalçın’ın romanlarının bütünleyici çerçevesi de diyebiliriz. İrfan Yalçın’ın romanlarına bakışımızı geliştiren, bu romanları anlamamızda yeni olanaklar sağlayan özellikleri var “Cellat Ağlıyor”daki öykülerin.
Kitabın ilk öyküsü “Altın Kartal” bunlardan biri. Bir insanın bir hayvandan özür dilemesinin romanesk bir hikayesi “Altın Kartal”. Başka yazarlarda rastlamadığımız bir izlek bu. Göklerde uçan bir “Altın Kartal”ı tutsak alan, onun üzerinden para kazanan bir insanın bir kartal karşısındaki suçluluğunun, ama öte yandan da kartalın onurlu duruşunun karşılıklı gelişen hikâyesi. Bitmeyen bir yağmurdan söz edişinden olsa gerek, konusunun Zonguldak’ta geçtiği sanısına kapıldığım bu öyküde, ölüm karşısındaki çaresizliğe yakılmış bir ağıt da var çok ince bir biçimde işlenmiş olarak.
“Düşler sokağı”, “Boksör”, “Budanmış Kahraman” başlıklı öyküler ise yine toplumun en alt katmanlarından küçük insanların büyük hayatlarının kısa hikayeleri. Yaşlanmış bir fahişe, elden ayaktan düşmüş ve herkesten dayak yiyen bir zavallı durumuna gelmiş eski bir boksör, sakat kalmış, şehrin ortasından geçen köprünün üstünde dilenen bir Kore gazisi… Bunlar, neresinden bakılsa, İrfan Yalçın’ın romanlarının belli başlı kişileri gibi yine hep toplumun en yoksul kesimlerine, en fazla ezilen sınıflarına mensup, en çok itilip kakılmış kişiler…
“Cellat Ağlıyor” ile “Bir Öldürme Olayı”nın konuları farklı olmakla birlikte onlarda da birer özür dileyiş var. Hem toplumdan, -ama asıl,- hem de ölülerden. Kitaba da adını veren “Cellat Ağlıyor” gerçek bir celladın öyküsü.
Yanılmıyorsam “Bir Öldürme Olayı” ise, her gün birçok örneğine rastladığımız bir üçüncü sayfa haberinin öyküsü. Bir başka özür dileyiş ise bir 12 Eylül dönemi hikâyesi; “Ölmüş Bir Devrimciye Açık Mektup”.
Aynı iradenin ikizi: Lâz Nizam ile Kara Katır
Bu kitapta ben en çok “Kara Katır” öyküsüne hayran oldum. Kömürün yarattığı toplumsal sıralamada katırdan daha aşağıda kim var? Konusuyla, anlatımıyla bir hayvanın direnişini ele alan bu öykü, İrfan Yalçın’ın hep sözünü ettiği insan iradesinin anlatımının bir başka biçimi. Kara Katır’ın direnişi, bir kölenin, bir Nazi toplama kampı tutuklusunun, bir mahkumun direnişi aslında.
Emile Zola’nın “Germinal” adlı kömür madenlerini anlatan romanında da bir katır hikayesi vardır, hatırlayacaksınız. İrfan Yalçın’ın Kara Katır’ı özgürlük için ölümü göze alan bir katırın “inadı” ve “iradesi”nin öyküsüdür ki, bu anlamda “Ölümün Ağzı”ndaki Lâz Nizam’ın ikizi gibidir öyküdeki Kara Katır. Verilen “ters ol” komutuna bile bile uymaz, ayağının kırılmasını sağlayarak özgürlüğü ölümde arar ve bulur. Çünkü özgürlük, ölümde bile aranacak değerdeki bir şeydir!
12 Eylül’ün TDK’yı kapatma gerekçelerinden biri
1974’te “Pansiyon Huzur”u, sonra sırasıyla “Genelevde Yas” (1978), “Ölümün Ağzı” (1979), “Fareyi Öldürmek” (1980), “Büyük Soytarı” (1983), “Uzun Bir Yalnızlığın Tarihçesi” (1991) “Annem, Babam ve Ben”i (1995) yayımlayan İrfan Yalçın’a “Yorgun Sevda” adlı son romanıyla 2009’da “Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü” verildi. İrfan Yalçın “Pansiyon Huzur” ile 1974’te Milliyet roman ödülünde ikinciliğe, 1977’de ise, “Fareyi Öldürmek” ile mansiyona değer bulunmuştu. İrfan Yalçın’ın değer bulunduğu bir başka ödül de, 1980’de “Ölümün Ağzı” adlı romanına verilen TDK roman ödülüdür. 12 Eylül rejimi, bu romanı ve verilen ödülü TDK’nın kapatılma gerekçeleri arasında saymıştı.