Şiirimizde içe dönüş dalgası ve Tuğrul Tanyol

Tanyol ve kuşağının diğer büyük şairlerinin giderek derinleşen temel çelişkileri şu: Arkada bırakılmış fırtınalı bir geçmiş ve sonu acı bitmiş bir deneyim var. Yaşam kurulan düşü doğrulamamış, tersine şairi eksiltmiş, şiirinin yelini, soluğunu çalmıştır. Bunun ilk sonucu, kuşak şairlerinin ortak bir belirteci olarak yüksek ses perdelerinin epeyce düşürülmesi, sesin sessizliğe yönelmesi olmuştur.

ZEKİ Z. KIRMIZI

Tuğrul Tanyol’u yeni şiir kitaplarıyla izlemeyi sürdürüyorum. 2015 yılında Gelecek Günlerin Şarabı (2015) hakkında yazmış, arada Ansızın Yaz’ı (2017) okumama karşın hakkında yazmak için uzun süre sergende (raf) beklettikten sonra üzerinden atlamışım. Şimdi son şiir kitabı[1] önümde. 7 yıl önce yazdıklarıma göz attım ve şiirin umutsuz denebilecek sürekliliğine nereye değin övgü düzebileceğimi yeniden düşünmem gerekti. Kuşağın birçok önemli şairinin sanki koşutlu bir şiir evrimi geçirmelerini önemli ve ilginç buldum. Bundan 50’lerde doğmuş, asıl verimleri 80 sonrasına sarkan şairlerin, devrimci gençliklerinin ve yaşamı kavrama biçimlerinin ana çizgileriyle benzeşik, beslenme alanlarının (havza) neredeyse aynı olduğu sonucu çıkar mı? Elbette her biri ayrı kişi, bireydir ve dilin arkasında bu bireyin belli bir ağırlığı da vardır? Ama ne denli? Çünkü olumlu ya da olumsuz anlamda dönem tini aynılaşmayı, aynıdan çoğalmayı bireyliklere karşın biçimler, yönetir. Geçişken toplum, yarı kentlileşmiş olsa da çatışmalarını sert, indirgeyerek ve odakta yoğunlaşarak yaşatır bireyine. Türkiye bugün de, hatta daha kötüsünden bir güdümlenmeyi (tersine kişileşme) yaşıyor yazık ki. Eli kalem tutan seçkin, iç donatısı ne olursa olsun üstten gelen bu baskıdan ötürü kendi donatısal gizilgücünü bütünüyle yekindiremez, kendini de indirger. Korkunç enerji yitimlerine yol açmıştır durum, aydınımızın tüm toplumsal yaşamında olduğu gibi ekinsel (kültürel) yaşamında da. Konuyu uzun uzadıya çözümlemek yerine Tuğrul Tanyol’un son kitabı bağlamında, kısa bir yorumla yetineceğim.

 

Barutun bittiği yer…

Tanyol ve kuşağının diğer büyük (Yaşayan en yaşlı şiir kuşağı mı artık?) şairlerinin giderek derinleşen temel çelişkileri şu: Arkada bırakılmış fırtınalı bir geçmiş ve sonu acı bitmiş bir deneyim var (80’lerin 12 Eylül’ü, 2000’lerin İslamcı faşizmi). Yaşam (yaşananlar) kurulan düşü doğrulamamış, tersine şairi eksiltmiş, şiirinin yelini, soluğunu çalmıştır. Bunun ilk sonucu, kuşak şairlerinin ortak bir belirteci olarak yüksek ses perdelerinin epeyce düşürülmesi, sesin sessizliğe yönelmesi olmuştur. Denebilir ki, kuşağı önceleyen ve yaygın şiir biçimine dönüşen İkinci Yeni’nin sesi çok mu yüksekti? (Yanlış anlaşılmasın, sesi yüksek çıkan şiir iyi şiirdir demiyoruz.) Değildi elbette ama tepkiydi düşük ses perdesi, bir yadsıma, savla ilgiliydi çoğu örnekte. Oysa 80 sonrası kendini en genel anlamda yine de solda gören ve konumuz olan kuşak yenile yenile, çekile çekile, çok doğal biçimde, kendiliğinden neredeyse, düşürdü şiirinin ses düzeyini ve bunu bir hakikat (sahicilik) deneyimi olarak yaşadı çelişkili ve tuhaf bir biçimde. Yapısal geri çekilmenin şiir içeriklerine ilişkin bir dizi sonucu olmuştur ve sürecin tümünden doğan ölçüt karmaşası, karşılaştırma çabasına yeltenme yönünde aşırı isteksizlik, ki güç yitimiyle doğrudan bağlantılıdır, şairin algısını bozunuma uğrattı, kopuşu ya da yalnızlaşma deneyimini içedönük düşünsel bir deneyim, bilgelik yalınlığı, şiirde doruk noktası olarak görebildi aynı şair. Barutun bittiği yer, insanın sonul, içkin, en varsıl (!) deneyimi olarak dışa vuruldu. Bu şairler yazın ortamında konumları için uğraşma kaygısı duymayacak kerte egemen olduklarından, üçgençokyüzlünün (piramit) altı tepesini sorgulamayı usundan bile geçirememiş, varsayımlı konum, altı boş bir uzlaşma olarak etkinliğini sürdürmüş, bugün de sürdürmektedir. Kendisi ölçüt olan söz konusu kuşak şairlerinin ürünlerini ölçecek babayiğit çık(a)maz. Alalama, doruklama, üstte tutma çabaları üründen (şiir) epeydir kopmuş, şiir uzlaşımlı, geçmişi yağmalayan erk konumları üzerinden işler olmuştur. Bir yere değin bunu doğal görmek, emeğe ve birikime saygının da gereğidir ve andığımız kuşak gerçekten alçakgönüllü, düşünceli, incelikli bir kuşaktır. Belki de şiirin kusuru onların kusuru değildir. İmleyen, gösteren parmak sakın bakan gözleri oymaya yeltenen parmak olmasın aynı zamanda?

 

Şiirin sonul amacı, son ülkesi

Tamam, tarih savurdu bu şairleri ama yaşlandılar da. Şiirlerinin yeni biçimi biraz yaşlılıkla ilgili olmalı. Yaşamın, algının yarıçapı giderek küçülmekte, fiziksel atılımların önemlice bir bölümü boşa düşebilmekte, gündelik kaygılar öne çıkabilmektedir. Kişisel yaşamlar da irili ufaklı yitimlerle ilerlemektedir. Her yitik sarsıcı bir darbe olarak geri dönmekte, ölüm kavramı şiiri güçlü çekim alanı içine tutsak etmektedir. Uzatmanın gereği yok. Durumun şiire nasıl bir biçim verdiğine bakıp kapatalım konuyu. Şair ikili bir aldanmanın kurbanı olma eşiğinde kendini imgelemektedir. Toplumsal aldanma ile kişisel, kendi (yenilmez) gücüne ilişkin aldanma. Yine de şiirden vazgeçilmemiş, şiir üzerinden bu aslında büyük insan(lık) yitimleriyle baş edilmiştir bir yandan ve bunun duygusunu (pathos) yeni içerik olarak göz ardı edemeyiz. Günümüzün en önemli şairleri de yine bu kuşağın içinde ya da yakınında yeni durumu yeniden içerikleyerek yer almaktadırlar. (Örneğin, Haydar Ergülen, vd.)

Sorun ise kendini içeriklerde, bu yitim ve yenilgilerin çeşitlemelerinde (varyasyon) değil, şiirin yapı(lanma) öğelerinde, biçim içeriklerinde göstermektedir. Çünkü özellikle çağcıl (modern) Türk şiiri, içeriklerini başından beri dünya örnekleriyle de karşılaştırarak az çok sınıflandırmış, tanımlamış, bir düzeye taşımış olsa da şiirin biçimsel yapı ya da içeriklerine ilişkin bu çözümlemeyi yapabilmiş, bireşimleyebilmiş (sentez) değil ne yazık ki. Bu yargıyı sondan başa giderek, dolaylı yoldan kanıtlamak kolay. Sözünü ettiğimiz ve Tanyol’un da içinde yer aldığı kuşağın (Aslında kuşak kavramıyla işim olmaz, hiçbir şeyi de açıklamaya yetmez, belirteyim hemence.) indirgenmiş duygulanımı (pathos) gelinen evrede Türk şiiri için yetersizdir. Ama daha kötüsü, bu duygulanımın anlatımsal çözümü, dilde yankılanışı ya da dilsel çözümleri, açık ya da örtük tüm benzeri gizemleştirme girişimleri gibi sığlığı dipsiz derinlik gibi sunabiliyor, hatta onaylatabiliyor da. Belirttiğimiz duygulanım ve kaynaklarının, iş anlatmaya gelince erişebileceği bir sınır var ve sınır zorlandığında geriye ya kötü şiir kalıyor ya da derinliksiz derin (!) şiir. Bu derin’i, atanmış bir sığlık olarak düşünmek zorundayız. Artık sözcüklerin seçimi, yalın tümcenin taşıl ağırlığı, yerleşikliği, şiirin doğallığı ırasallaştırması, uyaklamada kolaycılık(tan kaynaklanan yavanlık), aşırı ben gönderimlilik, değişmeceler ve imgelerde geçmişin yığınağına, elde vara aşırı indirgemeci yatkınlıkla eşanlı yaratıcılık yoksunluğu, şiirsel tınının ses dalga boyunun aşırı uzunluğu, tek seslilik ve daha birçok biçimsel (yapısal) yankılanma içerikle biçim arasındaki gerilime yaratıcı şiirsel yatırımdan da çoktan vazgeçmişliğin bir göstergesi olarak dilimizin ve yazınsal ekinimizin yazarını ve okurunu birlikte sahte bir ikilem içine sokuyor. Yalınlık her zaman erdem mi, bilgelik mi? Şiirin sonul amacı, son ülkesi ‘ben’ mi? Yüreğinde gülün dikeni bülbülün ah’ı şiirsel değişmecenin her koşulda özü mü? Öte yandan tersinden bakarsak, bir şair aynı zamanda bir insan değil mi? Herkese bağışlanan ondan niye esirgensin ki?

Dilin üzerinde acı bir tortu bırakan Tanyol şiirinin esinledikleri, genelde düşündürdükleri bunlar. Aynı yargılar dönemin birçok şairi için geçerli bana göre. Ama titizce ayrıntıdaki ayrılıkları ortaya çıkarmaktır yapılması gereken. Ortak paydayı belirleyip payı sıfırlamak değil. Şiir eleştirisinin işi kesirli tanımlarda payı tanımlamaktır. Kuşkusuz bunun yolu da ortak paydayı en küçük (EKOB) ve en büyük (EBOB) alanı içinde belirlemekten geçer.

oğluma şiirinden bir bölümü yetersiz bir örnek olarak alıyorum buraya:


kalbimin ışığı! geleceğe yaptığım çağrı
son sevgilim, ömrümün baharı
ben gittikten sonra bile

sımsıkı sarıl, anımsa bu aşkı (s.13)

 


[1] Tuğrul Tanyol; Gidilmemiş Bir Yol (2021), SİA yayınları, Birinci basım, 2021, İstanbul, 89 s.

PAYLAŞMAK İÇİN