Sevgi-aşk duygu durumları ve beyin kimyası

Bazan bir kişinin, olumsuz özellikleri çok açık ortada olan birine duyduğu koşulsuz sevgi durumunda, ‘’Böyle birini nasıl sevebilir? Aklını mı yitirdi?’’ şeklinde değerlendirmeler yapılır. Evet, tam da öyledir; eleştirel aklı o kişiye karşı çalışmamaktadır

 

 

PROF. DR. GÜLAY MİLLİ LOĞOĞLU

Psikolojik, emosyonel (duygusal), nörobiyolojik ve duyusal öğeler de içeren ‘’aşk’’ duygusu, genel olarak diğer bir kişi için hissedilen kuvvetli, tutkulu bir sevgi olarak tanımlanır. Aşk, en güçlü, en coşkulu duygu durumlarından biridir. May’a göre bu duygu; cinsellik libidosu, eros (üreme-yaratma dürtüsü), dostluk ve ‘ötekinin refahı için adanmış sevgi’ durumlarını da kapsar ve gerçek bir aşk deneyimi tüm bunların bileşkesinden oluşabilir. Aşk ve sevgi ilişkilerinin dışavurumsal görünümünün ise zamanla değişebileceği ve karşılıklı çekim, romantizm, ilişki içerisinde gelişebilen iktidar savaşımları ve olgunlaşmış sevgi gibi alt basamaklardan oluşabileceği ileri sürülmektedir. İki birey arasındaki alanın doğası, herhangi bir sevgi ilişkisinde yakınlık algısını etkileyebilir. Dinamik olan bu alanın sürekli değişim gösterdiği, bilinç sınırları içinde olduğu kadar içgüdüsel de olabildiği ve çiftin geçmişteki deneyimlerinin etkilerini de taşıdığı öne sürülmektedir. Bu alanın ortadan kalkmasına rağmen çiftin simbiyotik ilişkisinin (simbiyoz-ortakyaşam: iki ayrı canlının tek bir organizma gibi birbiriyle yardımlaşarak, bir arada yaşamaları) hala sürdürülmesi, bazı durumlarda ilişkinin patolojik bir özellik kazandığının göstergesi de olabilir (6).

Aşk sözcüğünün kültürel, dinamik ve psikolojik anlamı bir özlemin, bir eksikliğin giderilmesi ve belli bir duyusal uyaranın sağlanması durumlarını kapsar; dolayısıyla ‘’aşk’’, hem ödül ve zevkle ilgili görüngüler, hem de iştah ve bağımlılık durumlarını ilgilendiren işlergelerle yakından ilişkilidir. Sevgi ilişkileri ve buna eşlik eden ‘’bağlanma’’ durumu, hastalık ve sağlıklılık süreçleri açısından da önemli roller üstlenebilir (6).

Aşkın ve sevginin nöroanatomisi ve beyin kimyası

Hızla gelişmekte olan görüntüleme teknikleri ile, soyut zihinsel etkinlikler de artık açıklıkla gösterilebilmektedir. 2000’li yıllarda Semir Zeki ve ekibinin (İngiltere) başlattığı çalışmalar ve özellikle de son yıllarda yapılan yeni çalışmalarla, bu alanda önemli düzeyde ilerleme sağlanmıştır. Burada vurgulanması gereken, hem romantik aşkta hem de anne sevgisinde (analık duygusu), beyinde ortak bölgelerin etkinleşmesi, ancak bu iki ayrı duygu durumunda, birbirinden bağımsız etkinleşen bölgelerin de olması, ve her iki sevgi durumunda da beyinde aktivitesini durduran, sevdiğini görür görmez çalışmasını sonlandıran bölgelerin de bulunmasıdır (1,4).

Aşk duygu durumunda, beyinde belli bölgeler özellikle uyarılmakta ve etkinleşmekte (deneysel modelde, aşık olunan ya da sevilen kişinin resmine bakıldığında). Özellikle uyarılan bu bölgelerden bir kısmı doğrudan beyin kabuğu (serebral korteks) yapısında iken, bir kısmı da beyin kabuğunun altında bulunmakta. Beyin kabuğunda hemen etkinleşen bölgeler medial insula, ön singulat korteks iken; korteks altı yapılardaki etkinleşen bölgeler kaudat çekirdek, putamen ve nükleus akkumbens (akkumbens çekirdeği; ödül/keyif merkezi) olarak gözlenmekte. Bu yapıların tümü, beyindeki ödül sisteminin ana parçalarını oluşturuyor; bağımlılık yapan herhangi bir madde kullanıldığında da bu ödül bölgeleri uyarılıyor (özellikle ventral tegmentum ve nükleus akkumbens) (4). Bağımlılık yapan maddelerin temelde etki ettiği bu iki bölge, yoğun olarak Dopaminerjik nöronları (Dopamin salgılayan sinir hücreleri) ve Dopamin’in bağlanarak etkisini gösterdiği Dopamin reseptörlerini içeriyor. Burada, aşk duygusunun yarattığı ‘’anlatılamaz’’ bir mutluluk ve öfori (coşku) halini (psikiyatrideki kullanımı, hemen her zaman patolojik anlam taşır) de özellikle belirtmeliyiz. Beynin orta bölümünün derinliklerinde bulunan ve yukarıda sözü edilen korteks altındaki yapılar, ayrıca hareketlerin kontrolü, öğrenme, göz hareketleri ve bilişsel işlevler gibi pek çok beyin fonksiyonunda da önemli, karmaşık işlevler üstlenirler.

Aşk duygusunun nöral (sinirsel) temeli, beyin korteksinden çok önce evrimleşmiş olan beynin ‘’ilkel’’ bölümlerinden kaynaklanmakta (insan sinir sisteminin emosyonel-duygusal-bölümü); insan beyni, deneyimlenen gerçekliklerin çok ötesindeki duyguları yaratmak üzere adeta bir duyusal girdi akınına uğramaktadır. İleri evrimsel aşamayı temsil eden beyin korteksi ise, aşık olma durumuna ait bu öncül (erken dönem) girdileri yorumlamak için çabalamakta ve adeta gerçekliklere değil de, ‘’öykülere’’ dayalı yanıtlar vermek üzere etkinlik göstermektedir (2).

Bu beyin bölgeleri; ödül, bağımlılık, arzu ile ilintili olan bir sinir ileticisini (nörotransmiter) yoğunlukla içeren bölgelerle iç içedir. Bireye ‘’iyi olma hissi’’ veren bu nörotransmiter, yani Dopamin, hipotalamustaki sinir uçlarından da salgılanır. Bazı bağımlılık oluşturan maddeler de (örn. kokain, eroin,..), aynı beyin bölgelerini etkileyerek öfori hissine neden olurlar. Dopamin sinir ileticisi, yalnızca bağlanma duygusu ile değil, seksle de yakından ilişkilidir; ödül, iyi olma hissi ve cinsel arzudan sorumludur. Uyuşturucu madde kullananlarda da yüksek düzeylerde salınan Dopamin, bağımlılığa neden olmaktadır. Romantik aşk duygu durumunda Dopamin salgılanması; tarifsiz mutluluk, coşku, tutku hislerini, ayrıca sevgiliye olan bağımlılığı açıklamaktadır (4).

Yapılan çalışmalara göre; aşk duygusunun en yüksek düzeyde yaşandığı ilk dönemlerde, Dopamin artışı ile eş zamanlı olarak, diğer bir nörotransmiter olan Serotonin salınımı azalmakta, romantik aşkta gözlenen Serotonin düzeyleri, psikiyatrik olgular olan takıntılı obsesif-kompulsif hastalarda gözlenen düzeylere kadar inmektedir. Aşk duygusu da ilk dönemlerinde bir çeşit takıntı (obsesyon) olarak ortaya çıkmakta; birey o kişiden başka hiçbir şey düşünemez hale gelmekte ve her şey o kişiye kanalize edilmektedir (yönlendirilmektedir). Kişi sürekli aşık olunan insanı düşünür, devamlı ondan söz etmek ister, her şeyini onun hoşuna gitmek üzere düzenler; tüm yaşam ona odaklanmıştır (4).

Yine hipotalamustan ve ayrıca arka hipofizden salgılanan Oksitosin ve Vasopressin, bu ilk dönemde çok yüksek salgı düzeylerine ulaşırlar ve kan düzeyleri de yükselir. Oksitosin, iç organlara ait düz kasların kasılmasını sağlamanın yanı sıra (konumuz dışında başka etkileri de var), bir ‘’bağlanma’’ hormonudur; sevdiğine sürekli sarılma isteği uyandırır. Vasopressin ise, böbrekler ve diğer bazı iç yapılar üzerindeki etkilerinin yanı sıra; toplumsal davranışları etkileyen, erkeklerde diğer erkeklere karşı saldırgan davranışları düzenleyen bir hormondur. Beyin sapında, her iki hormonun da bağlanabileceği ve böylece etkinlik gösterebileceği çok sayıda reseptör (almaç) bulunmaktadır. Her iki hormon da, hem romantik aşkın ilk alevli dönemlerinde, hem de anne sevgisinde (analık duygusu) yüksek düzeylerde salgılanır (4).

Kendi çocuklarının resimlerine bakan annelerde, hipotalamus hariç, romantik aşkta uyarılan aynı beyin bölgeleri uyarılır. Anne sevgisinde hipotalamus uyarılmaz, ayrıca Dopamin salgısı olmaz. Bu iki durum, yalnızca romantik aşk duygusu ile gelişir ve aşk duygusunun cinsel uyarılmayı sağlayan erotik öğesi bundan kaynaklanır. Yukarıda sözü edilen ve hem romantik aşk, hem de analık duygusunda bazı beyin bölgelerinin etkinliğini durdurmasına gelince; bu bölgeler, Amigdala gibi bazı olumsuz duygularla ilgili (öfke, şiddet, korku, kaygı; stres hormonları aracılığıyla vücuda ‘’acil alarmı’’ verir) limbik sistem yapıları ve frontal, parietal ve orta temporal kortekslerin (beyin kabuğu) bazı bölümleridir. Frontal korteks, diğer insanları eleştirel olarak değerlendirebilmemizi, nesnel bakış açısı geliştirebilmemizi sağlar. Frontal korteksin bir bölümü olan prefrontal korteks, parietal korteks ve temporal korteksin bazı bölümleriyle birlikte, insanları kritik bir bakış açısıyla değerlendirebilmemizi olanaklı kılar. Romantik aşk ve analık duygu durumlarında, bu beyin bölgeleri işlevlerini durdurur ve birey, sevdiklerinin eleştirilecek yanlarını göremez olur (4).

Beyin kabuğu (neokorteks), evrimsel süreçte beynin en ‘’yeni’’ kısmı olduğundan ‘’neo’’ ismiyle de anılır. Tüm algılarımız, uzaysal farkındalığımız, motor becerilerimiz buradan yönetilir. Sinir sistemimizin en gelişmiş, en karmaşık bölgesidir. Yaşadığımız ortamın zenginliğinden en fazla etkilenen bölüm de yine beynin bu en dış kısmıdır. O halde; aşk duygusunun en ‘’alevli’’ ilk döneminde ve analık duygusunda beyin kabuğundaki bazı bölgelerin işlevlerinin baskılanması, son derece açıklayıcı bir durumdur. (bkz.eskimiyen dergi, utanma ve şaşırma duyguları makalesi)

Sürüngen beyni, limbik sistem (duygusal beyin), neokorteks (düşünen beyin). Sürüngen beyni ve limbik sistem, insan beyninin evrimsel süreçte en ‘’eski’’ olan bölümleri; neokorteks ise beynin en son gelişmiş kısmı (‘’yeni beyin’’).

 

Burada Zihin Teorisi (Theory of Mind) kavramına da kısaca değinirsek; bu kavram, diğerlerinin niyetlerini, düşüncelerini okuma becerisi olarak tanımlanabilir. Karşımızdakiyle ilgili eleştirel düşünebilmemiz, ancak bu yolla olanaklı hale gelebilir. Bu beceriden sorumlu olan beyin yapıları orta frontal, inferior parietal ve posterior singulat kortekslerdir. Aşk ve analık duygularında bu bölgeler baskılanarak işlevlerini durdururlar. Böylece aşk duygusunda da, annenin çocuğuna beslediği sevgi duygusunda da nesnel değerlendirme yapma olanağı ortadan kalkar (4).

Bazan bir kişinin, olumsuz özellikleri çok açık ortada olan birine duyduğu koşulsuz sevgi durumunda, ‘’Böyle birini nasıl sevebilir? Aklını mı yitirdi?’’ şeklinde değerlendirmeler yapılır. Evet, tam da öyledir; eleştirel aklı o kişiye karşı çalışmamaktadır. Hani derler ya; aşkın gözü kördür…deli gibi aşıktır… Anneler için de ‘’kuzguna yavrusu şahin görünür’’. Kişi, eleştirel aklını sadece sevilene karşı yitirir, sadece ‘’O’’ söz konusu olduğunda bu bölgelerin işlevi durur; bir başka olay, olgu, kişi,.. söz konusu olduğunda ise eleştirel beyin bölgelerini kullanarak nesnel değerlendirmelerini yapar.

Romantik aşk ile analık duygusu arasındaki bir farkın, birinci durumda Hipotalamusun da etkinleşmesine karşın, ikinci durumda etkinleşmemesi olduğuna ve bunun sonuçlarına yukarıda değinilmişti. Bu iki sevgi/duygu durumu arasındaki diğer bir farkın da, annelerin, çocuklarının yüz ifadelerinden onların gereksinimlerini anlamaya çalışmaları, kendini sözel olarak ifade edemeyen çocuğunun isteklerini yüz ifadesinden anlamaya çalışmak için odaklanmaları olduğu söylenebilir (4).

Monogam (tek eşli) tarla farelerinin beyin ödül merkezlerinde Oksitosin ve Vasopressin reseptörlerinin yoğun olarak bulunduğunu; poligam (çok eşli) dağ farelerinin beyninde ise bu hormonları alacak reseptörlerin bulunmadığını da burada belirtmeliyiz (4).

Romantik aşk duygusunun zirvede olduğu ilk yıllarında, kan Kortizol düzeyleri de her iki cinsiyette de çok yüksek bulunmakta; ayrıca dişilerde kan Testosteron düzeyi de yükselmektedir. Bu durum, kişinin sevdiğine takıntılı bir şekilde bağlanmasına katkıda bulunmaktadır. Birkaç yıl sonrasında ise, kan Kortizol düzeyleri ile dişide Testosteron düzeyi normal sınırlara doğru azalmaya başlamaktadır (4). Böbrek üstü bezinden salgılanan Kortizol’ün bir ‘’stres hormonu’’ olduğunu burada belirtmek yararlı olacaktır. Stresle ilişkili fizyolojik süreçler (böbrek üstü bezinden salgılanan ilgili hormonları da içermek üzere),  sosyal bağların geliştirilip ilerletilmesine yardımcı olabilmektedir; aşk duygusuna sıklıkla eşlik eden çarpıntılar, artmış barsak hareketleri gibi belirtiler ise stres yanıtının yansımalarındandır. Bu stres yanıtı, fizyolojik bir ‘’tetikte olma durumu’’na da neden olur. Beyinden de salgılanan Norepinefrin düzeylerindeki artış; tetikte olma durumu, uykusuzluk ve yüksek enerji, iştahta azalma, dikkat artışı gibi erken dönem belirtilerinin gelişmesine katkıda bulunmaktadır (5). Bir-iki yıl sonra bu hormonların da kan düzeyleri azalmaya başlayınca, takıntılı bir şekilde birbirine bağlanma süreci de zaman içinde ya sonlanmakta, ya da yerini başka duygulara bırakmaktadır. Kan hormon tablosundaki bu değişikliğe, ‘’gözü hiçbir şeyi görmeyen’’ romantik aşk duygusunun çocuk yetiştirmek için uygun bir zemin olmadığı, bunun için çiftlerin birbirlerine ‘’kilitlenmişlik’’ halinin sönümlenmesi gerektiği şeklinde açıklamalar getirenler de bulunmaktadır (4).

Öz olarak söylemek gerekirse; aşk duygusunun coşkulu, takıntılı ilk dönemini idealizasyon (idealleştirme), 1-2 yıl sonra gerçekleşen dönemini ise realizasyon (gerçekle yüzleşme) olarak tanımlamak olasıdır. İlk dönemdeki aşık bireyin durumu, Cahit Külebi’nin dizelerindeki gibidir: ’’Kamyonlar kavun taşır ve ben – Boyuna onu düşünürdüm.’’ Yani deyim yerindeyse, kişinin etekleri zil çalmakta, ayakları yere basmamaktadır.  Sonraki dönemde ise, beyin kimyası değişmiştir ve deyim yerindeyse, kişinin artık ayaklarının yere bastığı dönemdir. Aşk duygusunun ilk dönemi, belki de bir çeşit ‘’psikoz’’ olarak açıklanabilir.

Konu her yönüyle (anatomisi, sinirsel bağlantıları, beyin kimyası, rol alan sistemik hormonlar, fizyolojik işlergeler, moleküler biyoloji, sosyal ilişkilerle ilinti,…), burada açıklananlara göre son derece karmaşık ve çok kapsamlı olup; bu yazıda, profesyoneller dışında anlaşılmasının zor olduğu akademik ayrıntılara girilmeden, olabildiğince anlaşılabilir bir genel bakış sunulmaya çalışılmıştır.

Sevgisizliğin, duygudaşlık yoksunluğunun, merhametsizliğin kol gezdiği mevcut koşulların, ve aynı zamanda siyasi saplantıların ve toplumsal siyasi tutumların da değerlendirilebilmesi bakımından; çok etmenli olan bu durumlara bir de bu açıdan genel bir bakış/katkı sunulmaya çalışılmıştır.

Tüm toplum olarak, duyusal girdileri gerçekçi bir şekilde değerlendirip, ayaklarımızın bir an önce yere basması dileğiyle!

 

Kaynaklar

1-Bartels A, Zeki S: The Neural Basis of Romantic Love. Neuroreport 11(27):3829-3834, 2000.
2-Carter CS, Porges SW: The Biochemistry of Love: An Oxytocin Hypothesis. EMBO Rep 14(1):12-16, 2013.
3-Ganong WF: Review of Medical Physiology, 19th Edition.
4-Öktem Ö: Aşkın Nöral Temelleri; Nöropsikoloji Derneği Web Site, 2019.
5-Seshadri KG: The Neuroendocrinology of Love. Indian J Endocrinol Metab 20(4): 558-563,2016.
6-Tufan AE, Yaluğ İ: Aşk Fenomeni ve Sevgi İlişkilerinin Nörobiyolojisi. Psikiyatride Güncel Yaklaşımlar; 2(4):443-456, 2010.

 

PAYLAŞMANIZ İÇİN