Bir akvaryum balığı, sınırlarını keşfetmek istercesine cam fanusa günde belki binlerce kez nasıl dokunuyor ve kendi varlık alanına dönüyorsa tıpkı onun gibi, içsel dünyasını bir fanus gibi kuşatan toplumsal dokuya her dokunuşundan sonra kendi varlık alanına dönmek zorunda kalan kişilerdir aydınlar.
Üzerinde düşünce birliğine ulaşılamayan konulardan biri de aydın kimliğidir. Her düşünce sahibi, aydına kendi bulunduğu yerden, kendi ideolojik penceresinden baktığı için ortaya koyduğu tanım da daha çok kendisiyle ilgili olmaktadır. Öyle görünüyor ki ortak bir aydın tanımında buluşmak aydınlar arasında bile mümkün olmayacaktır.
Amacım aydın üzerine kavramsal bir tartışma açmak değildir.
EN SEÇKİN TÜRK AYDINLARI
Ben kendi adıma aydını, bilgi ve birikimini vicdanıyla bütünleştirmiş biri olarak düşünürüm. Benim için aydın kavramı söz konusu olduğunda ayrıntı, kültürel donanımla vicdan arasındaki bu sınır hattında saklıdır. Demem o ki aydın bilgi, birikim ve yetkinliğini kayıtsız koşulsuz halkının hizmetine sunan kişidir.
İbrahim Şinasi, Beşir Fuat, Hüseyin Cahit, İlhan Selçuk, Aziz Nesin, Yalçın Küçük, Çetin Altan, Türkan Saylan ve Bekir Coşkun…
Bu isimler benim nazarımdaki en seçkin Türk aydınlarıdır.
Listemin oldukça eksik olduğunu biliyorum. Listem hatta birçok kişiye kapsam bakımından zayıf da gelebilir. Bütün bunlara hiçbir itirazım yoktur. Çünkü ben şair, yazar, ressam, müzisyen, sinemacı ve bütün sanatçıların doğuştan aydın olduklarına inanırım. Çünkü sanatçılar eserlerini her tür koşul ve hesabın dışında üreten kişilerdir. Ve aynı zamanda hiçbir gerçek sanat eseri, kararmış ya da kaybolmuş bir vicdanın ürünü olamaz.
Bu nedenle örneğin Halide Edip’i, Tevfik Fikret’i ya da Fikret Kızılok’u, İlham İrem’i veya Yılmaz Güney’i saydığım adlar arasına katmadım. Esas meselem, “aydın” kavramı üzerine bir ışık huzmesi düşürmektir.
GİARDANO BRUNO
Bir akvaryum balığı, sınırlarını keşfetmek istercesine cam fanusa günde belki binlerce kez nasıl dokunuyor ve yeniden ve yeniden kendi varlık alanına dönüyorsa tıpkı onun gibi, içsel dünyasını bir fanus gibi kuşatan toplumsal dokuya her dokunuşundan sonra kendi varlık alanına dönmek zorunda kalan kişilerdir aydınlar.
Aydınların politikacılarca sıkça olduğu gibi halkın en cahil kesimleri tarafından da hoyratça küçümsendiği ve bu küçümsemelerin sahiplerine hiç hak etmedikleri ikballer, kazançlar, kariyerler ve avantajlar sağladığı gerçeğini aklımızın bir kenarında tutarsak, aydınların işlerinin ne denli zor ve bir işkenceye kendiliğinden talip olmak türünden oldukça yüksek bir karakter taşıdığını da görmüş oluruz.
O yüksek karakter bütün insanlık tarihi boyunca varlığını her zorluğa, her zorbalığa rağmen korumuş ve sürdürmüştür.
Mesela Bruno terk etmediği için düşüncelerini, aslında bir tarafıyla da sımsıkı sarıldığı için kendisine 1600 yılında yakılmıştır. Ve Rıfat Ilgaz Tükiye’de 1968 yılında “Aydın mısın” diye bir şiir yazmak gereğini duymuştur:
AYDIN MISIN
Kilim gibi dokumada mutsuzluğu
Gidip gelen kara kuşlar havada
Saflar tutulmuş top sesleri gerilerden
Tabanında depremi kara güllelerin
Duymuyor musun
Kaldır başını kan uykulardan
Böyle yürek böyle atardamar
Atmaz olsun
Ses ol ışık ol yumruk ol
Karayeller başına indirmeden çatını
Sel suları bastığın toprağı dönüm dönüm
Alıp götürmeden büyük denizlere
Çabuk ol
Tam çağı işe başlamanın doğan günle
Bul içine tükürdüğün kitapları yeniden
Her satırında buram buram alın teri
Her sayfası günlük güneşlik
Utanma suçun tümü senin değil
Yırt otuzunda aldığın diplomayı
Alfabelik çocuk ol
Yollar kesilmiş alanlar sarılmış
Tel örgüler çevirmiş yöreni
Fırıl fırıl alıcı kuşlar tepende
Benden geçti mi demek istiyorsun
Aç iki kolunu iki yanına
Korkuluk ol.
Kendisine, kendi geleceğine düşman edilmiş toplumların aydınlarına dünyanın bütün tanrıları yardım etmelidir!