Sedat Simavi’den Sedat Peker’e gazetecilik

Harf Devrimi’nde yumuşak geçiş önerilerini reddeden Mustafa Kemal, yeni harflerin tereddüt edilmeden derhal uygulamaya sokulması emrini verir. Bu, gazeteler için felaket demektir; herkes tiraj kaybı nedeniyle kapısına kilit asma aşamasına gelmiştir. Mustafa Kemal’in direktifiyle yardım paketi hazırlanır. Herkes payını alır. Gazetecilik etiğine uygun bulmadığı için yardım parasını bir tek Sedat Simavi geri çevirir. 

KÖKSAL ÇİFTÇİ

Cumhuriyet karikatürünün ve gazeteciliğinin kurucularından Sedat Simavi’nin adını bir suç örgütü lideri olduğu söylenen Sedat Peker’le yan yana anmanın acısını inanın en az sizler kadar ben de yüreğimde duyumsuyorum. Bu nedenle yalnızca gerçek gazetecilerden söz edecek, yazıda bu şahsın adını bir daha anmayacağım.

Gazeteciliğe 80 öncesinde başlamış biz eski kuşak, sanırdık ki siyasi figürlerle iç içe olmak, haberi şantaj aracı yapıp çıkar sağlamak, gelirinin kaynağı belli olmayan karanlık, hatta beli silahlı mafya görüntüsü veren kişilerle el ele ihale kollamak etik değildir, ayıptır, ahlaksızlıktır. Bu nedenle oy verdiğimiz parti mensupları dahil sermaye sahiplerine, suç örgütlerine, yani potansiyel haber kaynaklarına karşı mesafeli durur, aynı fotoğraf karesinde kol kola görüntü vermemeye özen gösterirdik. Çünkü ilkemiz “Kalemini kır, ama satma!”ydı.

İlkeli davranma adına işi tehlikeli boyutlara taşıdığımız, Uğur Mumcu gibi öldüğümüz, bizim gibi ölümün kıyısından döndüğümüz de olurdu.

Sabah Gazetesi’ni 22 Nisan 1985’te okurla buluşturan kurucu kadronun karikatürcüsü bendim. Beni aslında işe Ferruh Doğan’ın önerisiyle ilk kadronun usta gazetecilerinden Teoman Orberk ve Necati Doğru almıştı. Prova baskılar sürecinde Dinç Bilgin’le sürtüşme yaşadılar, ayrıldılar, ben gitmedim kaldım. Yerlerine Rahmi Turan ve ekibi geldi.

Sedat Simavi ve Cağaloğlu’ndaki Hürriyet Gazetesi binasının ön cephesine yaptırdığı ünlü rölyef.

Sanırım 85’in sonlarıydı, bir gün Güngör Mengi odama geldi ve “Dündar Kılıç hakkında kadın ticareti yapıyor içerikli haber yapıyoruz, görsele gereksinmemiz var, çizer misin?” diye sordu. Hiç tereddüt etmeden “Tabii çizerim, bu benim işim.” diye yanıtladım ve çizdim. Dündar Kılıç “Selam söyle, ziyaretlerine geleceğim” diye tembih ederek ertesi gün gazeteye benim adım da dahil küçük bir isim listesiyle adamını göndermiş. Hepimiz tedirgin olduk.

Beklediğimizin aksine kimse bize dokunmadı. Bazı dostlarımız bunu Dündar Kılıç’ın bizim gibi küçük vakalarla büyük işlerine zarar vermemek için önemsemediği yönünde yorumladı. Bazıları da Rahmi Turan’ın bu tür adamlara pabuç bırakmayan tavrına bağladı. Birlikte çalıştım, tanıdım, gördüm; ben ikinci şıkka inanırım.

Çünkü Rahmi Turan, Sabah’a gelmeden önce Günaydın Gazetesi’nin yayın yönetmeniydi ve Ekim 1969’da hapisteki Dündar Kılıç’ın eski eşinin Afrika’ya dansöz olarak gittiğine dair bir haber yayımlamıştı. Kılıç’ın yeğeni Şefik Kılıç, haberin düzeltilmesi talebiyle Günaydın’a gelmiş, sonuç alamayacağını anlayınca gazetecilerin üzerine kurşun yağdırmış, Ahmet Vardar’ı ve Akgün Tekin’i bacağından yaralamıştı. Saldırgan, Rahmi Turan’ın üstüne yürümesiyle havaya ateş açarak kaçmış, dışarı çıkmış, fakat takipten kurtulamamıştı. Peşini bırakmayan Rahmi Turan onu sokak sokak kovalamış, yakalamış, karakola teslim etmişti.

Dündar Kılıç, o olayın da bizim yayının da arkasını kovalamadı.

Rahmi Turan’ın bu profilini kişisel yürekliliğine bağlayanlar olabilir. Bilemiyorum, belki de doğrudur. Fakat Simavi ailesi hakkında kapsamlı bilgi edindikten sonra farklı düşünmeye başladım. Onlarla çalışmış gazetecilerin aktardıklarına bakıldığında hem baba Sedat Simavi’nin Hürriyet Gazetesi’ni, hem de oğlu Haldun Simavi’nin Günaydın Gazetesi’ni bir gazetecilik okulu gibi kullandıkları, çalışanlarını yaşına bakmaksızın her Allah’ın günü eğittikleri açıkça görülüyor. Bu ocaktan yetişmiş bir gazeteci olan Rahmi Turan’ın anlattığım tavrı göstermesi, doğal bir sonuç gibi geliyor bana.

Yalnızca Rahmi Turan mıdır Simavi okulundan mezun olanlar? İşte minik bir liste:

Necati Zincirkıran, Melih Aşık, Bekir Coşkun, Altan Öymen, Necati Doğru, Can Ataklı, Selahattin Duman, Can Aksın, Orhan Bursalı, Mehmet Yaşin, Tevfik Yener, Fehim Yener, Aydın Öztürk, Ahmet Vardar, Zafer Mutlu, Mazlum Göknel, Erdoğan Arıpınar, Oğuz Aral, Tekin Aral, Ferit Öngören ve daha niceleri…

Belki denk gelir, Haldun Simavi hakkında da bilgi veririm. Ama izninizle şimdi “Adam gibi gazeteci nasıl olmalıdır?” sorusunun yanıtı olarak, aynı zamanda iyi bir karikatürcü ve meslek büyüğüm de olan Sedat Simavi’nin yaşam öyküsünün özetine geçiyorum. Okuyunca göreceksiniz, bu insan bu ilgiyi fazlasıyla hak ediyor.

Sedat Simavi kimdir?

Öncelikle yararlanacağım kaynaklardan söz etmek istiyorum. Bazı derinliği olmayan makaleleri ve sorunlu bir süreçle kitaplaştırılmış yayınları dışarıda bıraktım. Geriye dört adet kaynak kaldı, bunlar da Necati Zincirkıran’ın “Genel Yayın Müdürü/Olaylar, Anılar ve Gerçekler”i, Akgün Tekin’in “Türk Basınından Kayan Yıldız”ı/Haldun Simavi’nin “Günaydın”ı, Muzaffer Gökman’ın “Hayatı ve Eserleri/Sedat Simavi”si ve Turgut Çeviker’in “Gelişim Sürecinde Türk Karikatürü”dür.

Sedat Simavi’nin kartpostal olarak çizdiği portreler; soldan sağa: Üsttekiler: Enver Paşa, Rıza Tevfik, Ali Kemal, Süleyman Nazif. Alttakiler: Celal Nuri İleri, İsmail Cenani, Mehmet Emin Yurdakul, Ömer Seyfettin.

Sedat Simavi, 1896’da İstanbul’da doğmuş. Babası, dönemin mutasarrıflarından Hamdi Bey, annesi Abdülhamit’in sadrazamlarından Saffet Paşa’nın kızı Aliye Hanım.

Sedat daha bebekken babası Canik (Samsun) Mutasarrıfı olur. Hamdi Bey Arapça, Farsça yanında Fransızca da bilmektedir. Mutasarrıf Konağında Fransız mürebbiye elinde büyüdüğü için küçük Sedat günlük yaşamında Türkçe’den çok Fransızca konuşmaktadır. Sekiz yaşına geldiğinde babası onu Batı eğitimi alması için İstanbul’a, amcası Lütfü Bey’in yanına gönderir. O da onu Kadıköy Saint-Joseph Lisesi’ne kaydettirir. Fakat babası, Mithat Paşa ile kendisi arasında aracılık ettiği için kuşkulanan ve kara listeye alan Abdülhamit tarafından Sakız Adası Mutasarrıflığı’na sürgün edilir. Baba sürgüne gitmeden önce oğlunu son bir kez görmek ister. İstanbul toprağına ayak basması yasak olduğu için gemi Beşiktaş açıklarında demirler. Sandalla gemiye götürülen Sedat, ailesini kısacık da olsa son kez görür. Babası ve annesi, Osmanlı kültüründen yoksun kalmaması için oğullarının okul değiştirmesine, kaydının Galatasaray Sultanisi’ne alınmasına karar vermişlerdir.

Babasının sürgündeki ölümünün ardından söylenenler doğruysa annesi de ilgisini çekmiştir genç Sedat’tan. Amcası Lütfü Bey’in sınırlı desteği dışında yalnız başınadır artık.

Galatasaray yıllarında çizim yeteneğini fark eden öğretmeni Prof. Pierre Lambret onunla özel olarak ilgilenir ve olumlu yönde yönlendirir. Kısa sürede yetkinleşen Sedat, derslerini aksatmadan çizdiklerini amatör sanatçı kimliğiyle dönemin dergilerine götürmeye başlar ve Djin, Zeka, Eşek, Köylü, Stamboul’da yayımlanmalarını sağlar. Bu girişimiyle dikkatini çektiği Abdullah Cevdet’ten sipariş alır, parasızlık sıkıntısını belli oranda çözer.

Okulu bitirdiği yıl I. Dünya Savaşı, ardından da Kurtuluş Savaşı patlak verir.

Yalnız karikatür çizmez, aynı zamanda resim yapar, sergileyip satar, kitap resimler, posta kartları hazırlar. Aslında çocukluktan yeni çıkmış Sedat’ın kafasında gazete sahibi olmak vardır. Nihayet 1916’da Hande adlı mizah dergisinin imtiyazını alarak mesleğe patron sıfatıyla adım atar. Bir yandan Ankara Caddesi’ndeki bürosunda piyasaya karikatür çizip klişe kalıpları yaparak gelir artırmaya çırpınırken bir yandan da her birine bir gümüş mecidiyeyi peşin vererek çalıştırdığı sorumlu müdürü Feridun Kandemir, yazarları Fazıl Ahmet Aykaç ve Asım Us’la birlikte Hande’yi hazırlar.

Bu arada sinemayla da ilgilenir Sedat Simavi. Müdafaa-i Milliye Cemiyeti’nin Sinema Kolu adına 1917’de ilk konulu sinema yapıtımız olan “Peçe ve Casus”u yönetir ve çeker.

Kurtuluş Savaşı yıllarında Sedat Simavi

Mütareke yılları başladığında İstanbul’da kalır ve 1918-1919 yıllarında Diken’i çıkarır, yazdığı, yazdırdığı yazılar ve çizdiği karikatürlerle Kuva-yı Milliye’ye, 1921’de çıkardığı Güleryüz mizah dergisi ile de Kurtuluş Savaşı’na destek verir.

Güleryüz’ün işi gerçekten zordur. Çünkü aynı yıllarda örneğin İçişleri Bakanı Ali Kemal’in “Peyam-ı Sabah”ı, Refii Cevat Ulunay’ın Alemdar’ı ve Refik Halit Karay’ın Aydede’si benzerleri de yayın yapmakta ve hepsi birden Simavi’ye saldırmaktadır.

Sedat Simavi’nin çıkardığı çok sayıdaki dergiden Güleryüz ve Karagöz’ün kapakları.

“Güleryüz bu ve buna benzer gazetelere mizahi yazı ve resimlerle (karikatürlerle) cevap vermeye başladığı gibi, dergisinin sonuna eklediği iki, bazen dört sayfalık ilave gazetelerle de mizahi açıklamalar yapıyordu. Bu ek gazetelere; Tezvir-i Efkar (Yalan Fikirler), Sahte Akşam, Çanak Yalayıcı, Şaklaban gibi adlar veriyordu.” (Gökman, s. 32)

Bu yöntemi kısa süre sonra Anadolu’ya geçmiş olan Aka Gündüz de kullanacak, Ali Kemal’in Peyam-ı Sabah’ıyla alay eden “Anadolu’da Peyam-ı Sabah”ı çıkaracak, yazılarının altına da Ali Kemal imzasını atacaktır.

Bu karşı yayınlardan bunalan Ali Kemal ateş püskürür, kolu Anadolu’ya uzanamaz, fakat elinin altındaki Sedat Simavi’ye iftiralar içeren ağır bir dille yüklenmeye başlar:

“Ankara bu memlekette gençliğin kanına girdi. … Aka Gündüz gibi hilkaten ezelden bozulmuş, maşa ile tutulmaz maskaraları Ankara’ya kadar davet ederek aleyhimize en rüsva-i neşriyata vasıta ittihaz etti. … Bir zamandır Sedat Simavi diye matbuat meydanına diğer bir genç atılmıştı. Dersaadet, Payitaht ve saire namlarıyla peyderpey çıkardığı yövmi (günlük) gazeteleri ciddi bir tahsilden (eğitimden), en basit bir terbiyeden, tehzipten (utanmadan) mahrum olduğu için muttasıl (sürekli) batırdı. … Nihayet Güleryüz unvaniyle her sahib-i iz’an ve vicdanı güldürmek şöyle dursun, adeta ağlatır, fakat güya mizahi bir risale-i mevkute neşrine iftikar eyledi, onunla da bir iş göremeyince, rivayet ettiklerine nazaran, Ankara ile pazarlığa girişti, bilhassa aleyhimize biperva ve daima yürümek şartiyle her nüshadan iki bin adet Anadolu’ya sattı, artık o şevk ile muhalefete ve hasseten bana karşı neler yazmadı! Ne resimler (karikatürler) yapmadı! Ne kepazelikler etmedi! … Lakin Sedat Simavi, para derdiyle, Ankara’yı daha ziyade sızdırmak endişesiyle olsa gerek…” (Gökman, s 34)

Simavi tek tek yanıt vererek bu iftiraları çürütür.

Zafer sonrasında ve Harf Devrimi sırasında Sedat Simavi

Lozan Konferansı’nın son dönemlerinin devam ettiği günlerde Resimli Gazete adlı haftalık bir gazete çıkarmaya başlar. Başka yazılarımda kapsamlı değinmiştim, elimizde somut belge yok ama girişimlerinden öyle anlaşılıyor ki Sedat Simavi, ABD’li ünlü yayıncı Pulitzer’in “kitle gazeteciliği” yöntem ve başarısını Cumhuriyet Türkiyesi’nde yaşama geçirme peşindedir. Resimli Gazete, işte bunun denemesidir. Amacı siyasetçilerin, üst düzey bürokratların, omuzu kalabalık askerlerin, cebi şişkin girişimcilerin sorunlarından çok, işçinin, köylünün, memurun, dar gelirlinin, bakkalın, manavın, kasabın, aç susuz hatta sokakta yatan garibanın dertlerini dillendirmek, haberlerini yapmaktır. Dönemin Türkiye’sinin toplam nüfusu 13 milyon, okuma yazma oranı ise -farklı rakamlar telaffuz ediliyor olsa da- yüzde 8.6’dır. Büyük ve renkli resimlerle yayın yapan bu gazeteyle Simavi, bugün bile herkesin hayalini kurduğu rakama ulaşma, 44 bin adet satma başarısını gösterir.

Yıl 1928’dir, Harf Devrimi olur. Yumuşak geçiş önerilerini reddeden Mustafa Kemal, yeni harflerin tereddüt edilmeden bir anda, bir günde kullanılmasını ve uygulamaya sokulması emrini verir. Bu, günlük ve haftalık yayın yapan gazeteler için felaket demektir; herkes tiraj kaybı nedeniyle kapısına kilit asma aşamasına gelmiştir.

Hükumet durumu fark eder ve Mustafa Kemal’in direktifiyle yardım paketi hazırlanır. Açıktan para almak hoş değildir ama başka çıkar yol da yoktur. Utana sıkıla da olsa herkes payını alır. Gazetecilik etiğine uygun bulmadığı için yardım parasını bir tek Sedat Simavi geri çevirir. Ankara şaşkındır, dedikodu kazanı kaynamaya başlar. Konunun derhal araştırılmasını ve bilgi verilmesini emreden dönemin İçişleri bakanı Şükrü Kaya, yıllar sonra olanları şöyle özetleyecektir: “Devlet yardımını kabul etmediği sırada türlü fısıltılar yapıldığını, devlet ve rejime karşı olduğunu söyleyenler bulunduğunu, yapılan tahkikatta bu fısıltıların tam aksine tüm devrimci, tüm idealist, tüm vatansever bir Sedat ile karşılaştık.”

Babiali’nin en çok satan ve kazanan kişisi Sedat Simavi, bu nedenle bir günde iflas eder. Başkalarına klişe hazırlamak da karın doyurmadığı için Karadeniz’e gider.

Meslektaşlarının fırçasından Sedat Simavi: Soldan sağa: Şeref, Ratip Tahir, Cemil Cem, Rıfkı.

Türk Basın Birliği başkanlığı için aday gösteriliyor

1938’te Mustafa Kemal aramızdan ayrılınca devletin yönetimini İsmet Paşa devralır. Sıkıntılı yıllardır. Özellikle Stalin’in Kars ve Ardahan’ı geri isteyeceği söylentileri, ülke yöneticilerini endişelendirir. İsmet Paşa dost Sovyet ülkesine mesafe koyarken yüzünü pek de dost olmayan ABD’ye çevirmeye başlar. Bu kapı aralama, bizi zaman içinde kaçınılmaz olarak Komünizm düşmanlığına, NATO üyeliğine, İncirlik ABD Üssü ve Kore Savaşı bataklığına sürükleyecektir. 1940’lara gelindiğinde bunun ilk belirtileri görülmeye başlar. Bariz örneği, ABD yandaşı kadronun baskı yaparak İsmet Paşa’ya kurduğu Köy Enstitüleri’ni kendi eliyle kapattırmış olmasıdır. Şimdi basın üstündeki denetim de ABD’yi aratmayacak niteliktedir. Dönemin ünlü gazetecilerinden Hayri Alpar, gelinen noktayı şöyle anlatır:

“Tek Parti Yönetimi, her alanı olduğu gibi basın alanını da kontrol altına almak istemiştir. … ‘Basın Kurumu’ bu amaçla ortadan kaldırılmış, yerine özel bir kanunla ‘Türk Basın Birliği’ getirilmiştir. … Türk Basın Birliği ise, tehdit silahı olarak asılmıştır başımıza. Çünkü, gazetecilik yapabilmek için bir ‘Baro’ niteliğinde olan bu birliğe üye olmak şarttır. Zor girerlerdi Türk Basın Birliği’ne gazeteciler, kolayca da çıkarılabilirlerdi. … Neye dayanacak, neye güveneceklerdi gazeteciler? Ücretiniz de kaderiniz de gazete sahibinin dudağının ucundaydı. Türk Basın Birliği’ne egemen olanlar da onlardı.” (Gökman, s 59-60)

Fenerbahçe Stadyumu’ndaki 1945’in 19 Mayıs kutlamalarında gösteri yapan genç kızların fotoğraflarını çekmesine kızan polis müdürü, vali Lütfi Kırdar’ı umursamadan gazete fotoğrafçısı Cemal Gürol’u abartılı bir müdahaleyle tutuklama girişiminde bulunur. Basın mensupları ilk kez birlik olup valinin çevresini kuşatır, bağıra çağıra tepki gösterir.

Bu olay onlara, omuz omuza gelebilecekleri, Basın Birliği başkanı Falih Rıfkı Atay’a karşı kendi başkan adaylarını önerip seçtirebilecekleri cesaretini ve fikrini verir. Kadıköy Pastanesi toplantılarında kimi başkan adayı yapacakları tartışılır hep. Arayışın uzun sürmesinin nedeni, aday gösterilecek kişinin ABD’de olduğu gibi ‘anarşist’, ‘komünist’ damgası yemekten ve bu gerekçelerle Basın Birliği’den atılmaktan, meslekten men edilmekten korkuyor olmasıdır.

Gözlerini karartırlar ve teklifi Sedat Simavi’ye götürürler.

Bürosunda kendilerini kabul eden Simavi’ye, dertlerini “İki şeyden yoksunuz biz. Çalışma güvenliğinden, düşünce ve yayın hürriyetinden. Her ikisinin de kaynağı bir. Eğer Basın Birliği’nin yönetimini ele geçirirsek, birliğin üstesinden geliriz. Daha sonra da sosyal adalet yolunda savaşa girişiriz.” sözleriyle açarlar ve liderleri olmasını isterler.

Oldukça yüksek rakamlı bir bütçeye sahip olmasına karşın Basın Birliği yöneticilerinin Mahmut Yesari ve Osman Cemal Kaygılı gibi ünlü üyelerini dahi yaşlılık döneminde aç susuz, parasız pulsuz hastane köşelerinde ölüme terk etmelerinden, hatta Kaygılı’nın “Biliyorum; öldükten sonra Birlik bir çelenk gönderecektir. Bu hakkımdan vazgeçiyorum ben. Suya ihtiyacım var. Param yok, alamıyorum. O çelenk parasını yollarsanız, hiç değilse su ihtiyacımı karşılarım.” çığlığına kulak tıkamalarından zaten rahatsız olan Sedat Simavi, teklifi kabul eder, imza niyetine meslektaşlarıyla el sıkışır.

Ekip, Sedat Simavi başkanlığında düzenli aralıklarla toplanır, eğer kazanırlarsa uygulayacakları yeni programın ne olacağı üzerinde çalışmalara başlar.

Simavi, kapatılan Basın Birliği’nin yerine Gazeteciler Cemiyeti’ni kurar

6 Aralık 1945’te yaptığı olağan kongre son etkinliği olur Türk Basın Birliği’nin.

Eminönü Halkevi’nde yapılmaktadır kongre. Eski yöneticiler aşırı özgüven içindedirler ve şamatalı bir konvoy eşliğinde girerler salona. Muhalif grup da kendi çapında gövde gösterisiyle giriş yapar, divan seçiminde de başarı gösterir. Beklenmedik bu çıkış ve başarı, yönetimde soğuk duş etkisi yaratır. Karşılıklı söz almalar ve sayıp dökmeler eski yönetimi allak bullak eder. Oylamaya geçilir. Hayri Alpar seçim sonucunu şöyle özetler:

“Kongre bitmiş, seçimleri kazanmıştık. İstanbul Bölgesi Yönetim Kurulu’na başta Sedat Simavi, Cihad Baban, Sadun Galip Savcı ve bu anıları anlatan seçilmiştik. Sedat Simavi’yi başkan, beni genel sekreter yapmışlardı arkadaşlar. Elde edilen sonuç, herkesi şaşırtmıştı. Ankara’daki yankılar daha da keskindi.” (s. 64)

Kendi albümleri ve başka yayıncılar için hazırladığı levhalardan üç örnek.

Simavi, Basın Birliği işlerliğinde köklü değişikliklere gider. Eski yöneticiler yönetimi devretmiş ama yüksek rakamlı paranın devrine yanaşmamışlardır. Simavi de parayı yasal, denetime açık yoldan kazanacaklarını, bu yolla oluşacak bütçeye ulaşana dek kişisel birikiminden harcama yapacağını söyler ve diğer yapacaklarını sıralar. Buna göre Basın Birliği’nin üyelerinden evlenenlere, çocuğu olanlara, hastalananlara, işsiz kalanlara, işi olup sıkıntıya düşenlere nakdi yardım yapılacaktır. Ayrıca Birliğin özel bir doktoru olacaktır. Bu doktor, üyelere ve ailelerine ücretsiz hizmet verecek, gerekli olduğunda muayene için hastanın evine gidecektir. Kimse devlet hastanelerinde mağdur edilmeyecek, üyeler özel hastanelerde tedavi görecekler, bu da yetmezse Birlik onları dış ülkelere gönderecektir. Kimse siyasi görüşü doğrultusunda kayrılmayacak ya da dışlanmayacak, meslek örgütü olmanın gerekleri yapılacak. Öte yandan üyelerin mesleki onurunu zedeleyecek girişimlere izin verilmeyecek. Bir gazeteci, siyasi partilerin ve sermaye sahiplerinin verdiği resepsiyonlara davetli olarak değil, gazeteci olarak katılacak, haber kaynağıyla senli benli değil, sizli bizli konuşacak, sunulan hediyeleri almayacak, reklam özellikli haber yapmayacak, aynı kaynakların sağladığı yurt içi ya da yurt dışı ücretsiz gezi programlarına katılmayacak, bu tür gezi zorunluluğu olduğunda masrafları Birlik geri ödemesiz üstlenecek. Hukuki süreçlerde üyenin avukat ve mahkeme masraflarını Birlik karşılayacak.

Simavi, vaatlerini kısa sürede hayata geçirir ve muhaliflerinin bile takdirini alır.

Ne var ki eski yönetim ve onlara korumacı yaklaşımda olan Ankara, yeni yönetime karşı güvenmez tutumunu sürdürmektedir. Bu çerçevede Simavi kadrosunun husumet beslediği, yasayı işleterek eski başkan Falih Rıfkı Atay’ı Birlikten atıp meslekten men edeceği dedikodusu ortalığa saçılır. Hükumet de bu ve benzeri tatsızlıkların yaşanmasını önlemek için bir yasa çıkarır ve Türk Basın Birliği’ni kapatır. Demokrat Parti’nin kurulma hazırlıklarının tamamlandığı yıllardır o yıllar. Ülke çok partili döneme geçmek üzeredir. Hükumet gazetecilere isterlerse kendi kendilerini yönetecek bir dernek kurabileceklerini bildirir.

Böylece Simavi önderliğinde Gazeteciler Cemiyeti kurulur.

O gün bu gündür ayaktadır Cemiyet ve yukarıda saydığımız temel ilkelerden sapmadan üyesi olsun olmasın ülkemizin tüm gazetecilerin hakkını savunmakta, mesleki konularda önderlik etmekte, ödüller vererek yönlendirip yüreklendirmektedir. Her yurtsever gazete emekçisi gibi ben de üyesi olmaktan onur duymaktayım.

Tarafsız Sedat Simavi, Hürriyet’i kuruyor

Laf uzadı biliyorum, gazeteci nasıl doğulur, nasıl olunur ve eğilip bükülmeden nasıl kalınır sorusunun en iyi yanıtlarından biridir Sedat Simavi’nin yaşam öyküsü. Bu aşamada onun Hürriyet Gazetesi serüvenini es geçmek, öyküyü yarım bırakmak anlamına gelir; birkaç tümceyle ona da değinecek, kimseyi yormadan konuyu noktalayacağım.

Semih Tiryakioğlu, anılarında şöyle der:

“Ankara’nın benim için tatsızlaştığı sıralarda İstanbul’a gelmiş, O’nu (Sedat Simavi’yi) da ziyaret etmiştim. ‘Bir gazete çıkaracağım. Benimle çalışır mısın?’ dedi. Tereddütsüz: ‘Çalışırım.’ dedim. Fakat iki sual sordum: ‘Sermaye kimin? Hangi partiyi tutacaksınız?’ ‘Sermaye benim.’ dedi, ‘Hiçbir partiyi tutmayacağız!’”

O güne dek 58 yayın çıkarıp batırmış olan Sedat Simavi, verdiği sözü tutar. 1 Mayıs 1948’de okura sunulan Hürriyet’in ilk sayısının ilk sayfasına Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün ve muhalefet partisi lideri Celal Bayar’ın yazdıkları makaleleri eşit şekilde, yan yana koyar. O günden ölünceye dek de ilkelerinden sapmaz.

Ne kadarını başarmıştır, tartışılır ama o, yayıncılık hayatı boyunca can verdiği dergi ve gazetelerinin halkın, emekçinin sesi olmasını istemiştir. Kalem ustalarının “Makalelerini neden basit bir konuşma diliyle yazıyorsun?” gibi eleştirel sorularına şöyle bir yanıtı verir:

“Ben yazılarımı dostlarım için yazmıyorum ki. Benim okuyucum Samsun’da seyyar köfteci, Adana’da istasyon memuru, İzmir’de tapu katibidir. Hoş, istesem de ağdalı yazamam. Yazabildiğim, konuşabildiğim dildir.”

Sedat Simavi’nin günlük hayata ilişkin çizdiği karikatürlere üç örnek.

Kitle gazeteciliği ve mesleki dayanışma ilkesini oğulları da olabildiği kadarıyla devam ettirirler. Akgün Tekin’in Kemal Kınacı’nın ağzından aktardıkları, bunun en iyi kanıtıdır:

“(Günaydın’a ait) lokantayı Habip Kartal işletirdi. Aslında buraya lokanta yerine aşevi denilse daha doğru olurdu. Zira, özellikle son yıllarda Ebusuud Caddesi’nin başındaki trafik polisinden, yan tarafta bulunan Şengül Hamamı’nın altındaki bakkal Yaşar’a, kardeşi Erdoğan’a, sokağı süpüren çöpçüye kadar herkes öğle yemeğini burada yer, duasını edip çıkardı.” Ayrıca “Aziz Nesin’e, tarihçi yazar Azmi Nihat Erman’a, muhabir Rahmi Karaca’ya ve bazı emekli gazetecilere Günaydın’ın satıldığı tarihe kadar her ay maaş ödenirdi. Haldun Bey bunu bir iane, bir sadaka olarak verdirmez, onların onurunu kırmamak için araştırmalar yaptırır, yazılar isterdi. Yani verilen paraları bahşiş şeklinden çıkarır, bir emek karşılığı şekline dönüştürürdü.” (s 69)

Sonuç

Ben, yayıncılığından çok karikatürcü olmasından dolayı öncelik tanıdım ve Sedat Simavi’nin yaşamından kesitler vererek “gazeteci nasıl olunur”u örneklemeye çalıştım. Kuşkusuz, bu kalitede yayıncılık yapmış, “Muhterem (Menderes) efendim … reklam ve sair ihtiyaçlarım için 10 bin lira lütfedilirse… Sürünüyorum.”, “Şayet Akbaba, partice (DP) çıkarılırsa matbaa, kağıt ve diğer masraflar temin edilirse biz kalemimizi bu hizmette kullanmaya hazırız.”, “Miktar söylemeyeceğim. Bunu senin kardeş delaletinle benim aziz başvekilimin takdir ve tensiplerine bırakıyorum.”, “Başvekil beyefendiyi rahatsız etmekten çekiniyorum. … meseleyi münasip gördüğün kanaldan halletmeni ehemmiyetle rica ederim.” seviyesizliğine inmemiş, alnı ak başka basın emekçileri de vardır. Onların öyküsünü de bir başkasının yazmasını, benim yapmaya çalıştığım gibi minnet borcunu ödemeyi denemesini çok isterim.

Umarım, suç örgütü lideri olduğu söylenen şahıslarla ihale kovalayan, şantaj için asılsız haber yapan, tarikat liderlerinin dizlerinin dibine çöküp imtiyaz dilenen “gazeteciler”le Sedat Simavi’nin adını başlıkta geçirdiğim halde yazı boyunca neden özenle yan yana anmadığım anlaşılmıştır.

Kalemini kırıp satmayan tüm meslektaşlarıma selam olsun.

PAYLAŞMAK İÇİN