Şanlı Sansür Tarihimizin Kısa Özeti

Aradan yüz yıldan çok geçmiş ama siyasal gücün dönüş dolaşıp çözüm olarak bulduğu sansürün işlemeyeceği açıktır. Her türlü baskıya karşı Türk halkının buna geçit vermeyeceğini, bu yeni yasayla halkın susturulmasının, sindirilmesinin olası olmayacağını, bu yolla yalnızca günü kurtarabileceklerini söyleyelim

 

 

AV. CEM BAYINDIR

Siyasal gücün “bilgi kirliliğiyle mücadele” gerekçesiyle çalıştığı tasarı TBMM’den geçerek yasalaştı. Bu yasaya göre, sosyal medyada toplum arasında kaygı, korku ya da panik yaratmak amacıyla ülkenin iç ve dış güvenliği, kamu düzeni ve genel sağlığı ile ilgili gerçeğe aykırı bir bilgiyi, kamu barışını bozmaya elverişli şekilde alenen yayan kimse 1 yıldan 3 yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılacak ve eğer fail, bu suçu gerçek kimliğini gizleyerek ya da bir örgütün faaliyeti çerçevesinde işlerse söz konusu ceza yarı oranında artırılacak.

Bilindiği üzere bizde “sansür” de­nince akla hemen II. Abdülhamid devri gelir. Aslında sansür ve benzeri baskılar daha önceki padişahlarda da vardı. Abdülhamid ise bu konuda zengin bir biri­kime mirasçı olmuş, geçmişteki denemeleri göz önünde bulundurarak, sistem üzerinde her yıl biraz daha oynamış, onu bir kuyumcu gibi işlemiş, ge­liştirmiş; yasa ve tüzüklerdeki tüm boşlukları doldurmuş, açık kapılan tıkamış; kurduğu düzeni tam 33 yıl hiç aksatmadan uygulamıştır.

Bizde basınla ilgili ilk “nizamname” (tü­zük) 1864 yılında Abdülaziz döneminde yayınlanmış, Fransa’da III. Napoleon zamanında hazırla­nan (1852) basın kanunundan çevrilen bu nizam­name, 1909’da İkinci Meşrutiyet devrinde çıkarılan Matbuat Kanunu’na değin yürürlükte kalmıştır.

Bu nizamnameye göre, sürekli yayın yapmak isteyenler, Osmanlı uyruğu iseler Maarif Nezaretinden, yabancı iseler Hariciye Nezareti’nden ruhsat almak zorundadırlar (madde 1). Nizamname koşullarına uymayanlar için konan hapis ve para cezaları yanında, en önemlisi, mahkeme kararı ol­madan, hükümetçe alınan yönetsel kararlarla süreli ya­yınların geçici ya da kesin olarak tatil edilmesi (kapatılması) olanağının olmasıdır. Devletin iç güvenliğini ve asayişi bozucu bir suçun işlenmesini kışkırtan gazeteler hükümetçe geçici ya da kesin olarak kapatılır (m. 13). Ayrıca, saltanat, padişah, hanedan hakkında uygunsuz sözler ve deyimler kullanan, hükümet aleyhinde taarruzda bulunan (m. 15), nazırlara do­kunacak söz yazan (m. 16), devletin dostu ve müt­tefiki olan hükümdarlara dokunur söz ve deyimler kullanan (m. 17), yabancı devletlerin Türkiye’de oturan elçilerini, temsilcilerini, memurlarını vb. kötüleyen (m. 21) gazeteler hükümetçe bir ay sü­re ile kapatılır (m. 27).

İki yıl içinde mahkemece üç kez aleyhte hüküm giyen gazete ve süreli yayımlar hükümetçe geçici ya da kesin olarak kapatılır (m. 29). Bir başka maddede de, yabancı ülkelerde bastırılıp da siyasal ve yönetsel konulardan söz eden devlete saldırma ve düşmanlık düşünceleri taşıyan yazılan basan gazete ve yayınların Türkiye’ye so­kulması ve yayılması yasaklanmıştır (m. 9)

Çeşitli gazetelerin kapatılmasına yol açan bu nizamname hükümleri dahi bir süre sonra yeterli görülmemiş; Girit sorunu, Belgrat kalesinin veril­mesi (Ali Suavi), Şark Meselesi (Namık Kemal) gibi yazılar nedeniyle hükümetin eleştirilmesi sadrazam Ali Paşa’yı tedir­gin etmiş ve 1867’de daha sert bir yasa olan “Kararnâme-i Âli” (Hükümet karar­namesi; Âli Paşa kararnamesi) diye anılan ünlü kararname yayınlanmıştır.

“…İstanbul’da çeşitli dillerde basılan gazetele­rin bir kısmının bir süreden beri memleketin genel çıkarlarına aykırı birtakım zararlı dü­şünceler ve yalan haberler yayınlamakta…, birçok uydurma ve yalanlarla zihinleri karış­tırma, bunun sonucu olarak da halk arasında çatışmaya yol açmakta…” oldukları gerekçesiyle çıkarılan bu kararname ile;

“Âsâyişi ve düzeni korumak gerektiğinden, bu türlü gazete ve dergilerin bütün devlete ve bütün millete dokunan zararlarının önlenme­si için, Basın Nizamnamesi’nin hükümleri dı­şında olarak hükümetçe cezalandırma işlemi­ne ve önleyici tedbirler alınmasına karar ve­rilmiştir. Böylece, kanun ve tüzükleri hiçe sayan, on­ların üstünde bir güce sahip olan bu kararname ile basın kıskıvrak bağlanmış, memleketin genel çı­karlarına aykırı davranmak gerekçesiyle birçok gazete (Muhbir, Vatan, İbret, Hadika, Sirac, Diyojen vb.) süreli ya da süresiz olarak kapatılmıştır.

 

Hele de, Mahmut Nedim Paşa’nın son sadrazamlığı sı­rasında, “Karamame-i Âli” bile yeterli görülme­miş, yeni bir kararname ile basına ilk kez sansür konmuştur. Bir çok yolsuzluklara ve kanunsuz ha­reketlere adı karışan Mahmut Nedim Paşa, bu ikin­ci sadrazamlığı sırasında Bosna isyanı (Ağustos 1875), Bulgar isyanı (Mayıs 1876), Selânik olayı (Mayıs 1876) gibi olayların çıkmasına, bu olaylar­da pek çok Müslüman-Türk’ün öldürülmesine se­bep olması; Makedonya ve Bulgaristan göçmenle­rinin perişan hali, bardağı taşıran son damla ol­muş; İstanbul’da büyük bir öğrenci gösterisi dü­zenlenmiş (10.5.1876); şaşkına dönen Mahmut Ne­dim Paşa, olup bitenleri halka duyurmamak için basma sansür koymayı düşünmüş; ve ertesi gün çıkan gazetelerde:

“Osmanlı basınının yazılarına ziyadesiyle dik­kat edilmekte ve çoğu zaman kapatma gibi cezalar verilmekte ise de, güncel durumun önemi dolayısıyle gazetelerin kesinlikle inzibat altına alınması gerektiğinden, İstanbul’da ve memleketin her yerinde çeşitli dillerde basılan gazetelerin basılmadan önce muayenesi usulü konduğu” ilân edilmiştir (11 Mayıs 1876).

Bu ilk sansür ka­rarnamesini birinci sayfada yayınlamak zorunda kalan Basiret gazetesi (no. 1809), aynı sayfaya: “Matbaamızın makinesi bozulduğundan birkaç gün gazetemizi yayınlayamayacağımızı üzüntü ile müş­terilerimize ilân ederiz” diye bir yazı koymuş; dör­düncü sayfadaki ilânlar dışında, birinci, ikinci, üçüncü sayfaları beyaz bırakmıştır.

Sabah gazetesinde de, aynı gün, iç sayfalarda sansürün çıkardığı yazıların yerleri boş bırakılmıştır. Sansür kararnamesinin yayınlandığı gün öğrenciler Babıali’yi basmağa kalkışmışlar, Mahmut Nedim Paşa İran elçiliğine sığınmış, aynı gün azledilerek yerine Mütercim Rüştü Paşa sadra­zam olmuş, ertesi gün sansür kararnamesi yürür­lükten kaldırılmış, iki hafta sonra da Abdülâziz tahttan indirilerek, V. Murat hükümdar ilân edil­miştir.

Abdülhamid’den önceki bu dönemde gazeteler sansür edilmemişse de, kitaplar, Meclis-i Maarif’çe incelendikten, “memlekete ve devlete zararlı olma­dığı saptandıktan sonra verilecek ruhsat ile basılabilmekteydi, 1857 tarihli “Basmahane (basımevi) Nizamnamesi”ne göre, basımevleri ruhsatsız kitapları basamazlardı.

Abdülhamid devrinde, 1864 tarihli Matbuat Ni­zamnamesi’ne hiç dokunulmamış, Meclis-i Mebusan’da yeni bir “Matbuat Nizamnamesi” hazırlan­mışsa da, yürürlüğe konmamış, işin asıl kaynağı­na gidilerek, eski “Basmahane Nizamnamesi” yeri­ne yeni bir “Matbaalar Nizamnamesi” düzenlene­rek (1888), basılacak her şey denetim altına alın­mıştır. Bu nizamnameye göre:

“Osmanlı memleketlerinde basımevi açmak is­teyenlerin elinden padişahın kutsal haklarına ve devletin çıkarlarına dokunur eserler bas­mayacağına dair senet alındıktan sonra Dahi­liye Nezâretinden ruhsatname verilir” (m. 5),

“Basımevlerinin içinde mürettipler ve başka işçiler çalışırken kapısı yalnız bir zemberek ile kapalı olacak ve iki yanında dükkân ve baş­ka yapılar varsa, basımevlerinin içerisinden, onlara geçilebilir kapı ve pencere gibi şey ol­mayacaktır” (m. 15),

“Maarif Nezâreti, Mat­buat İdaresi memurlayla, gerektikçe zabıta memurları her zaman basımevini muayene edebilirler” (m. 16),

“Her basımevi sahibi, Matbuat İdaresi’nce istendiğinde, kullandığı âletlerin türünü ve cinsini bildirecek; basımevinde bulunan çeşitli harflerin basılı örnekle­rini dahi verecektir” (m. 17),

“Hiçbir basıme­vi sahibi, basacağı kitabı, Maarif Nezareti­nden resmi ruhsat alınmadıkça basamaz” (m. 19),

“Yabancı memleketlerde basılmış kitap ve dergilerle her çeşit resim, madalya, arma ve benzeri şeyler İstanbul’da Maarif Nezareti­nden, vilâyetlerde valiliklerden ruhsat veril­medikçe Osmanlı ülkesine sokulamaz” (m. 23, 24),

“Kitapçılarla gezici olarak kitap, dergi, resim ve başka basılı şeyleri taşıyan, satan, dağıtanlar ve mürettipler ruhsat tezkeresi al­mağa mecburdurlar; kitapçı dükkânları ge­rektikçe zabıta memurları ve Maarif Matbu­at İdaresi teftiş memurları tarafından muaye­ne olunur” (m. 26),

“Gazete ve başka süreli yayınlan taşıyan, satan ve dağıtanlardan so­kaklarda ve herkesin geçtiği yerlerde sattıkla­rı süreli yayının adından başka içeriğini sez­diren sözlerle bağıranların ruhsat tezkereleri geri alınır” (m. 28),

“Bu nizamname hüküm­lerine aykırı olarak yayınlanan zararlı ve ede­be aykırı basılı şeyleri ve resimleri bilerek açıkça ya da gizlice taşıyan, satan ve dağı­tanlar söz konusu basılı şeyleri yazan ve ba­sanların suç ortağı sayılır” (m. 29)

Dört yıl sonra, 1982’de bu nizamnamenin 29’uncu mad­desini değiştiren bir yasa ile, “…taşıyan, satan ve dağıtanlar…” dan başka, yasak yayınlan “topluca yanında bulunduranlar” da “yazan ve ba­sanların suç ortağı” sayılmıştır.

Yukarıdaki nizamname, birkaç yıl sonra yeni bir nizamname (Aralık 1895) ile daha da sıkı hale getirilmiş, Abdülhamid tahta geçtikten dört ay sonra yayınlanan (23 Aralık 1876) “Kanun-i Esa­si”nin (Anayasa) 12’nci maddesinde “Matbuat kanun dairesinde serbesttir” denmekte ise de, pa­dişah, yine Kanun-i Esasi çerçevesi içinde bunu işlemez hale getirmeği başarmıştır.

Söz konusu kanuna göre meclisi toplamak, kapatmak, yeniden seçim yaptırmak yetkisine sahip olan (m. 35, 73) padişah, Rus savaşının açılmasına (Nisan 1877) neden olduğu bahanesiyle meclisi kapatmış (Haziran 1877), yine aynı kanunun başka bir maddesinin; “Genel Meclis toplantı halinde olmadığı zamanlarda devleti muhâtaradan ya da genel güvenliğin bozulmasından korumak için… Ve­killer Heyetinin vereceği kararlar kanun hü­küm ve kuvvetindedir” (m. 36) hükmüne dayanarak da Vekiller Heyeti’ne bir sıkıyönetim kararnamesi yayınlatmıştır (2 Ocak 1877).

Bu kararnamede şöyle bir madde vardır:

“Askerî hükümet, gerekli görünen kişilerin gece ve gündüz evlerini aramağa; şüpheli ve sabıkalı güruhundan olup hükümetçe tutuklananları, sıkıyönetim altına alınan yerde ko­nutları olmayan kişileri başka bir yere uzaklaştırmağa; …zihinleri karıştıracak yayın ya­pan gazeteleri hemen kapamağa ve her türlü cemiyetleri (toplantılar, kurullar, dernekler) yasaklamağa yetkilidir” (m. 6)

Tüm bu olacakları önceden sezen gazeteci Teodor Kasap Efendi, gazetelerin hemen hemen ağız birliğiyle övdüğü “Kanun-i Esasî”nin bazı maddelerine karşı çıkmış; meşrutiyet ile halka bir­takım haklar verileceği görüşüne karşı, İstikbal adlı gazetesinde, “halka hak verilmez, hak alınır” görüşünü ileriye sürmüş; hazırlanmakta olan yeni “Matbuat Nizamnamesi”nde şiddetli maddeler bu­lunduğu söylentileri üzerine de, “kanun dairesinde serbestlik” düşüncesini, Hayal adındaki ünlü mi­zah gazetesinde eleştirmiştir. Bu konuda çizdiği bir karikatürden dolayı da üç yıl hapis cezasına çarptırılmıştır.

Bu yasalar nedeniyle, yazı yazmaktan vazgeçen sanat ve düşünce adamları birer köşeye çekilmiş (Tevfik Fikret Bebek’teki Âşiyan’a, Halit Ziya Yeşilköy’e vb.) ya da sinmiştir. Okumayla zaman geçirmek isteyenlerin de kitap bulma olanakla­rı kısıtlı idi. Üç beş kişinin sanat, bilim vb. üze­rinde hiç değilse sözlü olarak sohbet etmek üzere arasıra bir araya toplanması da tehlikeli idi. Böy­le toplantılara jurnalciler türlü anlamlar verirler­di.

Bunlardan birini aktaralım:

Abdülhamit devri ileri gelenlerinden Rauf Bey, arada bir sevdiklerini, dostlarını Çubuklu’daki yalısına davet eder, yenilir, içilir, sohbet edilirmiş. Günün birinde, kapı komşularından birisi, “Rauf Bey’in yalısında Bâbıâli ileri gelenleri toplanıyor, geç va­kitlere kadar müzakerelerde bulunuyorlar; bu top­lantılar şüpheli görünüyor” diye bir jurnal vermiş. Bir gece yalı basılmış, ev sahibiyle birlikte misa­firler Yıldız sarayına götürülmüş, soruşturma baş­lamış. Sorguya çekilenler arasında bulunan Sahip Efendi öylesine korkmuş, öy­lesine telâşa kapılmış ki, daha ilk sorguda titreye titreye ve yemin ede ede, dili dolaşarak şöyle de­miş:

“Hindi yedik, kaz dolması yedik… Kaz yedik, dolma yedik, başka bir b.k yemedik…”

Bu uğurda dua bile sansüre uğramıştır. Şöyle ki; yine, Servetifünun dergisinde yayınlanmak üzere, Dr. Be­sim Ömer Paşa, sular üzerine bir makale yazmış; çeşme başında bir ihtiyar adamın dua eylediğini gösterir artistik bir renkli resim de makale ile bir­likte basılacakmış. Sansür memuru Ebülmukbil Kemal Bey resmin yanına bir soru işareti koy­muş. Dergi sahibi Ahmet İhsan bunu görünce şaşırmış, Kemal Beye bir tezkere yazıp nedenini sorduğunda şu karşılığı almış:

“Çeşme resmi gerçekten pek güzel ve dua her Müslüman’ın gözünde şüphesiz ki kutsaldır. Lâ­kin bugünlerde kötü düşünceliler o kadar ço­ğaldı ki, bu güzel resmi Servetifünun’da görür görmez, hah! Bunu bu biçimde burada yayın­lamak, alttan alta: ‘İşimiz duaya kaldı’ de­mek olduğunu anlatmaktır, anlamında saçmalayacaklarını yakından bildiğimden soru işareti koydum.”

Tarih kitaplarından bütün ihtilâl, isyan, suikast fasıllarının kaldırıldığını, bu ko­nuları değil okutmak, onlara çağrışım yapabilecek en masum bir sözü bile kullanmak, insanın başına türle belâlar getirebilirdi. Bu yolda küçük bir dik­katsizlik, Servetifünun dergisinin kapanmasına yol açmış, dergi sahibiyle yazar, kendilerini zor kur­tarmışlardı.

Hüseyin Cahit’in Fransızcadan çevirip dergi­de yayınladığı (Servetifünun, Ekim 1901, no. 553) Edebiyat ve Hukuk başlıklı makalede “Fakat bir gün geldi ki 1879 idaresiyle Fransa’da boşanma ku­ruldu” cümlesinde Fransa Büyük İhtilali’nin tari­hi anılmıştı. Saadet gazetesi sahibi Baba Tahir’in bir jurnali üzerine, Servetifünun hü­kümetçe hemen kapatılmış, sahibi ile yazarı Fizan’a sürülmek istenmiş ise de, bunun Avrupa’da uyandıracağı olumsuz etki gözönünde bulunduru­larak, dâva açılmak üzere Adliye’ye verilmişlerdir.

Sonu takipsizlikle bitse de, Mabeyin Başkâtipliği’nden Adliye’ye yazılan tezke­rede ise günümüz iddianamelerini aratmayacak biçimdedir.:  

“Edebiyat ve Hukuk” masum başlığı altında Servetifünun gazetesinin ekli sayısında ya­yınlanan makalede Fransa kral ve kraliçesi­nin idamlarına ve Büyük İhtilale ait vakalar kamunun gözleri önüne konarak, kimseye minneti olmayan velinimetimiz yeryüzü Halifesi Efendimiz Hazretlerine karşı isyana kış­kırtılmakta olup böylelerine karşı Avrupa’da her memlekette ağır cezalar verilmekte ve hattâ Amerika’da linç cezası uygulamakta ol­duğundan, adı geçen gazetenin imtiyaz sahi­bi ile bütün ilgililerinin derece derece cezalandırılması ve sonucunun bildirilmesi, Padi­şah Hazretlerinin iradesi gereğince duyuru­lur.

Halit Ziya Uşaklıgil ve Ahmet İhsan’ın “birader” söz­cüğünün hatırlattıkları “Reşat” ve “Murat” sözlerinin çok tehlikeli olduğunu daha başka kaynaklar da yazar. Abdülhamit, kendisinin tahttan indi­rilip bu iki kardeşinden birinin tahta çıkarılmasın­dan korktuğundan, onların adamlarıyla bile konuşmak, büyük belâlara yol açabilirdi.  Reşat Efendinin yalnız kendisinden, gölgelerin­den değil, adından bile ürkülürdü. Abdülha­mid böylece adlarından ürkülen iki birader arasında idi; ne Murat, ne Reşat denebilirdi, hatta kendi adından bile ürkülürdü. Hamit’ler Hamdi ya da Hâmit olmuştu, Murat’lar Mir’at, Reşat’lar Neş’et adlarını almışlardı; o tarihlerde sicille Hamit, Murat, Reşat adlarıyla yeni doğmuş çocuk kaydedildiği hiç olmadı.

Yazılana göre, bir gün zavallının biri cebinde kibriti kalma­dığı için vapurda karşısında oturan tanıma­dığı bir adamdan sigarasını yakmasını rica edince jurnal edilmiş ve sorgusuz sualsiz sürül­müştür. Çünkü sigarasını yakmasını istediği adam ne talihsizliktir ki, veliaht Reşat Efen­dinin dairesindeki hademelerden biriymiş.

Akıl dengesi bozuk olduğu için tahttan indiri­len V. Murat’ın adını anmak da o kadar tehlikeli idi; öyle ki, bu ad, sadrazamla şeyhülislâmın azle­dilmesine sebep olmuştu. Abdülhamid, amcası Abdülâziz’in tahttan indirilmesi için “israfı tevâtüren (söylenti yoluyla) ispat ettirile­rek” şeyhülislâmdan fetvâ alındığını öğrenir. Bir ay sonra da, Galata’daki “Maksudiye hanı” ilgili­leri arasında bir anlaşmazlık çıkar, mirasçılarla alacaklılar Sadaret’e başvururlar; Sadrazam Kıbrıslı Kâmil Paşa, dilekçeleri Şeyhülislâm’a o da Rumeli Kazaskerliği’ne, orası da şer’î mahkeme­ye yollar; tanıklar dinlenmeğe başlar. Bu sırada saraya bir jurnal gelir:

“Bâb-ı Fetvâ’da (Şeyhülislâm Kapısında) şa­hitler dinleniyor, yani tevatür beyyinesi (söy­lenti yoluyla kanıtlama) yapılıyor. Maksudi­ye hanı muvâzaadır; maksuddan (istenen) maksat Murat’tır, han ile de padişahlara ait unvan kastedilmektedir. Maksudiye hanı de­mek, Murat Han demektir. Tevâtüren (söy­lenti yoluyla) onun deli olmadığını ispat ede­cekler, efendimizi tahttan indirecekler…” 

Hüseyin Cahit Yalçın’ın Piere Loti’den çevirdiği İzlanda Balıkçısı’ndaki öyküsü de ilginçtir:

“Bazı sözcükler vardı ki, onların kullanılması­nın doğru olmayacağını bütün yazarlar bilir­di. Sözgelimi, ‘burun’dan söz edilemezdi. Çünkü Tanrının yeryüzündeki gölgesinin çok büyük, kuraldışı ve gösterişli bir burnu var­dı. Burun sözünün onunla alay edilmesi so­nucunu yaratacağı kanısına varılmıştı. (…) Ben İzlanda Balıkçısı’nı: çevirirken coğrafyay­la ilgili ‘burun’ sözü geldikçe ‘karaların de­nizlere doğru ilerlemiş bölümleri’ diye yazı­yordum.”

Halit Ziya’nın da anlattığına göre, “tepe” ve “yıldız” sözcükleri de asla kullanılamazdı. Münif Paşa’nın, bir süre ara verdikten sonra ikinci kez çı­karmağa giriştiği (1883) Mecmua-i Fünun dergi­sinin yeni sayısında Bir Yıldızböceği başlıklı yazı­nın adı yüzünden dergi toplatılmış ve kapatılmıştır.

Sansürün eli yalnız siyaset ve sanata değil, bi­lime dahi uzanıyordu. Genel tarih yasak, kimyada yanıcı maddeleri meydana getiren bazı bileşimler yasak, Abdülhamid’in adının ilk harflerini meydana getiren harflerden birleşik bazı kimya ve ma­tematik formülleri yasaktı.

Sözgelimi, hiç kim­se AH = O yazamazdı; çünkü bunun Abdülhamid = Sıfır biçiminde yorumlanması olasılığı vardı.

Dilbilgisi kitaplarındaki “nâhoşnutuz» (hoşnut değiliz), “bed­bahtız” gibi örnekler bile tehli­keli görülüp çizilirdi; çünkü bunlar Osmanlı ulu­sunun şikâyetlerini dile getirebilirdi. “Kar­deş” sözü biçare Sultan Murat’ı hatırlatacağı için yasak; “hasta” sözü “Hasta Adam” tam­lamasını akla getireceği için yasak, “dinamo” sözcüğü “dinamit” sözcüğüne çağrışım yaptığı için yasaktı.

Aradan yüz yıldan çok geçmiş ama siyasal gücün dönüş dolaşıp çözüm olarak bulduğu sansürün işlemeyeceği açıktır. Her türlü baskıya karşı Türk halkının buna geçit vermeyeceğini, bu yeni yasayla halkın susturulmasının, sindirilmesinin olası olmayacağını, bu yolla yalnızca günü kurtarabileceklerini söyleyelim.

Bu baskılayıcı yasa da yüz yıl öncekiler gibi umulan sonucu vermeyecek, özgürlüğüne, onuruna düşkün Türk halkı bu tür zorlamaları asla kabul etmeyecektir.

 

 

Kaynakça:

  • Ahmet İhsan Matbuat Hatıralarım,
  • Halit Ziya, Kırk Yıl,
  • Cevdet Kudret, Abdülhamit Devrinde Sansür,
  • Hüseyin Cahit, Edebi Hatıralar

 

paylaşmanız için