Aradan yüz yıldan çok geçmiş ama siyasal gücün dönüş dolaşıp çözüm olarak bulduğu sansürün işlemeyeceği açıktır. Her türlü baskıya karşı Türk halkının buna geçit vermeyeceğini, bu yeni yasayla halkın susturulmasının, sindirilmesinin olası olmayacağını, bu yolla yalnızca günü kurtarabileceklerini söyleyelim
AV. CEM BAYINDIR
Siyasal gücün “bilgi kirliliğiyle mücadele” gerekçesiyle çalıştığı tasarı TBMM’den geçerek yasalaştı. Bu yasaya göre, sosyal medyada toplum arasında kaygı, korku ya da panik yaratmak amacıyla ülkenin iç ve dış güvenliği, kamu düzeni ve genel sağlığı ile ilgili gerçeğe aykırı bir bilgiyi, kamu barışını bozmaya elverişli şekilde alenen yayan kimse 1 yıldan 3 yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılacak ve eğer fail, bu suçu gerçek kimliğini gizleyerek ya da bir örgütün faaliyeti çerçevesinde işlerse söz konusu ceza yarı oranında artırılacak.
Bilindiği üzere bizde “sansür” denince akla hemen II. Abdülhamid devri gelir. Aslında sansür ve benzeri baskılar daha önceki padişahlarda da vardı. Abdülhamid ise bu konuda zengin bir birikime mirasçı olmuş, geçmişteki denemeleri göz önünde bulundurarak, sistem üzerinde her yıl biraz daha oynamış, onu bir kuyumcu gibi işlemiş, geliştirmiş; yasa ve tüzüklerdeki tüm boşlukları doldurmuş, açık kapılan tıkamış; kurduğu düzeni tam 33 yıl hiç aksatmadan uygulamıştır.
Bizde basınla ilgili ilk “nizamname” (tüzük) 1864 yılında Abdülaziz döneminde yayınlanmış, Fransa’da III. Napoleon zamanında hazırlanan (1852) basın kanunundan çevrilen bu nizamname, 1909’da İkinci Meşrutiyet devrinde çıkarılan Matbuat Kanunu’na değin yürürlükte kalmıştır.
Bu nizamnameye göre, sürekli yayın yapmak isteyenler, Osmanlı uyruğu iseler Maarif Nezaretinden, yabancı iseler Hariciye Nezareti’nden ruhsat almak zorundadırlar (madde 1). Nizamname koşullarına uymayanlar için konan hapis ve para cezaları yanında, en önemlisi, mahkeme kararı olmadan, hükümetçe alınan yönetsel kararlarla süreli yayınların geçici ya da kesin olarak tatil edilmesi (kapatılması) olanağının olmasıdır. Devletin iç güvenliğini ve asayişi bozucu bir suçun işlenmesini kışkırtan gazeteler hükümetçe geçici ya da kesin olarak kapatılır (m. 13). Ayrıca, saltanat, padişah, hanedan hakkında uygunsuz sözler ve deyimler kullanan, hükümet aleyhinde taarruzda bulunan (m. 15), nazırlara dokunacak söz yazan (m. 16), devletin dostu ve müttefiki olan hükümdarlara dokunur söz ve deyimler kullanan (m. 17), yabancı devletlerin Türkiye’de oturan elçilerini, temsilcilerini, memurlarını vb. kötüleyen (m. 21) gazeteler hükümetçe bir ay süre ile kapatılır (m. 27).
İki yıl içinde mahkemece üç kez aleyhte hüküm giyen gazete ve süreli yayımlar hükümetçe geçici ya da kesin olarak kapatılır (m. 29). Bir başka maddede de, yabancı ülkelerde bastırılıp da siyasal ve yönetsel konulardan söz eden devlete saldırma ve düşmanlık düşünceleri taşıyan yazılan basan gazete ve yayınların Türkiye’ye sokulması ve yayılması yasaklanmıştır (m. 9)
Çeşitli gazetelerin kapatılmasına yol açan bu nizamname hükümleri dahi bir süre sonra yeterli görülmemiş; Girit sorunu, Belgrat kalesinin verilmesi (Ali Suavi), Şark Meselesi (Namık Kemal) gibi yazılar nedeniyle hükümetin eleştirilmesi sadrazam Ali Paşa’yı tedirgin etmiş ve 1867’de daha sert bir yasa olan “Kararnâme-i Âli” (Hükümet kararnamesi; Âli Paşa kararnamesi) diye anılan ünlü kararname yayınlanmıştır.
“…İstanbul’da çeşitli dillerde basılan gazetelerin bir kısmının bir süreden beri memleketin genel çıkarlarına aykırı birtakım zararlı düşünceler ve yalan haberler yayınlamakta…, birçok uydurma ve yalanlarla zihinleri karıştırma, bunun sonucu olarak da halk arasında çatışmaya yol açmakta…” oldukları gerekçesiyle çıkarılan bu kararname ile;
“Âsâyişi ve düzeni korumak gerektiğinden, bu türlü gazete ve dergilerin bütün devlete ve bütün millete dokunan zararlarının önlenmesi için, Basın Nizamnamesi’nin hükümleri dışında olarak hükümetçe cezalandırma işlemine ve önleyici tedbirler alınmasına karar verilmiştir. Böylece, kanun ve tüzükleri hiçe sayan, onların üstünde bir güce sahip olan bu kararname ile basın kıskıvrak bağlanmış, memleketin genel çıkarlarına aykırı davranmak gerekçesiyle birçok gazete (Muhbir, Vatan, İbret, Hadika, Sirac, Diyojen vb.) süreli ya da süresiz olarak kapatılmıştır.
Hele de, Mahmut Nedim Paşa’nın son sadrazamlığı sırasında, “Karamame-i Âli” bile yeterli görülmemiş, yeni bir kararname ile basına ilk kez sansür konmuştur. Bir çok yolsuzluklara ve kanunsuz hareketlere adı karışan Mahmut Nedim Paşa, bu ikinci sadrazamlığı sırasında Bosna isyanı (Ağustos 1875), Bulgar isyanı (Mayıs 1876), Selânik olayı (Mayıs 1876) gibi olayların çıkmasına, bu olaylarda pek çok Müslüman-Türk’ün öldürülmesine sebep olması; Makedonya ve Bulgaristan göçmenlerinin perişan hali, bardağı taşıran son damla olmuş; İstanbul’da büyük bir öğrenci gösterisi düzenlenmiş (10.5.1876); şaşkına dönen Mahmut Nedim Paşa, olup bitenleri halka duyurmamak için basma sansür koymayı düşünmüş; ve ertesi gün çıkan gazetelerde:
“Osmanlı basınının yazılarına ziyadesiyle dikkat edilmekte ve çoğu zaman kapatma gibi cezalar verilmekte ise de, güncel durumun önemi dolayısıyle gazetelerin kesinlikle inzibat altına alınması gerektiğinden, İstanbul’da ve memleketin her yerinde çeşitli dillerde basılan gazetelerin basılmadan önce muayenesi usulü konduğu” ilân edilmiştir (11 Mayıs 1876).
Bu ilk sansür kararnamesini birinci sayfada yayınlamak zorunda kalan Basiret gazetesi (no. 1809), aynı sayfaya: “Matbaamızın makinesi bozulduğundan birkaç gün gazetemizi yayınlayamayacağımızı üzüntü ile müşterilerimize ilân ederiz” diye bir yazı koymuş; dördüncü sayfadaki ilânlar dışında, birinci, ikinci, üçüncü sayfaları beyaz bırakmıştır.
Sabah gazetesinde de, aynı gün, iç sayfalarda sansürün çıkardığı yazıların yerleri boş bırakılmıştır. Sansür kararnamesinin yayınlandığı gün öğrenciler Babıali’yi basmağa kalkışmışlar, Mahmut Nedim Paşa İran elçiliğine sığınmış, aynı gün azledilerek yerine Mütercim Rüştü Paşa sadrazam olmuş, ertesi gün sansür kararnamesi yürürlükten kaldırılmış, iki hafta sonra da Abdülâziz tahttan indirilerek, V. Murat hükümdar ilân edilmiştir.
Abdülhamid’den önceki bu dönemde gazeteler sansür edilmemişse de, kitaplar, Meclis-i Maarif’çe incelendikten, “memlekete ve devlete zararlı olmadığı saptandıktan sonra verilecek ruhsat ile basılabilmekteydi, 1857 tarihli “Basmahane (basımevi) Nizamnamesi”ne göre, basımevleri ruhsatsız kitapları basamazlardı.
Abdülhamid devrinde, 1864 tarihli Matbuat Nizamnamesi’ne hiç dokunulmamış, Meclis-i Mebusan’da yeni bir “Matbuat Nizamnamesi” hazırlanmışsa da, yürürlüğe konmamış, işin asıl kaynağına gidilerek, eski “Basmahane Nizamnamesi” yerine yeni bir “Matbaalar Nizamnamesi” düzenlenerek (1888), basılacak her şey denetim altına alınmıştır. Bu nizamnameye göre:
“Osmanlı memleketlerinde basımevi açmak isteyenlerin elinden padişahın kutsal haklarına ve devletin çıkarlarına dokunur eserler basmayacağına dair senet alındıktan sonra Dahiliye Nezâretinden ruhsatname verilir” (m. 5),
“Basımevlerinin içinde mürettipler ve başka işçiler çalışırken kapısı yalnız bir zemberek ile kapalı olacak ve iki yanında dükkân ve başka yapılar varsa, basımevlerinin içerisinden, onlara geçilebilir kapı ve pencere gibi şey olmayacaktır” (m. 15),
“Maarif Nezâreti, Matbuat İdaresi memurlayla, gerektikçe zabıta memurları her zaman basımevini muayene edebilirler” (m. 16),
“Her basımevi sahibi, Matbuat İdaresi’nce istendiğinde, kullandığı âletlerin türünü ve cinsini bildirecek; basımevinde bulunan çeşitli harflerin basılı örneklerini dahi verecektir” (m. 17),
“Hiçbir basımevi sahibi, basacağı kitabı, Maarif Nezaretinden resmi ruhsat alınmadıkça basamaz” (m. 19),
“Yabancı memleketlerde basılmış kitap ve dergilerle her çeşit resim, madalya, arma ve benzeri şeyler İstanbul’da Maarif Nezaretinden, vilâyetlerde valiliklerden ruhsat verilmedikçe Osmanlı ülkesine sokulamaz” (m. 23, 24),
“Kitapçılarla gezici olarak kitap, dergi, resim ve başka basılı şeyleri taşıyan, satan, dağıtanlar ve mürettipler ruhsat tezkeresi almağa mecburdurlar; kitapçı dükkânları gerektikçe zabıta memurları ve Maarif Matbuat İdaresi teftiş memurları tarafından muayene olunur” (m. 26),
“Gazete ve başka süreli yayınlan taşıyan, satan ve dağıtanlardan sokaklarda ve herkesin geçtiği yerlerde sattıkları süreli yayının adından başka içeriğini sezdiren sözlerle bağıranların ruhsat tezkereleri geri alınır” (m. 28),
“Bu nizamname hükümlerine aykırı olarak yayınlanan zararlı ve edebe aykırı basılı şeyleri ve resimleri bilerek açıkça ya da gizlice taşıyan, satan ve dağıtanlar söz konusu basılı şeyleri yazan ve basanların suç ortağı sayılır” (m. 29)
Dört yıl sonra, 1982’de bu nizamnamenin 29’uncu maddesini değiştiren bir yasa ile, “…taşıyan, satan ve dağıtanlar…” dan başka, yasak yayınlan “topluca yanında bulunduranlar” da “yazan ve basanların suç ortağı” sayılmıştır.
Yukarıdaki nizamname, birkaç yıl sonra yeni bir nizamname (Aralık 1895) ile daha da sıkı hale getirilmiş, Abdülhamid tahta geçtikten dört ay sonra yayınlanan (23 Aralık 1876) “Kanun-i Esasi”nin (Anayasa) 12’nci maddesinde “Matbuat kanun dairesinde serbesttir” denmekte ise de, padişah, yine Kanun-i Esasi çerçevesi içinde bunu işlemez hale getirmeği başarmıştır.
Söz konusu kanuna göre meclisi toplamak, kapatmak, yeniden seçim yaptırmak yetkisine sahip olan (m. 35, 73) padişah, Rus savaşının açılmasına (Nisan 1877) neden olduğu bahanesiyle meclisi kapatmış (Haziran 1877), yine aynı kanunun başka bir maddesinin; “Genel Meclis toplantı halinde olmadığı zamanlarda devleti muhâtaradan ya da genel güvenliğin bozulmasından korumak için… Vekiller Heyetinin vereceği kararlar kanun hüküm ve kuvvetindedir” (m. 36) hükmüne dayanarak da Vekiller Heyeti’ne bir sıkıyönetim kararnamesi yayınlatmıştır (2 Ocak 1877).
Bu kararnamede şöyle bir madde vardır:
“Askerî hükümet, gerekli görünen kişilerin gece ve gündüz evlerini aramağa; şüpheli ve sabıkalı güruhundan olup hükümetçe tutuklananları, sıkıyönetim altına alınan yerde konutları olmayan kişileri başka bir yere uzaklaştırmağa; …zihinleri karıştıracak yayın yapan gazeteleri hemen kapamağa ve her türlü cemiyetleri (toplantılar, kurullar, dernekler) yasaklamağa yetkilidir” (m. 6)
Tüm bu olacakları önceden sezen gazeteci Teodor Kasap Efendi, gazetelerin hemen hemen ağız birliğiyle övdüğü “Kanun-i Esasî”nin bazı maddelerine karşı çıkmış; meşrutiyet ile halka birtakım haklar verileceği görüşüne karşı, İstikbal adlı gazetesinde, “halka hak verilmez, hak alınır” görüşünü ileriye sürmüş; hazırlanmakta olan yeni “Matbuat Nizamnamesi”nde şiddetli maddeler bulunduğu söylentileri üzerine de, “kanun dairesinde serbestlik” düşüncesini, Hayal adındaki ünlü mizah gazetesinde eleştirmiştir. Bu konuda çizdiği bir karikatürden dolayı da üç yıl hapis cezasına çarptırılmıştır.
Bu yasalar nedeniyle, yazı yazmaktan vazgeçen sanat ve düşünce adamları birer köşeye çekilmiş (Tevfik Fikret Bebek’teki Âşiyan’a, Halit Ziya Yeşilköy’e vb.) ya da sinmiştir. Okumayla zaman geçirmek isteyenlerin de kitap bulma olanakları kısıtlı idi. Üç beş kişinin sanat, bilim vb. üzerinde hiç değilse sözlü olarak sohbet etmek üzere arasıra bir araya toplanması da tehlikeli idi. Böyle toplantılara jurnalciler türlü anlamlar verirlerdi.
Bunlardan birini aktaralım:
Abdülhamit devri ileri gelenlerinden Rauf Bey, arada bir sevdiklerini, dostlarını Çubuklu’daki yalısına davet eder, yenilir, içilir, sohbet edilirmiş. Günün birinde, kapı komşularından birisi, “Rauf Bey’in yalısında Bâbıâli ileri gelenleri toplanıyor, geç vakitlere kadar müzakerelerde bulunuyorlar; bu toplantılar şüpheli görünüyor” diye bir jurnal vermiş. Bir gece yalı basılmış, ev sahibiyle birlikte misafirler Yıldız sarayına götürülmüş, soruşturma başlamış. Sorguya çekilenler arasında bulunan Sahip Efendi öylesine korkmuş, öylesine telâşa kapılmış ki, daha ilk sorguda titreye titreye ve yemin ede ede, dili dolaşarak şöyle demiş:
“Hindi yedik, kaz dolması yedik… Kaz yedik, dolma yedik, başka bir b.k yemedik…”
Bu uğurda dua bile sansüre uğramıştır. Şöyle ki; yine, Servetifünun dergisinde yayınlanmak üzere, Dr. Besim Ömer Paşa, sular üzerine bir makale yazmış; çeşme başında bir ihtiyar adamın dua eylediğini gösterir artistik bir renkli resim de makale ile birlikte basılacakmış. Sansür memuru Ebülmukbil Kemal Bey resmin yanına bir soru işareti koymuş. Dergi sahibi Ahmet İhsan bunu görünce şaşırmış, Kemal Beye bir tezkere yazıp nedenini sorduğunda şu karşılığı almış:
“Çeşme resmi gerçekten pek güzel ve dua her Müslüman’ın gözünde şüphesiz ki kutsaldır. Lâkin bugünlerde kötü düşünceliler o kadar çoğaldı ki, bu güzel resmi Servetifünun’da görür görmez, hah! Bunu bu biçimde burada yayınlamak, alttan alta: ‘İşimiz duaya kaldı’ demek olduğunu anlatmaktır, anlamında saçmalayacaklarını yakından bildiğimden soru işareti koydum.”
Tarih kitaplarından bütün ihtilâl, isyan, suikast fasıllarının kaldırıldığını, bu konuları değil okutmak, onlara çağrışım yapabilecek en masum bir sözü bile kullanmak, insanın başına türle belâlar getirebilirdi. Bu yolda küçük bir dikkatsizlik, Servetifünun dergisinin kapanmasına yol açmış, dergi sahibiyle yazar, kendilerini zor kurtarmışlardı.
Hüseyin Cahit’in Fransızcadan çevirip dergide yayınladığı (Servetifünun, Ekim 1901, no. 553) Edebiyat ve Hukuk başlıklı makalede “Fakat bir gün geldi ki 1879 idaresiyle Fransa’da boşanma kuruldu” cümlesinde Fransa Büyük İhtilali’nin tarihi anılmıştı. Saadet gazetesi sahibi Baba Tahir’in bir jurnali üzerine, Servetifünun hükümetçe hemen kapatılmış, sahibi ile yazarı Fizan’a sürülmek istenmiş ise de, bunun Avrupa’da uyandıracağı olumsuz etki gözönünde bulundurularak, dâva açılmak üzere Adliye’ye verilmişlerdir.
Sonu takipsizlikle bitse de, Mabeyin Başkâtipliği’nden Adliye’ye yazılan tezkerede ise günümüz iddianamelerini aratmayacak biçimdedir.:
“Edebiyat ve Hukuk” masum başlığı altında Servetifünun gazetesinin ekli sayısında yayınlanan makalede Fransa kral ve kraliçesinin idamlarına ve Büyük İhtilale ait vakalar kamunun gözleri önüne konarak, kimseye minneti olmayan velinimetimiz yeryüzü Halifesi Efendimiz Hazretlerine karşı isyana kışkırtılmakta olup böylelerine karşı Avrupa’da her memlekette ağır cezalar verilmekte ve hattâ Amerika’da linç cezası uygulamakta olduğundan, adı geçen gazetenin imtiyaz sahibi ile bütün ilgililerinin derece derece cezalandırılması ve sonucunun bildirilmesi, Padişah Hazretlerinin iradesi gereğince duyurulur.”
Halit Ziya Uşaklıgil ve Ahmet İhsan’ın “birader” sözcüğünün hatırlattıkları “Reşat” ve “Murat” sözlerinin çok tehlikeli olduğunu daha başka kaynaklar da yazar. Abdülhamit, kendisinin tahttan indirilip bu iki kardeşinden birinin tahta çıkarılmasından korktuğundan, onların adamlarıyla bile konuşmak, büyük belâlara yol açabilirdi. Reşat Efendinin yalnız kendisinden, gölgelerinden değil, adından bile ürkülürdü. Abdülhamid böylece adlarından ürkülen iki birader arasında idi; ne Murat, ne Reşat denebilirdi, hatta kendi adından bile ürkülürdü. Hamit’ler Hamdi ya da Hâmit olmuştu, Murat’lar Mir’at, Reşat’lar Neş’et adlarını almışlardı; o tarihlerde sicille Hamit, Murat, Reşat adlarıyla yeni doğmuş çocuk kaydedildiği hiç olmadı.
Yazılana göre, bir gün zavallının biri cebinde kibriti kalmadığı için vapurda karşısında oturan tanımadığı bir adamdan sigarasını yakmasını rica edince jurnal edilmiş ve sorgusuz sualsiz sürülmüştür. Çünkü sigarasını yakmasını istediği adam ne talihsizliktir ki, veliaht Reşat Efendinin dairesindeki hademelerden biriymiş.
Akıl dengesi bozuk olduğu için tahttan indirilen V. Murat’ın adını anmak da o kadar tehlikeli idi; öyle ki, bu ad, sadrazamla şeyhülislâmın azledilmesine sebep olmuştu. Abdülhamid, amcası Abdülâziz’in tahttan indirilmesi için “israfı tevâtüren (söylenti yoluyla) ispat ettirilerek” şeyhülislâmdan fetvâ alındığını öğrenir. Bir ay sonra da, Galata’daki “Maksudiye hanı” ilgilileri arasında bir anlaşmazlık çıkar, mirasçılarla alacaklılar Sadaret’e başvururlar; Sadrazam Kıbrıslı Kâmil Paşa, dilekçeleri Şeyhülislâm’a o da Rumeli Kazaskerliği’ne, orası da şer’î mahkemeye yollar; tanıklar dinlenmeğe başlar. Bu sırada saraya bir jurnal gelir:
“Bâb-ı Fetvâ’da (Şeyhülislâm Kapısında) şahitler dinleniyor, yani tevatür beyyinesi (söylenti yoluyla kanıtlama) yapılıyor. Maksudiye hanı muvâzaadır; maksuddan (istenen) maksat Murat’tır, han ile de padişahlara ait unvan kastedilmektedir. Maksudiye hanı demek, Murat Han demektir. Tevâtüren (söylenti yoluyla) onun deli olmadığını ispat edecekler, efendimizi tahttan indirecekler…”
Hüseyin Cahit Yalçın’ın Piere Loti’den çevirdiği İzlanda Balıkçısı’ndaki öyküsü de ilginçtir:
“Bazı sözcükler vardı ki, onların kullanılmasının doğru olmayacağını bütün yazarlar bilirdi. Sözgelimi, ‘burun’dan söz edilemezdi. Çünkü Tanrının yeryüzündeki gölgesinin çok büyük, kuraldışı ve gösterişli bir burnu vardı. Burun sözünün onunla alay edilmesi sonucunu yaratacağı kanısına varılmıştı. (…) Ben İzlanda Balıkçısı’nı: çevirirken coğrafyayla ilgili ‘burun’ sözü geldikçe ‘karaların denizlere doğru ilerlemiş bölümleri’ diye yazıyordum.”
Halit Ziya’nın da anlattığına göre, “tepe” ve “yıldız” sözcükleri de asla kullanılamazdı. Münif Paşa’nın, bir süre ara verdikten sonra ikinci kez çıkarmağa giriştiği (1883) Mecmua-i Fünun dergisinin yeni sayısında Bir Yıldızböceği başlıklı yazının adı yüzünden dergi toplatılmış ve kapatılmıştır.
Sansürün eli yalnız siyaset ve sanata değil, bilime dahi uzanıyordu. Genel tarih yasak, kimyada yanıcı maddeleri meydana getiren bazı bileşimler yasak, Abdülhamid’in adının ilk harflerini meydana getiren harflerden birleşik bazı kimya ve matematik formülleri yasaktı.
Sözgelimi, hiç kimse AH = O yazamazdı; çünkü bunun Abdülhamid = Sıfır biçiminde yorumlanması olasılığı vardı.
Dilbilgisi kitaplarındaki “nâhoşnutuz» (hoşnut değiliz), “bedbahtız” gibi örnekler bile tehlikeli görülüp çizilirdi; çünkü bunlar Osmanlı ulusunun şikâyetlerini dile getirebilirdi. “Kardeş” sözü biçare Sultan Murat’ı hatırlatacağı için yasak; “hasta” sözü “Hasta Adam” tamlamasını akla getireceği için yasak, “dinamo” sözcüğü “dinamit” sözcüğüne çağrışım yaptığı için yasaktı.
Aradan yüz yıldan çok geçmiş ama siyasal gücün dönüş dolaşıp çözüm olarak bulduğu sansürün işlemeyeceği açıktır. Her türlü baskıya karşı Türk halkının buna geçit vermeyeceğini, bu yeni yasayla halkın susturulmasının, sindirilmesinin olası olmayacağını, bu yolla yalnızca günü kurtarabileceklerini söyleyelim.
Bu baskılayıcı yasa da yüz yıl öncekiler gibi umulan sonucu vermeyecek, özgürlüğüne, onuruna düşkün Türk halkı bu tür zorlamaları asla kabul etmeyecektir.
Kaynakça:
- Ahmet İhsan Matbuat Hatıralarım,
- Halit Ziya, Kırk Yıl,
- Cevdet Kudret, Abdülhamit Devrinde Sansür,
- Hüseyin Cahit, Edebi Hatıralar
paylaşmanız için