Osmanlının Talibanı Kadızâdeliler

Kadızâdeliler, İstanbul’da ve dışında ne kadar tekke varsa ortadan kaldırmak için, -bunun dinin gereği olduğunu da yayarak- halkı desteğe çağırdı. Amaçları tekkeleri yıktıktan sonra şeyh ve dervişleri “tecdid-i iman”a davet etmek, reddedenleri öldürmekti. Bunu yaptıktan sonra padişaha gide­cekler, ne kadar bidat varsa bizzat kaldırmak üzere izin isteyecekler ve bir başlangıç olmak üzere de camilerdeki birden çok minareleri yıkacak­lardı

 

 

AV. CEM BAYINDIR 

Osmanlı’da Kadızâde Mehmed Efen­di adında bir vaizin önderliğinde başlayıp 40 yıl kadar süren dinde tasfiye girişimine “Kadızâdeliler hareketi” denilmektedir.

Kadızâdeliler hareketi dini, peygam­ber devrindeki biçimine döndürme, yani Kuran ve sünnet dışındaki tüm öğeleri (bidat) temizleme amaçlıdır. İslâm tarihinde benzer girişimlerin birçok kez ortaya çıktığını görüyoruz. Bu tür hareketlerin tamamının Müslüman toplumlarının toplumsal ve siyasal kriz zamanlarında çıkması rastlantı değildir. Hemen her zaman, böyle kriz dönemlerinde İslam topluluklarındaki dinsel çevrelerden birileri, sorunun dinden uzaklaşmak olduğunu ileri sürmüş ve kurtuluşun peygamber dönemine dönmek olacağına inanmışlardır.

Kadızâdeliler hareketi böyle bir dönemde, II. Osman (1618-1622), I. Mustafa (1622-1623) sonrası 1623’te tahta geçen IV. Murad zamanında, imparatorluk içeride ve dışarıda pek çok sorunla karşı karşıyayken doğmuştur.

Bir türlü çözülemeyen sorunlar, yenilgiler, dü­zensizlikler aydınları ve halkı etkilemiş, Koçi Bey ve Katip Çelebi’nin bilimsel çözümleri yanında birtakım dinsel çevreler bozukluğu Kuran ve sünnetten uzaklaşıp bidatlere saplanmaya bağlıyor, çözümün bunlardan kurtulmak olduğu ileri sürüyorlardı. Bunlardan biri de Kâdızâde Mehmed Efendi’ydi ve genel olarak Kanuni döneminde yaşamış Birgivî Mehmed Efendi’nin görüşlerini savunuyordu.

İşte, bu Birgivî anlayışı içinde yetişen ve Kadızâdeliler hareketinin ad ba­bası Kadızâde Mehmed Efendi, İstanbul vaizlerindendir. Kendisinin bir ara öğrencisi olan Kâtip Çelebi onun Birgivî gibi şeri bilimler dışında hiçbir bilimle uğraşmadığını söyler.  Kadızâde, matematik, fen ve felsefeyi gereksiz olarak görmüş ve akılcı tüm alanlara düşmanca tavır takınmış, vaaz ve derslerinde de halkı bunlarla uğraşmaktan uzak tutacak konuları seçmiştir.

Kaynaklara göre, Kadızâde vaazlarında mem­leketin ve devletin geçirmekte olduğu bunalımdan yararlanarak kendisini şeriatın koruyucusu olarak gösteriyor, çaresiz halkın, bağnaz çevrelerin kendinde kurtuluş araması ve yönelmesi için uğraş veriyordu.  

IV. Murad, kendi siyaseti yararına, en gerekli zamanlarda halkı etkileyen fetvalar veren Kadızâde’yi korumasına alıp, 1631’de de Ayasofya vaizliğine yükseltince, Kadızade daha güçlü ve cesaretli bir biçimde düşüncelerini yaymaya, kabul etmeyenlere de sataşmağa başlamıştır.

Artık IV. Murad’ın pek yakınında olan Kadızâde’nin, yapılması zorunlu yenilikler hakkında padişaha Tâcu’r-Resâil fi Menâhici’l-Vesâil adını ta­şıyan bir dilekçe sunduğu, bunun aslında İbn Teymiyye’nin es-Siyâsetu’ş-Şer’iyye adlı Arapça risalesinin genişletilmiş çevirisi olduğu, böylelikle Kadızâde’nin XVII. yüzyılın ilk yarısında Osmanlı İmparatorluğu’nda İbn Teymiye’nin Selefi düşüncelerini yeniden gündeme getirerek var olan bozuklukların bu­na göre düzeltilmesini önerdiği görülüyor.

Kadızâde Mehmed Efendi mutasavvıfların tam tersine, aklî ilimlerin tahsilinin câiz olmadığı, Hızır’ın yaşamadığı, ezan, mevlit, Kuran’ı makamla okumanın haram olduğu, ney üfleme, semâ ve devranın haram sayılacağı, Hz. Mu­hammed’in ebeveyninin kâfir olduğu, firavunun imanının makbul olmadığı, Muh­yiddini Arabi’nin kâfir olduğu, bütün bidatlerin istisnasız haram olduğu, kabir ve türbe ziyaretinin câiz olmadığı, cemaatle nafile ibadet yapılamayacağı biçiminde fetvalar veriyor, Halveti şeyhi Abdülmecid Sivasî Efendi de bunlara karşı çıkıyordu.

Osmanlı toplumunun üzerinde düşünülmesi ve çözüm bu­lunması gerekli pek çok yaşamsal sorunu varken, Kadızâde’nin çoğu önemsiz ve hatta Peygamberin anne babası ve firavunun iman ile ölüp ölmedikleri gibi canlı olmayan konuları seçmesi ilginçtir.

Kâdızâde’nin 1635’te 53 yaşında, dört yıl sonra da 70 yaşlarındaki Şeyh Sivasî’nin yaşamlarını yitirmesi sonrası her iki yanın düşüncelerini benimseyen tutucu topluluklar oluşmuş özellikle Kadızâdeliler geçen zamanda çok güçlenmişlerdi.

Deli İbrahim’in tahta geçmesiyle, Kadızâdeliler ya da Fakılar diye tanınmaya başlayan ve çoğu vaizlerden oluşan bu kişiler, ağır saldırılara, fiili müdahalelere geçtiler. Bunlar, kendileri gibi düşünmeyenleri kâfir ilân edip tarikat mensuplarına ve özellikle Hal­veti ve Mevlevilere olan düşmanlıklarını halka da yaymaya girişti ve yalnızca tarikat üyelerinin değil, onlarla ilgisi olan, tekke­lerine girip çıkan herkesin de kâfir olduklarını ilân ettiler.

1648’te IV. Mehmed’in çocuk yaşta tahta çıkmasıyla iyi­ce büyüyen saray çevrelerindeki nüfuz ve iktidar mücadelesinde Kadızâdeliler gittikçe güçlenip, birçok vakfın yönetimini ellerine geçirdi. Bir süre sonra da her konuda devlet işlerine karışır biçime gelip istedikleri her şeyi yapabilir oldular ve atılacak olumlu, yararlı ıslah girişimlerini de engellediler.  

IV. Mehmed’in saltanatının ilk yıllarında iyice genişleyen bu anlayış, Arap asıllı bir başka Mehmed Efendi’nin (Üstüvânî Efendi) sivrilmesi ve Ayasofya vaizliğine getirilmesiyle bu yolla sarayı da etkileyip duyulur olmuştur.

Bu dönemde Kadızâdeliler tekkeleri basmak ve ortadan kaldırmak üzere baskı yaparak Veziriazam Melek Ahmed Paşa’dan izin ve Şeyhülislâm Bahayî Efendi’den de fetva alarak, Demirkapı Halveti tekkesini basıp dervişleri öldürmek istemişlerse de son anda bu girişimleri engellenmiştir.

Ulemadan yalnızca iki kişi, Kürd Molla diye tanınan Mehmed Efendi ve ötekisi de Tatar İmam diye bilinen Kefeli Hüseyin Efendi Kadızâdeliler’in düşüncelerinin geçersiz olduğunu kanıtlamaya çalışmış ve ileri sürdükleri hadislerin pek çoğunun uydur­ma olduğunu göstermişlerdi. Ancak Şeyhülislâm Bahayî Efendi, Kadızâdeliler’in baskısıyla, bu iki din bilgininin yapıtlarının yakılmasını ve bir daha böyle girişimlerde bulunmamalarını istemek zorunda kalmıştır.

Üstüvânî Mehmed Efendi liderliğindeki Kadızâdeliler’in bu güçleri 1656 yılındaki ünlü Çınar Vaka’sına (Vakvak Olayı) kadar sürdü. Bu olayda yıpranan Kadızâdeliler, sadrazamı görevden aldırınca, yeniden eski durumlarına döndükleri inancıyla yeni veziriazam Köprülü Mehmed Paşa’nın işbaşına geldiğinin sekizinci günü, ona bir gözdağı vermek ve güçlerini göstermek üzere bir gövde göste­risi düzenlediler.

Cumaya denk getirilen o gün, Fatih Camisindeki namaz esnasında makamla okuyan müezzinleri dışarı atmak isteyen Kadızade mensupları aynı anda karşılık görüp bunu başaramadılar. Hırslarını alamayan Kadızâdeliler, İstanbul’da ve dışında ne kadar tekke varsa ortadan kaldırmak için, -bunun dinin gereği olduğunu da yayarak- halkı desteğe çağırdı. Amaçları tekkeleri yıktıktan sonra şeyh ve dervişleri “tecdid-i iman”a davet etmek, reddedenleri öldürmekti. Bunu yaptıktan sonra padişaha gide­cekler, ne kadar bidat varsa bizzat kaldırmak üzere izin isteyecekler ve bir başlangıç olmak üzere de camilerdeki birden çok minareleri yıkacak­lardı.

Köprülü Mehmed Paşa olaylar başlamadan önlem almış, bir yandan da adamlar gön­derip Kadızâdeliler’i iknaya çalışmıştır. Ancak iknada başarısız olunca padişah IV. Mehmed’in hu­zurunda topladığı bir ulema meclisinde “İkaz-ı fitneye bâis olanların ce­zalan tertib olunmak lâzım idiği” yönünde bir fetva almış ve padişah da suçluların yakalanıp idam edilmesi için emir vermiştir.  

Sonunda, başta Üstüvânî Mehmed Efendi olmak üzere, Türk Ahmed ve Divâne Mustafa gibi elebaşı vaizler yakalandılar; böylece büyük olayların önüne geçilmiş oldu. Ancak Köp­rülü suçluları idam ettirmeyip Kıbrıs’a sürgüne göndermekle yetinmiştir.

Sonradan Vanî Mehmed Efendi adlı bir vaizle yeniden yeşertilmeye çalışılan bu anlayış, mutasavvıflara ve Bektaşilere düşmanlıklarını sürdürüp, şair Niyâzî Mısrî’nin sürülmesi, ünlü Kanber Baba Bektaşi türbesinin yıktırılması, Mevlevi dergahlarının kapattırılmasını sağlasa da, etkisini sürdürememiştir.

Kadızâdeliler hareketi XVII. yüzyılda Osmanlı’nın büyük bunalımlı bir döneminin ortaya çıkardığı dinsel bir olaydır. Hareketin amacı, görünüşte dinde bir tasfiyeye gitmek, bu yolla dev­leti kurtarmaktır. Bununla birlikte olaylar bir bü­tün olarak değerlendirildiğinde bizdeki bu çeşit Selefilik anlayışının Araplara ya da Orta Doğululara benzemediği, içinde küçük kırıntılarla da olsa insansal değerler taşıdığı açıktır.  

Bu hareketin belli bir süre için devletin iç politikasını desteklemek amacıyla IV. Murad’ca kullanıldığı ancak sonradan tehlikeli toplumsal sonuçlara yol açacak büyük bir dinsel krize dönüştüğü de gözden kaçırılmamalıdır.

Ne var ki, tarih boyunca Kadızâdeliler’in din anlayışına sahip topluluklar hep yaşamaya zemin bulmuş, fırsat bulduklarında baş kaldırmış; bunların uzantıları Türkiye’de de güçlenerek ve gün geçtikçe de selefîleşerek, kısaca daha da bağnazlaşarak yaşamayı sürdürmüş ve el altından da hep korunmuş ve desteklenmişlerdir.  

Ne yazık ki, onca acı deneyime karşın, günümüzde de toplumun bu türden kalıplara sokulmaya zorlandığını, halkın dindarlaştırılma savıyla, eğitim, basın ve öteki araçların bu amaca hizmet etmek üzere devreye sokulduğunu – ve bunda bir ölçüde de başarılı olunduğunu- görüyoruz…  

 

KAYNAKÇA

Kadızadeliler Hareketi, Ahmet Yaşar Ocak

Mezhepler ve Tarikatlar Tarihi, Enver Behnan Şapolyo

Zındıklar ve Mülhidler, Ahmet Yaşar Ocak

Büyük Osmanlı Tarihi, İ.H. Uzunçarşılı

Osmanlı İmparatorluğu, Halil İnalcık,

 

PAYLAŞMANIZ İÇİN