Orhan Pamuk’un gizli yazınsal zorbalığı

Orhan Pamuk kuşağı, yaban otlardan ayıklanmış Türkiye tarlasında meydanı boş bularak arkadan gelen iki kuşağı gerçekten ağılamıştır. Bunu da usu düşmanlaştırıp kaç yüzyılda ayakları üzerine güçlükle oturtulmuş kavramları yeniden kafaları üzerine dikme beceri ve hacıyatmaz kurgularıyla başarmışlardır.

ZEKİ Z. KIRMIZI

 

Tartışmaya kapadığı saltık egemenlik konumundan yazmayı yerleşik, yazınsal (poetik) bir tutuma dönüştüren ve bu düzeyden anlatısını ödünsüz sürdüren Orhan Pamuk yöntemini ilk birkaç yapıtından sonra oluşturmuş, bir kez oluşturduktan sonra da yinelemiştir. Yaptığı seçim yazdığı dilin ulusal ölçeğinde ve çevrildiği dünya dillerinde, ödüllerle ve çok okunurlukla birlikte onaylanmış görünmektedir. Elbette elimizde yazın toplumbilimi için gerek ve yeter veri yok, dolayısıyla nicel ve nitel olarak istemi ve sunumu çözümle(ye)miyor, genel yapıtın etkisinin kaynaklarını saptayamıyoruz. Ancak varsayımlı kestirimlere esnek yorumlar yaparak bir yaklaşım sağlayabiliyoruz. Gerçi Orhan Pamuk’un çok değişik nedenlerle geldiği ulus aşırı konumu ve gücü bildiğini sakınmasız uygulama yetki ve sonucu doğursa da onun yazın içi sorunsalının sürdüğü kanısı bende güçlü. Benzer konumdaki birçok dünya yazarı gibi artık bir dokunulmazlık kazandığı kesindir ama ülkemizin yazarı ve yurttaşı olmasının ona kattığı kimi fazladan özellikler, en başta yazısıyla yurttaşlık yaşamını sorunlaştırmasını, hatta ileri gidersek, diline dolamasını doğurmuştur. Bir Murakami, benzer bir yakın tarih geçmişine karşın, sorunsalını birey boyutundan taşırmadan, tarihsel, ulusal varlığa pek de gönderme yapmadan, dolayısıyla uzak, yansız konumunu tartıştırmadan benzer bir yazı çizgisini sürdürmesine karşın ülkemizin birkaç yüzyıllık tarihi bugün bile kendi tarihini seçme konusunda ikilem yaşatabiliyor yazarına, aydınına, hatta sokaktaki insanına. Bir yanıyla iyi bir yanıyla kötü bir durum. Usun önü ya bomboş kalabiliyor ya da us kişinin arkasını dolduran bir dizi etkiyle kilitlenip takınaklaşıyor. Oysa tersinden okunabilir bu durum. Oturuşmamışlık aramaktan vazgeçme ile aramayı sürdürme gibi iki tutuma yol açabilir. Ama en kötüsü geçmiş saydığımız şeyi biçimleme (kesip biçme) çaba ve hırsıyla tutumumuzu açıklayabilecek konumlanışımızı (çıkar ağı içindeki yerimizi, dahası bilinçli ya da bilinçsiz sınıfsal yerlemlerimizi) örtbas etme girişimi, niyeti. Tartışmanın geçmişi ve geleceği içerecek biçimde bağlamı doğru çatılamadığı için kör döğüşü özellikle aydın (!) eli ve marifetiyle kendilerinin bile istemedikleri konumlara, temsillere varabiliyor. Kendimizi aldatmak, yanıltmak düzeyinde elimiz bol değil.

Pamuk’un yazınsal seçimi

Tarih tartışılamaz diyen elbette yok. Tarihi tartışmaya tarih bilinci, yordamı, yöntemiyle yaklaşmamız gerek. Tarihi tartışmak gerçekte neyi tartışmaktır? Bu sorudan başlamak gerekiyor. Tüm sanatlar da tarihi öznelerinin bakış açıları içinde imgeleyebilirler kuşkusuz. Buralardan büyük tarih, bilim vb. tartışmaları başlatmak, hele yargılamak en azından ayıp sayılmalı. Eleştiri, yorum kendini bu anlamda denetlemeli, tutmalı. Sanatçının konusunu tanımlama, biçimleme ve bağlamlama yordamına odaklanıp sonucu doğru yanlış, iyi kötü, vb. yargılarından elden geldiğince ve sanatçının izin verdiğince soyutlamalı. Orhan Pamuk ne yazık ki okurunu özgür kılan bir yazar değil, hatta okurunu güdümleme, egemenliği altına alma, yarattığı dünyayı tartıştırmama konusunda keskin bir duyarlık ve katılıkla yazıyor. Bu onun yazınsal (poetik) tutumunun özünü oluşturuyor. Bu gizli zorbalığa (despotizm) neden gerek duyduğu sahiden tartışılmalı artık. Çünkü sanatın, inceltilmiş duyarlıklarla alıcısını özgürleştirme denebilecek özüyle bir çelişki söz konusu. Yapıt alıcısını bir konuma, açıya (dar) iterek, sürükleyerek ondan yapıtın genelleştirilmiş önermesinden yana ya da karşı seçim yapmasını istediğinde önerme içkin olarak nasıl bir değer taşıyor olursa olsun, yapıt özgürlüğü silip süpürmekte, yok etmektedir. Birçok küresel yazar ise bu tuzağa düşmemeyi becermektedir ama buradaki tuzağı bir Türk yazarı için neredeyse kaçınılmaz kılan şey, yazarın kendisini tarihsel diye adlandırılan, henüz sonuçlanmamış bir seçim içinde bulması ya da öyle sanması, buradan bir değer yargısı çıkarmasıdır. Oysa bu bir yanılgıdır, üzerinden atlayabilmek için gereken, sanatçılığı besleyecek bir gerçek aydın (entelektüel) donatısıdır. Kendini tarihin karşısında değil aynı zamanda içinde görebilen bir uzgörü, bilinç demektir bu da.

Benim istediğim gibi yazılıp okunmayacaksa tarih yanlıştır demek, aynı zamanda bir yazınsal çarpık görüyü kaçınılmaz kılar. Ama daha kötüsü sanatı indirgemek, dar vadilere sürmek, sınırlı (düşüngüsel) biçimde işlevlemektir.

Bana göre 200 yıllık yakın tarihimiz, beceriksizliği ayyuka çıkmış aydınımız (!) için aşağılık duygularıyla bezeli. Bunu Orhan Pamuk özelinde dile getiriyor olmam haksızlık sayılmalı, bunu da hemen belirteyim. Konu toplumun ve onun (şimdi burada) parçası olduğunu kavrayabilen bireyin özbilinci, kendini kavrayışıyla ilgili. Kimliklerin ve kavramların sınırlı alanlarının ötesinden içerik sağlama yeteneğimiz ancak bilimsel yordamla olası. Oysa bilmenin bilinci ülkemizde yurttaşı kavrayamadı, yurttaş her şeye karşın yurttaş olamadı yazık ki, sözde aydınlarıyla birlikte… Öyle ya da böyle, Cumhuriyet’le sorun yaşamanın geniş bir yelpazede onanabilir ya da tersi birçok açıklaması, gerekçesi, nedeni olabilir. Bunların içinde kimileri örtük, maskeli, Cumhuriyet’in ilerisinde görünüp gerisinden vuran, kendini solda, en azından özgürlükçü (liberal) gören, evrensel hakları savunur görünüp laiklik temelli yurttaş kavramının dışında kalarak söz konusu haklara sahip çıkabileceğini sanan (öyle görünen), Cumhuriyet’in (Cumhuriyet derken burada özgül bir durumdan, Türkiye Cumhuriyeti’nden, yani tarihsel ve elbette geçici bir tasardan söz ediyoruz.) tarihsel gerçekliğinin yanı sıra gizilgücünü ıskalayan irili ufaklı bir gelenek çıkıyor karşımıza. Bunların bir bölümünün kuyruk acısı olduğunu görebiliriz. Ama içtenliği, saflığı (Flaubertci anlamda) tartışmanın herhangi bir yerine sıkıştırarak durumu açıklamaya kalkışmamız bağışlanamaz, bağışlanmamalı. İyi niyetin varsa bir değeri, yalnızca iyi niyet oluşundan kaynaklanamaz. Tarihsel olgunun, olguyu anlam üretecek biçimde dizgeleyen diğer bilimsel yöntemlerle karşılaştırarak, ‘biricik’liğinin, yinelenmezliğinin onu bilim kapsamı dışına çıkardığını ileri sürmek tarihi hiç anlamamaktır bana göre. Tarihin özgüllüğü, bilimselliğini yinelenmez, biricik olgusuna borçludur. O zaman olgunun benzeşik ve ayrışık yapılarının karşılaştırılması, çözümlenmesi denli, hatta daha önemli bir şey var: onları düzenleyerek öylesine, kapsar kümesi giderek genleşen bir anlam çıkarmak gerekir ki, bu anlam yapılabilir, yaşanabilir bir dünyaya bugünden yarına (şimdiden geleceğe) sürekli ve canlı gönderme yapabilsin ve üstelik kapsam yalnızca türümüzü değil, öteki tüm varlıkları içine alabilsin. Tarih anlamaktan öte anlayışla ilgilidir, anlayış oluşturma, geliştirmeyle ilgili bir yaratıcı etkinliktir. Tarih yapılarak gelecek içinde ‘kendi’ kurgulanır, varlık kendini (ne yazık ki) insan türü üzerinden yeniden yapar, yani varlıklar. Bu durumda tarih herkesin dar açısı içine sığmayacak dolayımlar, gizilgüçleri içinde hep taşır. Kıskaca (mandal) kıstırılan çamaşır gibi tarihsel olayı (olgu) sıkıştırıp ipe dizeceğini sanmak, ondan şimdimize destek, konum onayı almak, kişisel düşlemini tarihi kendine yontarak gerçekleştirmeye kalkışmak ama öteki kişilerin bu hakkını tanımamak, tarihin tarih olma koşulunun kişilerarası, toplumsal eşitlik tasarıları, ortak düşlemlerle, kararlarla yakından ilgisini yok saymak, benim istediğim gibi yazılıp okunmayacaksa tarih yanlıştır demek, vb. aynı zamanda bir yazınsal (poetik) çarpık görüyü kaçınılmaz kılar. Ama daha kötüsü sanatı indirgemek, dar vadilere sürmek, sınırlı (düşüngüsel) biçimde işlevlemektir. Bunun arkasında bir şey yok, demek en kötüsüdür. Bu bakışın, yaklaşımın arkasında bir şey (son çözümde sınıf çıkarı) vardır ve örtüyü kaldırıp görmemiz gereken tam da olması istenen dünyadır. 1830’lardan bu yana bu tartışma ünlü, ünlü olduğunca çarpık kişilerini yaratmış, birçok yazar, düşünür, toplumbilimci, siyaset insanı, vb. tartışmayı Doğu-Batı kısır döngüsü ve devlet-halk çelişkisi basitliğinde görebilmiştir. Orhan Pamuk kuşağı, güçlü öğretici konumu ve yaban otlardan (!) ayıklanmış Türkiye tarlasında meydanı boş bularak arkadan gelen iki kuşağı gerçekten ağılamıştır (zehir). Bunu da usu (eleştiri) düşmanlaştırıp kaç yüzyılda ayakları üzerine güçlükle oturtulmuş kavramları yeniden kafaları üzerine dikme beceri ve hacıyatmaz kurgularıyla başarmışlardır. Ama ben kimin yapıtı olursa olsun yapıttaki bir içerik üzerinde körlemecesine yoğunlaşmaktan ve yapıtı birebir kavradığımı düşünmekten yana değilim, üstelik yazarın birey olarak varoluşu, seçimleri, iç-dış tepki verme biçimlerini yapıtın çözümlemesinden olabildiğince ayırma yanlısıyım, ki tüm bu özellikler çıktıktan sonra geriye bir yapıt kalmadığı da olmuştur. Yalnızca okur sorumlu değildir tüm bu süreçten. Burada bir bağlamı imlemiş olsam da her şeyi (yazınsal tutumu) açıkladığımı savlamıyorum.

Kapitalizmin postmodern sanatçı için yarattığı fırsat

Yazarımızın tüm yapıtının önsel (a priori) bir varsayımı ya da uzakgörüsü (strateji) vardır. İlkesine (?) kendisini bağlamış birkaç dünya ve Türk yazarından biridir Orhan Pamuk. Sürekli okuru bunu bilir. Yazmak eylemi onda bir ustalık zevkine, kendi değerini ve hazzını içinde taşıyan bir uzmanlığa dönüşmüştür. Bir işin ustası (ehil) olmanın ayrıcalığını yaşar gibidir. Neredeyse olumlu anlamda yazmak için yazmaktadır. (Birçok iyi yazar için geçerlidir bu.) Öyleyse diyebiliriz ki bu zevk pahalı, paha biçilemeyen bir zevktir, bedeli fazlasıyla bir biçimde ödenmiş ve ödenmektedir. Pamuk’un yazı uğraşı emek yoğundur, bir yazın emekçisi gibidir, hatta gibisi fazladır, üretim boyutu içinde. O nedenle de dünyaya karşı tutumu, işime bakarım, tutumudur zorunlu olarak dünyaya bulaşması gerekmedikçe. Öte yandan yapıtını sürükleyen tek gerekçesinin yazma hazzı (zevk, keyif) olmadığını da görmeliyiz. Yaratıcı (güzelduyu) gerekçeleri elbette söz konusudur. Ama tüm bu gerekçeleri içinde bireşimleyen bir tasarı olduğu, bu tasarın da onu öyle görünmeyi istemese de bir savaşçıya (militan) dönüştürdüğü açıktır. Yazınsal yordam işe bu tasarla geri dönüşlü olarak biçimlenmekte, tasar (proje) yapıtı sürüklerken yapıt tasardan içerik yüklenmekte, bir süredir kısırdöngüye, kısır bağlamsallığa (paradigma) dönüşen itim-çekim düzeneği bir tür yazınsal yavanlaşmaya yol açmaktadır. Aynı şeyi Yaşar Kemal’de görmek de artık bizi şaşırtmıyor. Tasar seçmeci (eklektik), dolayısıyla keyfi, rastlantısal bir tarih seçkisine bağlandığı için hemen sığ siyaset belirteçleriyle düzgülenmekte (kod), kapsar küme daralmakta (küçülen yarıçap), küme (yapıt) içine aldıklarından çok dışarıda bıraktıklarından okunur olmakta, gelecek tasarı (düşlem, yokülke, yapıt evreni) düşük yoğunluklu, hatta geriletici, istenilmez bir cennete (!) bağlanmakta, İtalyan çizgiromanlarının (comics) insanın hevesini kursağında bırakan, bir türlü doyurmayan, tersine hırsla bir ötekine saldırtan özyapısına benzer biçimde ilkel bir açgözlülüğe neden olmaktadır. Çünkü çağcıl yazının inceltilmiş dolayımlarına, kafa karıştıran dolaşıklarına (labirent), bilinç katmanları arasında boğulup okurundan kopan karmaşasına bir tepki duyulmaktadır yerküremizde 70’lerden bu yana. Us ve onun (yer)altının herzeleri hiçbir şeyi anlaşılır kılmamak bir yana sokaktaki insandan artık veremeyeceğinden çoğunu istemektedir ve günümüz anamalcı düzeni ve bilinci bu durumu kavramış, ürünün (meta), kullan at’dan başlayıp, kullanıcı dostu (smart) olmaktan, bilme kullan’a giden yollarını beceriyle döşemiştir. Ardçağcı (postmodern) evrenin sanatçısı için hem bir kaygı hem de bir fırsat söz konusudur. Anlatımın yalınlığı ile dünyayı yutulabilir çekici bir içeriğe (draje, mutluluk-yatıştırıcılık hapı, vb.) dönüştürme arasında, ünü ve çok satışı güvenceleyecek bir ulusötesi çıkış…

Yazarımızın tüm yapıtının önsel (a priori) bir varsayımı ya da uzakgörüsü (strateji) vardır. İlkesine (?) kendisini bağlamış birkaç dünya ve Türk yazarından biridir Orhan Pamuk.

Demek istediğim Orhan Pamuk yazar adayı olarak kendini birçok benzeri, kuşakdaşı yazar adayı gibi, insanlığın kavram(laştırm)a çabasının içerik yitirdiği, değer ve beğeni beklentilerinin yeniden ve küresel güç odaklarının çıkarları doğrultusunda biçimlendirildiği bir dünyada buldu. Yeni durumu ve koşulları kendileri açısından iyi değerlendiren, tıpkı artık yaygınlaşan, hatta kurumlarda yasal zorunluluk sayılan uzakgörüsel tasar (stratejik plan) çalışmalarında güçlü-zayıf yanlar çözümlemesi (SWOT) benzeri bir çözümleme (analiz) yaparak endüstri mühendisliği (kalite) ölçütleriyle verimi, başarımı (performans) en iyileyen uygulamalarda olduğu gibi, yön ve yol boyunu (güzergah) belirleyen sanatçılar, küresel ağın en niteliksiz taşları (piyon) olmaktan çok da ileri gidemediler bana göre. Çünkü mühendislik kendi içinde yaratıcı bir etkinliğe kapalı değilse de sanat uygulamasının kendine özgü, içkin yordamları ancak bir yere dek göz ardı edilebilirdi. Eğer yine başarı(m) ve halkçıllık (popülarite), ün, vb. söz konusu oluyorsa, aynı sürecin sanatı tüketen geniş kitleleri de yeniden biçimlendirdiğini söylemek yeterli olacaktır.

(Sürecek)

 

PAYLAŞMAK İÇİN