Aristotoles’in 2500 yıl önce sorduğu bu soru çağlar boyunca uzun uzun tartışılmıştır. Ortaçağ’da cadı veya büyücü oldukları gerekçesiyle yakılan böyle kişiler, aydınlanma çağında deli kabul edilip tımarhanelere kapatılmış, Nazi Almanyası’nda ise sistematik bir biçimde toplanıp öldürülmüşlerdir.
ASLIHAN TÜYLÜOĞLU
Melankoli ve Yaratıcılık
Melankoli sözcüğüne ilk kez, günümüzden iki bin beş yüz yıl kadar önce tıp bilimini felsefeden ayırmaya çalışan ve temel çalışmaları yapan ünlü hekim Hippokrat’ın (M.Ö. 460-330) yazınında; damadı Polybos’un derlediği “İnsanın Doğası” yapıtında rast gelinmiştir. “Korku ve hüzün uzun sürerse eğer melankolik durumlardan söz edilebilir” der Hippokrat. Antik Yunan tıbbında beynin fonksiyonları bilinmediğinden insanın doğasını ve duygularını vücut sıvılarının yönettiği düşünülmekte idi. Dört temel özsuyu Kan, salgı-balgam, sarı safra ve kara safra insanın doğasını belirlerken bunlardan kara safranın vücutta birikmesi ve organları etkilemesi ile bazı insanlarda melankolik durumların oluştuğu düşünülmekteydi. Melankoli kelimesi geçmese de Homeros’un (M.Ö. 8. Y.y.) destanında geçen “kara safra” bu inanışın daha eski zamanlara kadar gittiğini göstermekte. Bu destanlar, melankolinin ve melankoliklerin anlatılma ve anlaşılma sürecinin yazılı kültür ve edebiyatta ilk betimlemeleri olarak karşımıza çıkmakta. Sophokles’in (Aias gibi) ve Euripides’in (Bellerophontes ve Herakles gibi) trajedilerinde de ayrıca işlenmiştir bu melankolik kişiler. Bu tür melankolik kahramanlar antik çağdan, Shakespeare’in Hamlet’ine kadar pek çok edebi yapıta konu olmuştur.
GÜLEN VE AĞLAYAN MELANKOLİK FİLOZOFLAR
Yunan Felsefesinin babası Sokrates (M.Ö. 469-399), insanlara, “kendini tanı” çağrısında bulunur. Kendini tanımak için çıkılan yol ise parlak ışıklı bir yol değil, aksine engellerle dolu, karanlık ve yapayalnız gidilebilen bir yoldur. Melankolik insanlar bu yolu yürümeyi göze almıştır. Günlük hayatın saçmalığını görüp kendilerini bundan ayırmak, kendi anlamlarını ve amaçlarını bulmak isterler. Her şartta kendilerine dayatılan hayatı reddeder, kendi olabilecekleri bir dünya isterler. Bunun gerçekleşmemesi ise onları uyumsuz, mutsuz, öfkeli, toplumsallaşmayı reddeden, bu yüzden sevilmeyen, mevcut iktidarlara karşı itaatsiz, çağa göre farklı nedenlerle dışlanan, sonunda kendilerini “karşı oldukları insanlara -kurumlara öldürten ya da sıklıkla intihar eden” insanlara dönüştürür. Yalınayak dolaşan, kentin tanrılarını ve yöneticilerini iplemeyen bu yüzden şimşekleri üstüne çeken Sokrates de bu acı sondan kaçamamış nice melankolikten biri olmuştur.
Sokrates’in ardıllarından, batı medeniyetinin temellerini atan Antikçağ filozofu Aristoteles (384-322), öğrencisi Theroprast’ın kaleme aldığı “Sorunlar” isimli yapıtının XXX. Kitabının ilk cümlesinde: “Neden, ister felsefede ya da politikada, ister şiir ya da sanatta olsun olağanüstü kişilerin hepsi melankoliktir?” diye sorar. Bu soru 2500 yıl boyunca tüm Antikçağ, Ortaçağ ve sonrasını meşgul etmiş, uzun uzun tartışılmıştır çağlar boyunca. Yine Antikçağ filozoflarından “Dünyanın atomlar ve boşluklardan oluştuğunu” ilk kez söyleyen ve halk arasında yüzünde sürekli ve rahatsız edici bir gülümseme ile gezen Demokritos ve kötümser filozofların en kötümseri olan Heraklitos “gülen” ve “ağlayan” melankolik filozoflar olarak tarihe geçmişlerdir.
Yaratıcılık ile melankoli arasındaki ilişki o kadar çok vurgulanıp bazı sanatçılar tarafından abartılınca, Romalı devlet adamı, bilgin ve hatip Cicero (M.Ö 106-43) “Hiçbir melankolik yanım olmadığına göre önemli biri sayılmamın olanağı yok” diyerek konuya alaycı-ironik bir yaklaşımda bulunmuştur.
YEDİ BÜYÜK GÜNAHTAN BİRİ
Ressam, şair, müzisyen, yazar, felsefeci, mimar; sanatın her dalında büyük başarılar elde etmiş birçok kişinin, melankolik bir kişilik taşıdığını gösteren birçok biyografik ve psikanalitik çalışma var. 16. Yüzyılda Ficino ve Agrippa melankoli ile yaratıcılık arasında doğrudan ilişki kurmuş melankolikleri üç aşamada ele almıştır:
I Melancholia İmaginations- İmgelem gücü yüksek olan bu grup; sanata, ressamlığa, mimarlığa, teknik alandaki yaratıcı etkinliklere eğimlidirler.
II Melancholia Rations Doğa bilimleri, biyoloji, tıp ve politikaya eğilim gösterirler
III Melancholia Mentis- Tanrısal gizemi anlamaya, sezinlemeye başlamış; bilgelerden, peygamberlerden oluşan son derece az sayıdaki bilge kişileri kapsar.
Rönesans hümanistlerinin en önde gelenlerinden biri olan Ficino; yaratıcı insan etkinliğini tanrının yaratısı ile karşılaştırmış, insanın içinde makrokozmosun bir örneği olan mikrocosmos bulunduğunu savlayarak Aristoteles geleneği üzerinden gidip yeni bir “yaratıcı kişilik” (dahi) konsepti geliştirerek “ruhsal acı çekmenin, korku duymanın bilgeliğin bir uzantısı olduğunu” göstermeye çalışmıştır.
Yine 16. Y.y.’da kendisi de bir melankolik olan Robert Burton (1577- 1640), “Melankolinin en büyük sebebi aylaklık, en iyi çaresi ise çalışmaktır” diyerek yola çıkar ve biraz da kendini anlamak adına melankoli üzerine çağlar boyu yazılan yazıları değerlendirdiği, bütün ömrünce yazmaya devam ettiği, bin sayfaya ulaşmış “Melankolinin Anatomisi” adlı kitabını tüm dünyanın merakına sunar.
İlk çağlardaki düşünürlerin, sempati ile yaklaştığı, anlamaya ve anlatmaya çalıştığı melankolikler için Ortaçağ tam bir cehenneme dönüşür. Tüm yaşamı din-tanrı merkezli yaklaşımla açıklayan dogmatik bu çağda, hüzünlenmek, acı çekmek tanrıya isyan olarak kabul edilmiş ve yedi büyük günahtan biri (acedia) olarak yasaklanmıştır. Özellikle manastırdaki gençlerde ortaya çıktığı için üzerinde çalışmalar yapılan melonkolik durumlar, inançsızlıkla ve şeytanla ilişkilendirilmiştir. Orta çağ boyunca bu, toplumsallaşmayan, uyumsuz ve itaatsiz melankolikler, kötü güçlerin etkisinde oldukları, cadı veya büyücü oldukları gerekçesiyle engisizyon mahkemelerince yakalanıp yakılmışlardır.
BU KEZ DE DELİ
15 ve 16. Yüzyıllarda Rönesans ve Reform hareketleri dini merkezli oluşturulmuş yaşamı eleştirmeye ve değiştirmeye başlamış sonraki yüzyıllarda, her alanda aklın öne çıktığı aydınlanma hareketinin yaygınlaştığı, din merkezli her düşünceden, tanrı inanışından, felsefe ve bilimlerin temizlendiği, doğa bilimlerinin geliştiği “Aydınlanma Çağı” ile birlikte melankolikler “günahkar” olmaktan kurtulmuş, bu sefer de “zavallı deli” veya “akılsız” olmakla yine toplumdan dışlanmıştır. Foucault’un “Deliliğin Tarihi” kitabında “büyük kapama” olarak adlandırdığı bu dönemde, önce hastanelere, sonra psikiyatri kliniklerine kapatılmaya başlanmışlardır. Modern psikoloji ise onları anlamaya elde edilen onca bilimsel veriye rağmen Antikçağ kadar bile yaklaşamamış, ilk çağlardan beri üzerinde düşünülen; korku, hüzün, bunun yanında da öfke ve coşkulanmayı da kapsayan, belli bir gizemi olan melankoli tanımını daha dar bir çerçeveye sokarak “depresyon” olarak tanılamış; konuya, bireyin mutluluğu açısından yaklaşamamış, toplum düzenine uyma-uyamama olarak bakmışlardır. Nöropsikoloji alanında yapılan çalışmalarda vücut kaynaklı nedenler aranmış dopamin ve noradrenalin gibi beyin kimyasallarının salgılanım bozukluklarına ulaşılmıştır. Yine de kafa travması yaşamamış sağlam beyinlerde bu farkın neden ortaya çıktığı konusunda genetik faktörlerden ötesine ulaşılamamış; hastalık, nedeni bilinmeyen (endogene) olarak nitelenmiştir. “Freud ünlü “Melankoli ve Yas” makalesinde klinik gözlemlerinden yola çıkarak melankoliklerin de yas tutanlar gibi “sevgi nesnesini” yitirdiğini, gerçekte yiten bir şey olmasa bile böyle hissettiklerini tespit eder. Şu ayrımı yapar; “Yasta, dünya yoksul ve boş bir hal alır, melankolide ise yoksullaşan ve boş hale gelen Ben’in ta kendisidir.” Gelişen endüstri ve kapitalist toplumlarda, iş gücüne katılamayan kentleşme ve çalışma koşullarına uyamayan bu insanlar yararsız olarak görülmüş hatta Almanya’da 1933-1945 yılları arasında “deliler” sistematik bir biçimde toplanıp öldürülmüştür.
“OLAĞANÜSTÜ KİŞİLERİN HEPSİ MELANKOLİK”
Görüldüğü gibi çağlar değişse de melankoliklerin çektikleri acı değişmemiş buna çağın getirdiği anlayışsızlıklar eklenerek acıları kat be kat artmıştır. Herkes gibi geçimini sağlayacak sıradan işlerde beceriksiz olsa da, toplum içinde kendisini kabul ettirecek ilişkiler içinde olmasa da, daha özel ve yaratıcılık gerektiren alanlarda; resimde, müzikte, bilimde, şiirde, sanat ve edebiyatın her alanında, maddi hayatta başarılı olan çoğunluğa üstünlük sağlayan ve kendini olduğu haliyle topluma kabul ettirecek güç, yetenek ve başarıya sahip çok sayıda melankolik, her çağda olduğu gibi günümüzün insanları arasında da kocaman bir soru olarak duruyorlar. Yaşam öykülerinde zaman zaman kendilerine kıydıkları veya kıyıldıkları yazsa da çektikleri acıları yeteneğe, bilgeliğe dönüştüren bu sıra dışı insanlar toplum vicdanını sorgulayarak, iktidarları rahatsız ederek; günlük hayata takılıp kalmış, hipnotik bir şekilde gerçek yaşamdan, kendilerinden, kendi istek ve arzularından fersah fersah uzaklaşmış bu makine-insanları uyandırarak dolayısıyla ütopik bir geleceği bugünden içlerinde taşıyarak uğraş edindikleri soylu eylemlerine devam ediyorlar. Acılarından şikayet etmek yerine, onlardan öğrenmenin anahtarını elde etmiş, ruhsal olarak kendi kendine yetmeyi başarmış bu kişiler tartışmalara da gülüyor olsa gerekler…
Biz de “Melankoli ve Yaratıcılık” konusunda, şiir, resim, müzik, edebiyat alanlarında verilmiş eserlerde melankolinin izlerini sürecek, sanatın melankoli ve melankolikleri nasıl değerlendirdiğini inceleyecek, melankolik sanatçılar üzerinden melankoli ve yaratıcılık arasındaki ilişkiyi anlamaya çalışacaklar için Aristoteles’in bu gündemden düşmeyen sorusunu yineliyoruz:
“Neden, ister felsefede ya da politikada, ister şiir ya da sanatta olsun olağanüstü kişilerin hepsi melankoliktir?”
Kaynaklar:
Serol Teber, Melankoli “Normal Bir Anomali”, Say Yayınları,2013, 5. Baskı
Robert Burton, Melankolinin Kısa Anotomisi, Maya Kitap, Birinci Baskı,2018
Julia Kristeva,Kara Güneş, Depresyon ve Melankoli, Bağlam Yayınları,1. Baskı, 2009
Ferhat Korkmaz, Başlangıcından Günümüze Yeni Türk Şiirinde Melankoli, Grafiker Y,2. Baskı, 2018
Sigmund Freud, Yas ve Melankoli,Telos, 1. Basım,2014, Çev.Aslı Emirsoy
PAYLAŞMAK İÇİN