Neden yazıyorsun?

Kaç yazarı var Türkiye’nin? Şu okuma alışkanlığı bizzat darbelerle iğdiş edilmiş güzide memleketimin kaç yazarı var dünyaca ünlü ve değerli? Devlet destekliyor mu yazarları? Sahi kütüphane var mı? Kültür Bakanlığının basıp olabildiğince ucuza satışa sunduğu kitaplar filan vardı bir zamanlar ve hatta kitabevleri. Ne oldu onlara? Neden kapatıldı?

 

EMİNE SUPÇİN

Masada bembeyaz kâğıtlar. Yanında en az beş tane yan yana dizili, uçları mızrak gibi sivriltilmiş kurşun kalemler. Beynimde, beni yaz diye ısrar eden bir konu, öykü ya da öpücükle mühürlenip sevgiliye gönderilecek mektup. Uçları sipsivri mızraklardan birini alıp kağıda düşecek ilk siyah inciyi yazarken duyulan heyecan. Siyah incilerle bezeli bir mücevher yapım atölyesine benzetmek mümkündü masayı. İşine aşık bir kuyumcu oluverirdim o esnada. İnce işçilikti yazmak. İşin aksamaması içindi en az beş kalem ve kuyumcu gözlüğü yerine geçiyordu uçlarının sivriliği…

İlk gençliğimin yazım atölyesi tanımını yaparak başlamak istedim. Yazmayı irdelemek istiyorum bu kez. Asıl soruları sonra soracağım ama ilk soru bir kalem ustası, kim için yazar?

Hani bugün her yazarın hitap ettiği bir yaş grubu var. (Ve hatta yayınevleri popüler yazarlarını küçük yaş gruplarına yönelik kitaplar yazmaya yönlendirerek yazarının gelecekteki devamlılığını da planlıyor.) Fakat yazarın kime hitap ettiğinin dışında bir soru bu.

Kalem, kağıttan buz pisti üstünde kim için dans eder? Elbette ilkin kendisi için yazar. İster kendini ifade etmenin yolu olsun adı, ister varlık nedeni, öncelikle ve kesinlikle sadece kendisi için yazar.

Peki nasıl? Nasıl yazar?

Bonita Hasan’ın yazarı Nilüfer Veldet’in paylaşımında, Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu’nu yazdığı evin siyah beyaz fotoğrafını gördüm. Estetik bir sokak lambasının arkasında, ağaçların ortasında, önündeki çiçek tarhlarıyla boy gösteriyor taş yapı. Orada kendi içsel kaosundan kozmosunu yaratmış, Çalıkuşu çıkmış. Orada çizmiş, bin yıldır unutulmuş Anadolu’nun ilk eskizini. Rahatsız edilmeden, düşünce akışı kesilmeden, beyaz kağıda siyah inciler dizmiş…

Reşat Nuri’nin Çalıkuşu’nu yazdığı ev

Yazmaya geçtiğin an artık reel dünya ile bağıntın kopar. Hele uzun soluklu eserler vereceksen bir kapanma sürecine ve ortamına ihtiyaç duyarsın. Dış dünya ile tüm ilişkini kesecek ve aktarımın, anlatımın, müziğin ve ona eşlik eden dansın bir tür meditasyon zamanındasındır. Harfler, varoluşun hücresel boyutundan sözcükleri meydana getirirken, cümleler paragraflara ebelik eder ve sayfalar ete kemiğe bürünmüş, aynı ebeveynden doğan kardeşler gibi ardı ardına sıralanır. Yazımın gerçekleştiği o yer, hem doğumhane hem ibadethanedir.

Cehennem’i yazmadan önceydi, Dan Brown gelmişti ülkemize. Nasıl yazdığı sorulduğunda, kendini gerçek hayattan soyutlayıp tamamen yazmaya odaklandığını söylemişti. O süreçte tüm işlerin eşine kaldığını, evin her meselesi ile onun ilgilendiğini ve rahatsız edilmemesi için her tedbiri aldığını memnun bir gülümseme ile eklemişti. Şanslı köpek demiştim içimden. Paran varsa, karın olmasa bile işleri halledecek biri elbet bulunur.

Geçen gün Armağan Çağlayan’ın Zülfü Livaneli ile gerçekleştirdiği Youtube videosunu izledim. Kitaplarını yazmak için, bırak başka bir şehri, yurt dışına gidermiş Livaneli. Gittikten sonra en az birkaç hafta geçmesi gerekirmiş, buradan götürdüğü karmaşadan kurtulabilmek için. Öyle çok hak verdim ki… Bu memleketin kaosundan, yine bu memlekette yaşarken; doğalgaza, elektriğe, mazota, benzine gelen zamlardan ezilirken, ülkenin tüm birikimlerinin 80 milyonun gözleri önünde hortumlandığını görürken, canın zerrece kıymetinin olmadığı bu yerde ormanları, zeytin ağaçlarını, dereleri, nehirleri korumaya çalışan insanların acımasızca ve hatta bazen hunharca dövüldüğünü, sövüldüğünü, sakat bırakıldığını izlerken, Trump’la görüşüldü mü, Biden öldü mü, kaç gün helva kavuracağız sohbetlerine iştirak ederken, hayır hayır ölmemeli yargılanmalı ancak o zaman cahil yankiler anlar belki gibi akla zarar durumlar içindeyken… Odaklanmak mı? Hem de uzun soluklu bir eser için ha?

Sanat, sanat için yahut toplum için olsun, biraz da nakit istiyor sanırım. Ekonomik olarak iyi durumdaysan ister kendi çalışma odana kilitle kendini, ister yurt dışına çık oradaki malikanende ipe diz sözcüklerini. Ama cep delik, cepken hiç olmamışsa işin zor vesselam! Ya satacaksın kalemini ve düzene uyumlayacaksın kendini ki onlara sanatçı değil başka bir “şey” deniyor, ya da sıkacaksın dişini… Üstelik nereye kadar olduğunu bilmeden.

Kaç yazarı var Türkiye’nin? Şu okuma alışkanlığı bizzat darbelerle iğdiş edilmiş güzide memleketimin kaç yazarı var dünyaca ünlü ve değerli? Devlet destekliyor mu yazarları? Hani şu kuzey ülkesindeki gibi yayınlanan her eserden bin tane satın alıp ülkenin kütüphanelerine gönderiyor mu? Sahi kütüphane var mı? Kültür Bakanlığının basıp olabildiğince ucuza satışa sunduğu kitaplar filan vardı bir zamanlar ve hatta kitapevleri. Ne oldu onlara? Neden kapatıldı? (Soru mu bu? Ağlayasım var…)

Afganlı yazar Khaled Hosseini geliyor aklıma. Uçurtma Avcısı, Ve Dağlar Yankılandı avazından ama memleketini cehalet avladı. Amerika’da olmasaydı, orada yazmasaydı, Afganistan’dan dünyaya sesini duyurabilir miydi? Yaşadığın yerin, etrafını saran cehaletin ve o cehaletten beslenen kirli siyasetin ortasında yazmak ne zor iş… Bırak yazmayı, yaşamak ne kadar mümkün? Çünkü bilirsin, yaşamak dediğin nefes almak değil.

O değil de, Livaneli gevrek gevrek gülerek, “Bugünlerde yine gideceğim yurt dışına” dediğinde, gülümsedim. İçinde milyonlarca “Neyse” barındıran bir gülümseme…

Neyse…

PAYLAŞMANIZ İÇİN