Nâzım Hikmet’e mektubumdur

İşte böyle, bir an süren bir sessizlikten sonra şiir sizin adınızın etrafında başlıyor konuşmaya. Evet, susan ve konuşan bizler değiliz de şiir. Öyle sanıyorum ki sizin bütün dünyaya Türkçe diktiğiniz devasa heykelin şaşaalı görüntüsündendir bu. Bir kahramanlık heykeli. Zorbalığa, faşizme karşı direncin heykeli. Bir dilin direncinin güzelliğinin heykeli.

METİN CENGİZ

Üstadım, son zamanlarda sizinle aynı yerlerde sık karşılaşmaya başladık. Hangi ülkeye gitsem, sizi hep yanımda görür oldum.  Gittiğimiz ülkenin sokaklarında, şehirlerinde gezerken, serinlemek, soluk almak için oturup kahve, bira ya da dinlendirici bir şey yudumlarken söz ne zaman Türkiye’den açılsa sizin adınızla başlıyor. Yemeklerde, sohbetlerde şiirden konuşurken söz dönüp dolaşıp size geliyor. Sizden söz ederken söz yetmiyor sanki. Mimik ve jestler sizin bir başkalığınıza işaret ediyor.  Neruda’nın dediği gibi tek kişilik bir dünya şiir antolojisinden söz ediliyor sanki. Büyüklüğün yüceliğini duyumsatıyor adınız.

Şairlerin en çok merak ettikleri ise sizin memleketiniz. Ve sizinle aynı topraktan olup aynı dili konuşanların size karşı neler duyup düşündükleri. Sizin doğduğunuz, büyüdüğünüz, üstünde yürümeyi öğrendiğiniz ve size esin veren toprakları öğrenmek istiyor insanlar. Ve bu ülkenin uzun yıllardır görmeye alıştığımız basiretsiz, çapsız politikacılarına karşın tükenmeyen sonsuz güzelliği, cenneti andıran bereketli toprakları size, şiirlerinize yakıştırılıyor. Sizden söz ettikten hemen sonra herkes Türkiye’ye geldiğini ve sizi daha iyi anladığını söylüyor.

Dikkatimi çeken bir şey de sizden söz açılınca şiirin bir süre susması. Hani kırda, kızdırıcı güneşin altında, kuru otların arasında gezindiğimiz zaman, çekirgelerin bizim attığımız adımların çıkardığı sesi duyup susması gibi bu. Bir süre sonra sessizlik yine yırtılırcasına çekirgelerin sesiyle dolar. İşte böyle, bir an süren bir sessizlikten sonra şiir sizin adınızın etrafında başlıyor konuşmaya. Evet, susan ve konuşan bizler değiliz de şiir.  Öyle sanıyorum ki sizin bütün dünyaya Türkçe diktiğiniz devasa heykelin şaşaalı görüntüsündendir bu.

Bir kahramanlık heykeli. Zorbalığa, faşizme karşı direncin heykeli. Bir dilin direncinin güzelliğinin heykeli.

Hele bu defa İtalya’da Napoli’de Poesia Resistente (Direniş Şiirleri) festivalinde (15-18 Temmuz), San Fransiskolu politik şair Jack Hirschman ve Yunanlı komünist şair Sotirios Pastakas ile otururken Nâzım’dan söz açılınca Jack Hirschman Nâzım’ı okurken sanki bir trenle Anadolu’ya gittiğini sandığını söylemişti. Sotirios ise böyle bir tren yolculuğuna gerçekten çıkmış, Sivas’a kadar gitmiş. Ve Nâzım’ın Yunanca’dan şiirlerini okumuş. Ben de duygulanmış, Nâzım’ın Memleketimden İnsan Manzaraları’ndan, bu toprakların nasıl yoksul bırakıldığını anlatan, zehir gibi içe işleyen birkaç dize okumuş, hatta İngilizce’ye ve Fransızca’ya çevirmeye çalışmıştım bu dizeleri:

“Toprak gözalabildiğine

Dümdüz

Çırılçıplak

Ve kırmızı biber gibi acı.

Batıda bir tek, uzun

                              Kavak ağacı.[1]

Sonra da hiçbir şey demeden, sadece bakışarak sözün hakikate ilişkin taşıdığı bu derin kavrayış güzelliğini kutsamış, toprağın hüznü ve sözün onu dile getiren gücü için bardaklarımızdaki şarabı kafaya dikmiştik. Dil dünyanın yeşerdiği bahçedir nasıl olsa.

İşte üstadım, yurt dışındayken sizinle oluşumun hikâyesi böyle.

Üstadım, sizinle her karşılaştığımda kendimi bir sınavda gibi duyumsamıştım. İnsanlar bana bakarken, beni dinlerken sizin hafif bir gülümsemeyle beni seyrettiğinizi görüyordum. Sahneye giderken herkesin “Büyük şair Nâzım Hikmet’in hemşerisi, O’nu dinlemek gerek!” diye birbirine fısıldadığını duyuyordum. Hatta sahneye şiir okumaya çıktığımda, sizi karşımda elleriniz göğsünüzde görünce… Ne onur verici bir durum! Ama kızarıyor ve yanlış yapmaktan da ödüm kopuyordu ilk başlarda. Derken yavaş yavaş alışmaya başladım. Şimdilerde ise sizinle yabancı topraklarda yan yana olduğumdan dolayı göğsüm sevinç ve onurla doluyor. Kendimden daha emin ve onurluyum artık.

Yalnız bir sorun var üstadım, siz belki alışıksınız ama ben şiir okuduktan sonra bu önemli insanlar arasında övgü dolu sözler duymaya, onlar tarafından alkışlanmaya henüz alışamadım. Hele ülkemizin adıyla özdeşleşmiş sizin olduğunuz bir salonda! Şiirimin dışında burada oluşumu açıklayamıyorum. Ben yoksul toprakların yoksul bir çocuğuyum. Kendimi çimdiklediğim bile oluyor. Hemen uyanıyorum ve buralarda oluşumun gerçek nedenini anımsayarak bu nedene yani şiirime dört elle sarılıyorum. Ama gizliden gizliye sevinmiyor değilim. Sizin hemşeriniz olmak, aynı topraktan, ruhsal yoğrulmuşluktan gelmek tutunduğum güvenli bir dal oluyor. Dahası sizinle aynı dille şiir yazmayı, gölgesi ardında bizi koşturan olguya benzetiyorum. Kendisi olmasa da bir iletişim olarak hâlâ cazibesi altındayız o şeyin çünkü.

Sizinle bir şeyin başlangıcıyla buluşur gibi buluşuyorum ülkemi şiirimle temsil ettiğim yabancı ülkelerde.

Ve şair olmanın, şair sorumluluğu taşımanın ne demek olduğunu sizin de bulunduğunuz bu mekânlarda daha iyi anlıyorum.

(La Paix, Şiire ve Hayata Dair Denemeler’den)


Şiirli günler dilerim


[1] İnsan Manzaraları, s.243, Cem Yayınevi, 1987