Namık Kemal ile Nâzım Hikmet arasındaki köprü

Edebiyatımızdaki ilk doğal yaşam tasarımı “Yeşil Yurt” ütopyasının tasarımcısı Fikret, şiirlerinde içerik bakımından ezilen insanlara eğilirken, biçimde de buna uygun yollar aramıştır. Eski şiirimizde aruzun bir kalıbında kullanılabilen müstezatı her kalıpta uygulamaya başlayarak Cumhuriyet’ten sonra Nâzım Hikmet ile gelişen serbest şiirin de öncüsü olmuştur. Fikret, “Tarih-i Kadim”, “Sis”, “Haluk’un Amentüsü” ve daha sonra yazacağı “Tarih-i Kadim’e Zeyl” gibi şiirleriyle de toplumcu laik şiirin öncüsü oldu.

 MECİT ÜNAL

İstibdadın kol gezdiği 19. yüzyıl sonları ile 20. yüzyıl başlarında bir de yaradılışı dolayısıyla herkesten fazla yeis içindeki Fikret’in yeni bir derginin başına geçmesi, kendisi için de bu yeisten, umutsuzluk ve yalnızlık duygusundan kurtulmak demektir…

Halid Ziya, “gençliğinin bu yıllarında onun hayatından ciddi bir şikâyette hakkı anlaşılamazdı; onu gittikçe titiz hırçın yapan şikâyet vesileleri değil, o vesileleri icad eden fıtratının tezahürleri idi” diyor.

Recaizade Mahmud Ekrem Bey ve Servet-i Fünun’un sahibi Ahmet İhsan ile vardıkları mutabakata göre dergi tümüyle Tevfik Fikret’in yönetimine bırakılacak, o, etrafına istediği kimseleri toplayacak, derginin içeriğini istediği gibi biçimlendirecekti. Bu da, edebiyat dünyasının yarısından fazlasının herhangi bir çağrıya gerek kalmadan, daha Fikret’in adı duyulur duyulmaz Servet-i Fünun’a akmasına da yol açacaktı: Namık Kemal’in oğlu Ali Ekrem (Bolayır), Ahmed Reşid, Süleyman Nazif, Süleyman Nesib, Ahmet Hikmet (Müftüoğlu), Safveti Ziya, Hüseyin Suat, Celâl Sahir, vd…

Servet-i Fünun: bir edebiyat okulu

Zamanın edebiyat dünyasının en önemli çekim merkezi oldu “Servet-i Fünun”. Dönemin ünlü şairlerinin pek çoğu en önemli şiirlerini “Servet-i Fünun”da yayımladılar. Fethi Naci’nin, “50 Türk Romanı”nda, “giyimi, kuşamı, yaşamı, duyguları, düşünceleri en iyi anlatılmış ‘alafranga züppe’mizdir” dediği Bihruz Bey’in yaratıcısı Recaizade Ekrem’in “Araba Sevdası” adlı bu uzun hikaye/romanı “Servet-i Fünun”da tefrika edildi. Sonradan itilafçı ve Kurtuluş Savaşı karşıtı olan dönemin yazar ve şairlerinin en tanınmışlarından Cenap Şehabettin salt şiirde değil, düzyazıdaki ustalığına da Servet-i Fünun’un 1895’ten 1901’e kadar topu topu altı yıl süren yayın hayatında ulaştı. “Eski Şeyler”i artık bir tarafa bırakan Tevfik Fikret de yeni şiirlerini Servet-i Fünun’da yayımladı. Servet-i Fünun, Halid Ziya başta olmak üzere birçok genç edebiyatçı için ustalık kazandıkları bir edebiyat okulu oldu.

Zaman geçip görüş ayrılıkları yanında belli bazı tatsızlıklar yaşandıkça Servet-i Fünun’a yüklediği umutları yavaş yavaş kaybolan Fikret, giderek daha titiz olmakta, içinde yaşadığı toplumun, hayatın haksızlıklarına git gide daha az katlanabilmektedir. Gitmek, başka yerde kendi amaçlarına uygun başka bir hayat kurmak fikri tüm benliğini sarar. Birden verdiği bir kararla Aşiyan’daki aile yalısını bırakıp eşinin babasının Rumelihisarındaki harap yalısına taşınması gibi davranışlarına alışkın olan arkadaşları edebiyatımızdaki ilk doğal yaşam tasarımı olan “Yeşil yurt” ütopyasını da olağan karşılarlar. Öyle ki, Fikret’in olağanüstü ikna gücü bu ütopyaya birçok yandaş da bulur, yer bile seçilir. Önce Manisa’da bir çiftlik tasarlanırken sonra burası bile yakın bulunur ve Hüseyin Cahit’e göre Yeni Zelanda, Halid Ziya’ya göre Seylan adası düşünülür.

Çabuk hayale kapıldığı gibi umutsuzluğa da çabuk kapılan çocuk ruhlu saf Fikret bu ütopyadan vazgeçecektir.

yeni cedidin içindeki cedid yeni

“Edebiyat-ı Cedide/Yeni Edebiyat” yenidir, ancak, Fikret bu “yeni cedid”in içinde “en cedid yeni” olandır. Şiirde ve romanda eski edebiyatla büyük bir kopuşa öncülük eden “Servet-i Fünun”, yüzünü Batı/Fransız edebiyatına dönerek dilde, şiir, öykü ve roman konularında büyük dönüşümler yaratmıştır. Bugün bir televizyon kanalında günümüze uyarlanarak dizi film şeklinde yayınlanmakta “Aşk-ı Memnu”, Halid Ziya’nın “Edebiyat-ı Cedide” içindeyken yazdığı romanlardan biridir. O zamanın edebiyat dünyasından sahneler de içeren “Mai ve Siyah” ise yazarın bir başka romanıdır. Mehmet Rauf’un “Eylül” romanı ise edebiyatımızdaki ilk psikolojik roman sayılmaktadır.

“Edebiyat-ı Cedide”, eski edebiyattan kesin bir kopuşu gerçekleştirirken, Namık Kemal’lerin açtığı “sanat toplum içindir” çığırından çok “sanat sanat içindir” anlayışına yakın görünür. Özellikle öykü ve romanda bireyin iç dünyasına ilgi duyar. Bunun şiire yansımaları da olacaktır elbet ve şiirde de gündelik hayatta kullanılmayan pek çok sözcük yer bulmaya başlayacaktır. Bu bakımdan “Edebiyat-ı Cedide”ye erken gelmiş bir “İkinci Yeni” de diyebiliriz. İkisi de ağır siyasal baskı koşullarında doğup gelişmişlerdir. İkisi hayatı her yönüyle şiire geçirmeye çalışırken kullanımda olmayan pek çok sözcüğe, söz dizimine işlerlik kazandırmışlardır. “Edebiyat-ı Cedide”ciler farklı olarak bir de O zamanki Türkçeyi bir edebiyat dili haline getirdiler. Her ikisini de oku hedefe fırlatmak için yayın gerilme sürecine benzetebiliriz. “Edebiyat-ı Cedide” edebiyatta biriktirme yıllarıdır. Bu birikimin sonuçları da hem kendi içinden çıkanlarda hem de kendisinden sonraki edebiyatçılar kuşağında görülecektir. Asıl yapıtını “Edebiyat-ı Cedide”den sonra vermeye başlayan ve elden ele dolaşan şiirleriyle edebiyatımızın siyasal-toplumsal hayattaki dönem sözcülerinin ilklerinden olacak olan Fikret bunlardan biri ve en başındakidir. Nitekim, dergi kapanır grup dağılır, Fikret, kendi sözüne uygun davranarak “hak bildiği yolda yalnız başına” yürür. En yeni olan Fikret yeni eskinin içinde, ondan bağını koparak İstanbul üzerinden İstibdad’ı anlattığı “Sis”i yazmıştır. “Servet-i Fünun” edebiyat dergisi olmaktan çıktığında (1901) “yeni olan eski”dir. Oysa, Tanpınar’ın “Bu bir manzume değil, geniş, korkunç ve zalim bir bedduadır ki, faciadan faciaya atlayan ve yer yer hakikaten iptidai olan ıztırabı sonuna doğru payitaht sokaklarından sefil ve sergerdan dolaşan kimsesiz kadınların ve bakımsız çocukların talihine eğilmiş çok insani bir şefkate kalbolur ve onunla biter.” (Edebiyat Üzerine Makaleler, sf. 268) diye yazacağı  “Sis” (1902), payitahtta elden ele dolaşmaktadır:

“Sarmış yine âfâkını bir dûd-ı munannid,
Bir zulmet-i beyzâ ki peyâpey mütezâyid.
Tazyîkının altında silinmiş gibi eşbâh,
Bir tozlu kesâfetten ibâret bütün elvâh;
Bir tozlu ve heybetli kesâfet ki nazarlar
Dikkatle nüfûz eyleyemez gavrine, korkar!”

serbest şiirin öncüsü, toplumcu-laik şiirin yaratıcısı

1901’den 1908’e kadar hiçbir dergide yer almayan ama şiirleri elden ele dolaşan Fikret’in, yayımlayabilme olanağı bulabildiği şiirlerden “Sabah Olursa”, “Tarih-i Kadim”, “Doksan Beş’e Doğru” gibi şiirleri bu dönemin ürünleridir. Abdülhamit yönetiminden nefret ettikçe meşrutiyetçi İttihat ve Terakki’ye yaklaşan Fikret, büyük ümitler bağladığı 1908 Devrimi’nden sonra Hüseyin Cahit Hüseyin Kâzım ile Tanin’i kurarak yazı dünyasına geri döndü. Devrimden umutluydu. Bu nedenle “Sis”in devamı olarak “Rücu”yu ve “Millet Şarkısı”nı yazdı. Oysa kısa bir süre sonra devrimden beklediğini bulamayıp Tanin’den de kırgınlık ve kızgınlık içinde ayrılacak, günün koşullarında iyi kazanan gazeteden payına düşeni parayı ise reddedecektir.

Fikret’in, tasarımını kendi çizdiği ve başında bulunarak yaptırdığı bugün müze olan Aşiyan’daki evi.

Galatasaray Sultanisi Müdürlüğü görevini üstlenir. Onarım çalışmalarının başında bulunur, çalışmaları bizzat yürütürken patlayan 31 Mart gerici ayaklanması sırasında okulunu savunur. Ne var ki, ancak, bir yıl sürdürebildiği bu görevden de ayrılmak zorunda kalır. Artık tümüyle Aşiyan’a çekilmiştir. “Ferda”, “Haluk’un Amentüsü”, “Han-ı Yağma” gibi içlerinde iktidarı şiddetle yeren şiirleri de bu dönemde yazar.

Fikret, içerik bakımından ezilen insanlara eğilirken, biçimde de buna uygun yollar aramıştır. Eski şiirimizde aruzun bir kalıbında kullanılabilen müstezatı her kalıpta uygulamaya başlayarak, Cumhuriyet’ten sonra Nâzım Hikmet ile gelişen serbest şiirin de öncüsü olmuştur. Fikret, “Tarih-i Kadim”, “Haluk’un Amentüsü” ve daha sonra yazacağı “Tarih-i Kadim’e Zeyl” gibi şiirleriyle de toplumcu laik şiirin öncüsü oldu. “Tarih-i Kadim”, şiirini Fikret ile aynı yolda, toplum yolunda bir başka düşünceyle yapan, hatta büyük ölçüde Fikret’i izleyen Mehmet Akif ile karşılıklı söz düellosuna dönen bir tartışmaya da yol açtı. Akif Fikret’e “Zangoç” diye hücum etti, Fikret de “Tarih-i Kadim’e Zeyl”i yazarak Akif’e “Molla Sırat” yakıştırmasıyla yanıt verdi. Fikret’in bu her iki şiiri de, “Haluk’un Amentüsü” ve başka şiirleriyle birlikte şiirimizde laik düşüncelerin ilk kez bu denli cesaretle yazılmasının en özgün ve öncü örnekleridir:

“Anladım çünkü hakikat başka;
Başka yollardan varılırmış hakka.
Saydığın harikalar, mucizeler
Birer efsun-i zekâdır ki, beşer,
bi-tevakkuf açıyor sırlarını;
Mucizat ehli unutmuş yarını
Aldanan ve aldatan hep aynı, İsa, Musa
Eski bir tılısımlı yalandır, o asa
İnsanlığın böyle sapıklıkları var,
Putunu kendi yapar kendi tapar.”

umutsuzluk içinde büyük umut şiirleri

Fikret, 1908’den sonra, kendisi ne kadar büyük bir umutsuzluk içinde olursa olsun, büyük umut şiirleri yazdı. Oğlu Haluk’un üzerinden gençliğe ve geleceğe baktı, Haluk’a seslenirken gençliğe ve geleceğe seslendi:

“Ferda senin, senin bu teceddüt, bu inkılap..
Her sey senin değil mi ki zaten? sen ey şebab,
Ey çehre-i behic-i ümid, işte makesin
Karşında: bir sema-yı seher, saf ü bi-sehab
Aguş-ı lerze-darı açık bekliyor.. şitab!
Ey fecr-i hande-zad-ı hayat, işte herkesin
Enzarı sende; sen ki hayatın ümidisin.
Alnında bir sitare-i nev, yok, bir aftab,
Afaaka doğ. önünde şu mazi-i pür-mihen
Sönsün müebbeden!..”

Kendi gerçekleştiremediği bütün ümitleri Halûk’a yükledi. Kendi gidemediği yerlere de Halûk’u yolladı:

“Ne bulursan bırakma: San’at Fen
İtimad, itina, cesaret ümid
Hepsi lâzım bu yurda, hepsi müfid
Bize bol bol ziya kucakla getir…”

Fikret, 1908’den sonra, kendisi ne kadar büyük bir umutsuzluk içinde olursa olsun, büyük umut şiirleri yazdı.

Yalnız yazı ve şiirleriyle değil, kişiliği ve edebi tavrıyla da edebiyatımızda az rastlanan bir kişiliğe sahip öncü Fikret, gömüldüğü umutsuzluk ve küskünlüğün tam tersine son derece umutlu ve  yarınla barışık şiirler yazdı. 1914 yazında Ada’da hastalandığında gizli şekeri olduğu anlaşılmıştı.

1867’de İstanbul’da Aksaray’da doğan Fikret, 19 Ağustos 1915’te yine İstanbul’da, Aşiyan’da tasarımını kendi çizdiği ve başında bulunarak yaptırdığı bugün müze olan yalıda hayattan ayrıldığında ise izinden yürüdüğü Namık Kemal ile aynı yaştaydı.

Türkiye’nin iki büyük şairi Namık Kemal ile Nâzım Hikmet arasında bir köprü olan  Fikret, şiirimizde çığır açan şiirleri yanında bütün bu saf, nahif, çocuksu, ütopik ve peygamberane nitelikleriyle de Türkiye aydınları içindeki ulaşılmaz yeri ve ağırlığını korumaktadır.

(Bitti) 

SİS

Sarmış yine âfâkını bir dûd-ı munannid,
Bir zulmet-i beyzâ ki peyâpey mütezâyid.
Tazyîkının altında silinmiş gibi eşbâh,
Bir tozlu kesâfetten ibâret bütün elvâh;
Bir tozlu ve heybetli kesâfet ki nazarlar
Dikkatle nüfûz eyleyemez gavrine, korkar!
Lâkin sana lâyık bu derin sürte-i muzlim,
Lâyık bu tesettür sana, ey sahn-ı mezâlim!
Ey sahn-ı mezâlim…Evet, ey sahne-i garrâ,
Ey sahne-i zî-şâ’şaa-i hâile-pîrâ!
Ey şa’şaanın, kevkebenin mehdi, mezârı
Şarkın ezelî hâkime-i câzibedârı;
Ey kanlı mahabbetleri bî-lerziş-i nefret
Perverde eden sîne-i meshûf-ı sefâhet;
Ey Marmara’nın mâi der-âguuşu içinde
Ölmüş gibi dalgın uyuyan tûde-i zinde;
Ey köhne Bizans, ey koca fertût-ı müsahhir,
Ey bin kocadan arta kalan bîve-i bâkir;
Hüsnünde henüz tâzeliğin sihri hüveydâ,
Hâlâ titrer üstüne enzâr-ı temâşâ.
Hâriçten, uzaktan açılan gözlere süzgün
Çeşmân-ı kebûdunla ne mûnis görünürsün!
Mûnis, fakat en kirli kadınlar gibi mûnis;
Üstünde coşan giryelerin hepsine bî-his.
Te’sîs olunurken daha, bir dest-i hıyânet
Bünyânına katmış gibi zehr-âbe-i lânet!
Hep levs-i riyâ, dalgalanır zerrelerinde,
Bir zerre-i safvet bulamazsın içerinde.
Hep levs-i riyâ, levs-i hased, levs-i teneffu’;
Yalnız bu… ve yalnız bunun ümmîd-i tereffu’.
Milyonla barındırdığın ecsâd arasından
Kaç nâsiye vardır çıkacak pâk u dirahşan?

Örtün, evet, ey hâile… Örtün, evet, ey şehr;
Örtün ve müebbed uyu, ey fâcire-i dehr!..

Ey debdebeler, tantanalar, şanlar, alaylar;
Kaatil kuleler, kal’alı zindanlı saraylar;
Ey dahme-i mersûs-i havâtır, ulu ma’bed;
Ey gırre sütunlar ki birer dîv-i mukayyed,
Mâzîleri âtîlere nakletmeye me’mûr;
Ey dişleri düşmüş, sırıtan kaafile-i sûr;
Ey kubbeler, ey şanlı mebânî-i münâcât;
Ey doğruluğun mahmil-i ezkârı minârat;
Ey sakfı çökük medreseler, mahkemecikler;
Ey servilerin zıll-ı siyâhında birer yer
Te’mîn edebilmiş nice bin sâil-i sâbir;
“Geçmişlere rahmet!” diyen elvâh-ı mekaabir;
Ey türbeler, ey herbiri pür-velvele bir yâd
İykâz ederek sâmit ü sâkin yatan ecdâd;
Ey ma’reke-i tîn ü gubâr eski sokaklar;
Ey her açılan rahnesi bir vak’a sayıklar
Vîrâneler, ey mekmen-i pür-hâb-ı eşirrâ;
Ey kapkara damlarla birer mâtem-i ber-pâ
Temsîl eden âsûde ve fersûde mesâkin;
Ey her biri bir leyleğe, bir çaylağa mavtın
Gam-dîde ocaklar ki merâretle somurtmuş,
Yıllarca zamandan beri, tütmek ne…unutmuş;
Ey mi’delerin zehr-i tekâzâsı önünde
Her zilleti bel’eyleyen efvâh-ı kadîde;
Ey fazl-ı tabîatle en âmâde ve mün’im
Bir fıtrata makrûn iken aç, âtıl ü âkim;
Her ni’meti, her fazlı, her esbâb-ı rehâyı
Gökten dilenen züll-i tevekkül ki.. mürâyi!
Ey savt-ı kilâb, ey şeref-i nutk ile mümtâz
İnsanda şu nankörlüğü tel’in eden âvâz;
Ey girye-i bî-fâide, ey hande-i zehrîn;
Ey nâtıka-ı acz ü elem, nazra-i nefrîn;
Ey cevf-i esâtîre düşen hâtıra: nâmus;
Ey kıble-i ikbâle çıkan yol: reh-i pâ-bûs;
Ey havf-i müsellâh, ki hasârâtına râci’
Öksüz, dul ağızlardaki her şevke-i tâli’;
Ey şahsa masûniyyet ü hürriyyete makrûn
Bir hakk-ı teneffüs veren efsâne-i kaanûn;
Ey va’d-i muhâl, ey ebedî kizb-i muhakkak,
Ey mahkemelerden mütemâdî sürülen hak;
Ey savlet-i evhâm ile bî-tâb-ı tahassüs
Vicdanlara temdîd edilen gûş-ı tecessüs;
Ey bîm-i tecessüsle kilitlenmiş ağızlar;
Ey gayret-i milliye ki mebgûz u muhakkar;
Ey seyf ü kalem, ey iki mahkûm-ı siyâsî;
Ey behre-i fazl ü edeb, ey çehre-i mensî;
Ey bâr-ı hazerle iki kat gezmeye me’lûf;
Eşrâf ü tevâbi’, koca bir unsûr-ı ma’rûf;
Ey re’s-i fürûberde, ki akpak, fakat iğrenç;
Ey taze kadın, ey onu ta’kîbe koşan genç;
Ey mâder-i hicranzede, ey hemser-i muğber;
Ey kimsesiz, âvâre çocuklar… hele sizler,
                                    Hele sizler…

Örtün, evet, ey hâile… Örtün, evet, ey şehr;
Örtün ve müebbed uyu, ey fâcire-i dehr!…

(18 Şubat 1317/3 Mart 1902 (Tanin, 1324/1908, sayı 1)

Şiir ve şiirdeki sözcüklerin ve sözcük gruplarının anlamları için kaynak: https://www.siir.gen.tr

 PAYLAŞMAK İÇİN