Yahya Kemal’in İstanbul sevgisi

Kelimenin bütün anlamlarını sıralayarak sorarsak sorumuzu, Türk mizacı “üzüntü ve sıkıntılardan uzak, sessiz ve dingin„ midir? Türk tarihi ve kültürüyle ilgili değerli eserler vermiş olan Nihat Sami Banarlı, Bahaeddin Ögel gibi Türkçüler, Türklerin belirgin özelliğinin “hareketlilik” olduğunu söylerler. Nihat Sami’ye göre Türklerde felsefenin gelişmemiş olmasının nedeni de hareketli oluşlarıdır. Hareketle biçimlenmiş bir hayat düşünmeye ve düşünce üretmeye müsait olmamıştır.

CAFER YILDIRIM

Hattat Osman, Sümbül Sinan ve fetih yıllarına uzanan bir tarih üzerinden Kocamustafapaşa’yı kendi özelinde kucaklaması ve İstanbul’un bu yoksul semti üzerinden tarihsel ve kültürel övünçler sergilemesini öncelikle Yahya Kemal’in İstanbul sevgisiyle açıklayabiliriz.

“Türk’ün âsûde mizaciyle Bizans’ın kederi
Karışıp mağrifet iklîmi edinmiş bu yeri.”           

Kocamustafapaşa halkının kendisini ziyarete gelen kişiyi mest eden, kendisine hayran bırakan bütün özelliklerinin sosyolojik gerekçesini aslında bu iki dizede öğrenmiş oluyoruz. Örtülü biçimde söyleneni açık edecek olan anahtar kavram “sentez„dir. Semtte hayranlık uyandıran güzelliklerin temelinde “Bizans’ın kederi„ ile “Türk’ün dingin mizacı„ bulunmaktadır. “Osmanlı sentezi„ne yapılan bu gönderme ne var ki kendi içinde sorunlu görünüyor.

Şuradan başlayalım: Türk, asude mizaçlı mıdır? Kelimenin bütün anlamlarını sıralayarak sorarsak sorumuzu, Türk mizacı “üzüntü ve sıkıntılardan uzak, sessiz ve dingin„ midir? Türk tarihi ve kültürüyle ilgili değerli eserler vermiş olan Nihat Sami Banarlı, Bahaeddin Ögel gibi Türkçüler, Türklerin belirgin özelliğinin “hareketlilik” olduğunu söylerler. Nihat Sami’ye göre Türklerde felsefenin gelişmemiş olmasının nedeni de hareketli oluşlarıdır. Hareketle biçimlenmiş bir hayat düşünmeye ve düşünce üretmeye müsait olmamıştır. Nihat Sami Banarlı’nın Türk destanlarının yazılı hale getirilmemesiyle ilgili düşünceleri de bu konuda fikir vericidir: “Türk tarihi(..) baştan sona destan kahramanları ve kahramanlık olaylarıyle doludur. O kadar ki bu millet, destan hayatı yaşamaktan ve yeni destanlar söylemekten eski destanlarını derlemeye vakit bulamamıştır.„[1]

bir Rum vezirin Kocamustafapaşa Camii’ni yaptırma öyküsü

Ayrıca şu bilgiyi de eklemek isterim: 1983 yılında DTCF’nde Tarih Bölümü tarafından verilen Kültür Tarihi diye bir ders vardı. Bu dersin hocası ise Bahaeddin Ögel’di. Bahaeddin Hoca’nın bir yıllık öğretim süresince öğrencisi oldum. Hoca, derslerinde yeri geldikçe Mevlana semasının Türk kültüründe yeri olmadığını söylerdi. Kendi etrafında dönmeye dayalı bu ritüelin Türk kültüründe yeri olmamasının nedeni ise basitti: Türklerin hayatının temel özelliği hareketliliktir.

Eski Kocamustafapaşa’da bir sokak.

Sentezin diğer bir unsuru olarak anılan olgu ise “Bizans’ın kederi”dir. Nasıl bir kederdir bu? Örneğin “Osmanlı hüznü” dendiği zaman ne anlamalıyız? Müphem. Fakat şöyle bir anlam da çıkarabiliriz bu ifadeden: Bizans 1453’te Osmanlıya yenildiği için bir keder iklimine girmiştir. Sözü edilen keder bu kederdir. Bizans’ın İstanbul’u kaybetmiş olmasından doğan kederle Türk’ün asude (dingin) mizacının bileşiminden oluşan iklimdir Kocamustafapaşa’nın iklimi. Bir başka ifadeyle keder ve dinginliğin hükümran olduğu bir semttir Kocamustafapaşa. Ne var ki Türk dingin mizaçlı olsaydı eğer Bizans’ın da kederi oluşmazdı zaten, diyebiliriz. Çünkü Türkler o mizaçla İstanbul’u ele geçirmeye asla heves etmezlerdi. Demem o ki Türkler “asude„ insanlar değillerdir. Bu da demektir ki semt için tarihten devrişirilerek oluşturulmak istenen sosyolojik temel, gerçeklikle uyumlu değildir.

Şiirin üçüncü bölümünde semtin tarihsel- kültürel arka planı veriliyor. Bir Rum vezirin Kocamustafapaşa Camii’ni yaptırma öyküsü anlatılıyor.

şehrin kültürel dönüşümünün canlı ve somut örneği

“Şu fetih vak’ası, yarab! Ne büyük mucizedir!
Her tecellisini nakletmek uzundur bir bir;
Bir tecellisi fakat, ruhu saatlerce sarar:
Koca Mustapaşa var, camii var, semti de var
Elli yıl geçtiği günlerde büyük mucizeden,
Hak’tan ilham ile bir gün o güzel semte giden,
Rum vezir, eski manastırda ederken secde,
Kalbi çok dolduran iman ile gelmiş vecde,
Onu, tek Tanrısının mabedi etmiş de hayal,
Vakfedip her neye malikse, bütün mal ü menal,
Bir fetih camii yapmak dilemiş İslama.
Sebep olmuş bu eser yad edilir bir nama.”

Semte adını veren cami büyük mucizeden, yani İstanbul’un fethinden elli yıl sonra bir Rum vezir tarafından yaptırılmıştır. Bu durumda cami 1500’ün ilk yıllarında yapılmıştır. Rum vezir denilen kişi Fâtih Sultan Mehmet Dönemi’nde saraya alınarak Enderun’da yetiştirilmiş, II. Bayezıt Dönemi’nde ise Vezir-i âzamlığa kadar yükselmiş Koca Mustafa Paşa’dır.

Fatih Sultan Mehmet’in ölümünden sonra tahta geçen II. Bayezıt,  İstanbul’un Yedikule yakınlarında Bizanslılardan kalma kiliseyi Koca Mustafa Paşa’ya emir vererek camiye dönüştürmesini istemiştir.

“15. yüzyılın sonunda Veziriazam Koca Mustafa Paşa, Ayios Andreas Manastırı’nın kilise binasını cami olarak yeniden inşa ettirmiş, 16. yüzyılda Müslüman nüfusun gelişmesi için bölgede tekkeler kurulmuştur. 18. yüzyılda Kocamustafapaşa ahşap konakları, yeni yerleşimcileri, tekke ve mescitleri ile dönemin “kibar semt”lerinden biri olmuştur.” [2]

Fatih Belediyesi’nin internet sitesinde yer alan şu bilgi de konumuz açısından önemlidir:

“1546 tarihli İstanbul Vakıfları Tahrir Defterinde Samatya’nın ismi Mahalle-i Bab-ı Samatya (Samatya Kapısı Mahallesi) olarak kaydedilmiştir. Sultan II. Bayezıt’ın (1481-1512) veziri olan Koca Mustafa Paşa yaptırdığı cami ve külliyesiyle semti ihya etmiş ve onun adına “Nahiye-i Cami-i Mustafa Paşa Merhum” diye bölgede bir mahalli idari birim kurulmuştur. Daha sonra nahiye birimleri kaldırılmış ancak Koca Mustafa Paşa’nın adı semtte yaşatılmaya devam edilmiştir.”

Hristiyanların elinden Müslümanların eline geçen İstanbul’la Hristiyanlıktan Müslümanlığa geçen Rum vezirin yazgıları koşutluk göstermektedir. Gerçekte Rum vezir; şehrin kültürel dönüşümünün canlı, somut bir örneğidir. Şiirde adının anılması semte adını veren kişi olmasının da ötesinde ve daha kapsamlı bir temsil değeri içermektedir.

Rum vezirin eski manastırda secde ederken imana gelip İslam’a hizmet için cami yaptırması şeklindeki şiirsel bilgi ile cami ile ilgili tarihsel bilgiler arasındaki uyumsuzluğa şairin kurgusal özgürlüğü açısından yaklaştığımızda ise bu cephedeki sorun ortadan kalkmaktadır.

Yahya Kemal. Nedim gibi o da şehrin coğrafyasına tutkundur.

Dördüncü bölümde mezarlıklar üzerinde duruluyor. Mezarlıklar geçmişte yaşamış, yaşatılmış yüce değerlerin mekânı olarak ziyaretçinin duygu dünyasından süzülüp şiirdeki yerini alıyor.

“Dört asırdır inerek câmie nur üstüne nur
Yerde bulmuş yaşıyanlar da, ölenler de huzur.
Ona hâlâ gidilirken geçilir bir yoldan,
Göze çarpar ölüm ayetleri sağdan soldan,
Sarmaşıklar, yazılar, taşlar, ağaçlar karışık;
Hafız Osman gibi hattatla gömülmüş bir ışık
Bu mezarlıkta siyah toprağı aydınlatıyor;
Belli, kabrinde, O, bir nura sarılmış yatıyor.”

Hattat Osman’ın “siyah toprak”ı aydınlatma

Hafız Osman, Osmanlı hat okulunun kurucusu sayılan Şeyh Hamdullah’tan (1429-1520) sonra hat sanatının en etkin ismi olmuştur. Bu bentte Hattat Hafız Osman adının anılmasını anlamlı buluyorum. Bu durumu Yahya Kemal’in semte tarihsel ve kültürel bir temel oluşturma ya da var olan tarihsel ve kültürel arka planı daha da zenginleştirme gayretinin sonucu olarak değerlendirmek gerektiğini düşünüyorum. Hattat Osman’ın “siyah toprak”ı aydınlatmasını, İstanbul’un fethiyle Orta Çağ karanlığının son bulmasının simgesel anlatımı olarak anlayabiliriz.

Beşinci bölümde bir ses; şiir kişisine, semt ziyaretçisine, “Gitme! Kal! Sen bu taraf halkına dost insansın.” diyor.

“Gece, şi’riyle sararken Koca Mustapaşa’yı
Seyredenler görür Allaha yakın dünyayı.
Yolda tek tük görünenler çekilir evlerine;
Gece sessizliği semtin yayılır her yerine.
Bir ziyaretçi derin zevk alarak manzaradan,
Unutur semtine yollanmayı artık buradan,
Gizli bir his bana, hatif gibi, ihtar ediyor;
Çok yavaş, yalnız içimden duyulan sesle, diyor:
“Gitme! Kal! Sen bu taraf halkına dost insansın;
Onların meşrebi, iklimi ve ırkındansın.
Gece, her yerdeki efsunlu sükunundan iyi
Avutur gamlıyı, teskin eder endişeliyi;
Ne ledünni gecedir! Ta ağaran vakte kadar,
Bir mücevher gibi Sünbül Sinan’ın ruhu yanar.
Ne saadet! Bu taraflarda, her ülfetten uzak,
Vatanın fatihi cedlerle beraber yaşamak! … ”

Semti ziyarete gelen şahsa “gitme” diyen ses, anladığımıza göre semt halkından birine ait değildir.

“Gizli bir his bana, hatif gibi, ihtar ediyor;
Çok yavaş, sanki içimden duyulan sesle, diyor:” diye ifade ediyor söyleyici.

Söyleyicinin kendi vicdanından gelen bir sestir bu. Ayrıca Sünbül Sinan’ın mücevher gibi yanan ruhu da anılır ziyaretçinin Kocamustafapaşa’da kalması için.

1529 yılında ölmüş olan Sünbül Sinan İstanbul’un ileri gelen velilerinden olup Halvetiye tarikatının Sünbüliyye kolunu kurmuştur.

Koca Mustafa Paşa’ya Hattat Osman’ın, Hattat Osman’a Sünbül Sinan’ın eklenmesi şairin İstanbul’a tarihsel ve kültürel bir kavrayışla yaklaşmasının sonucudur.

Nedim ile Yahya Kemal’i karşılaştırdığım bir yazıda Yahya Kemal’in bu yönü üzerinde durmuştum:

“Nedim gibi o da şehrin coğrafyasına tutkundur. Bu coğrafyaya ait mevsimler, iklimler, bu coğrafyanın sahip olduğu çekicilik Yahya Kemal için de bağlılık duygusunu oluşturan önemli bir etmenlerdir”:

“Dün Fenerbahçe’de gördüm,
İri bir zümrüt içindeydi bahar…”  (Fenerbahçe şiirinden)

“Suyu ürpertiyor çıkan rüzgâr,
Şimdi sahil boyunca Maltepe’yi
Köpüren mavi dalgalar yalıyor.”  (Maltepe şiirinden)

Nedim’le benzerlik gösteren İstanbul sevgisi

İstanbul’un birçok semtiyle ilgili şiirler yazması, bir yönüyle de şairin şehre ne denli derin bir mekân duygusuyla bağlı olduğunun tanıtıdır. Nedim’de olduğu gibi Yahya Kemal’de de bu mekânın görkemi sevgiliyle tamamlanıp eğlenceyle taçlanır.

“Bu büyük zümrütte
Varsa her aşkın bir hatırası,
Varsa her sevgili, her sevdalı,
Varsa engin geceler, gündüzler,
Bu derin zümrütte
Biz de cananla beraber varız.”  (Fenerbahçe şiirinden)

“Bir saltanat iklimine benzer bu şehirde,
Hülya gibi engin gecelerde,
Yıldızlara karşı,
Cananla beraber,
Allah içecek sıhhati bahşetse…
Bu kâfi ..!” (İstanbul Ufuktaydı şiirinden)

Yahya Kemal’in Nedim’le mekân-canan-eğlence boyutunda koşutluk gösteren duyarlığı bu noktadan sonra farklılaşır. O İstanbul’u tarihsel bir miras ve Türk’ün emeğinin de çokça geçtiği kültürel bir değer olarak da kucaklar. Nedim’le benzerlik gösteren coğrafi, sosyal kaynaklı İstanbul sevgisi, tarihsel bir duyarlık ve kültürel övünçle zenginleşerek entelektüel bir içerik kazanır:

“Ve seslenir büyük Itrî, semayı örten ruh,
Peşinde dalgalanır bestesiyle Seyyid Nuh,
O mutlu devrede Itrî’ye en yakın bir dost
Işıklı danteleler bestekârı Hafız Post…
Bu neslin ortada dahicedir başardığı iş,
Vatan nasıl karışır mûsıkıyle, göstermiş.
Bu yaz kemençeyi bir dinledinse Kanlıca’da,
Baharda bir gece tanbûru dinle Çamlıca’da.
Bu sazların duyulur her telinde sade vatan,
Sihirli rüzgâr eser daima bu topraktan.” (Eski Mûsıkî)

Vatan duygusunun kültürel edimler üzerinden yüceltilmesi, toprağın ve iklimin kültürel içerikli bir bağlılık ve mutluluk duygusuyla kucaklanması Yahya Kemal’in İstanbul algısını önemli ve özgün kılan bir yaklaşımdır. Onun kültürel ve tarihsel izlek üzerinden kimlik bulan yaklaşımı Bizans ve Türk sentezine dayanmakla birlikte, bu sentezin Türk katkısına vurgu yapar:

“Türk’ün asude mizaciyle Bizans’ın kederi
Karışıp mağfiret iklimi edinmiş bu yeri.” (Kocamustapaşa şiirinden)”[3]

iç sesinin ısrarına rağmen

Hattat Osman, Sümbül Sinan ve fetih yıllarına uzanan bir tarih üzerinden Kocamustafapaşa’yı kendi özelinde kucaklaması ve İstanbul’un bu yoksul semti üzerinden tarihsel ve kültürel övünçler sergilemesini öncelikle Yahya Kemal’in İstanbul sevgisiyle açıklayabiliriz.

Bir İstanbul sevdalısı olan Yahya Kemal, şehri tarihsel bir miras ve Türk’ün emeğinin de çokça geçtiği kültürel bir değer olarak kucaklar.

Şiirin beşinci bölümünde şiir kişisinin Kocamustafapaşa’da kalmak gibi bir seçenekle meşgul olduğunu, tercihler arasında kendi içinde gelgitler yaşadığını öğreniyoruz.

“Geç vakit semtime döndüm Koca Mustapaşa’dan
Kalbim ayrılmadı bir an o güzel rüyadan.
Bu muammayı uzun boylu düşündüm de yine,
Dikkatim hadisenin vardı derinliklerine;
Bu geniş ülkede, binlerce latif illerde,
Nice yıl; cedlerimiz kökleşerek bir yerde,
Manevi varlığının resmini çizmiş havaya.”

Söyleyici, sonunda ait olduğu yere dönüyor fakat Kocamustafapaşa’ya kendisini çeken sırrı da keşfediyor. Şiirin ilk bölümünde şiir kişisinin bütün bir gün semt halkıyla birlikte yaşamış olduğu rüyanın ne olduğunu böylece öğrenmiş bulunuyoruz. Bu rüya, şiir kişisinin cedlerinin havaya çizmiş oldukları “manevî varlıkların resmi”dir. Bu ifadeyi “içinde yaşanılan iklim” olarak da anlayabiliriz.

Öğrendiğimiz bir başka şey daha var: Görenlerin güzel bir rüya sandıkları cedlerin havaya çizdikleri o manevî resim, o beş yüz senedir berrak kalmış manevî çerçeve; serviliklerde boy veren sükûn; afif aile sessizliği; asaletle çekilmiş perdeler; asude mizaçlı Türk’ün iklimi; ve o rüya o iklimi ne var ki ziyaretçimizi Kocamustafapaşa’da tutmaya yetmiyor.

“Gitme! Kal! Sen bu taraf halkına dost insansın/Onların meşrebi, iklîmi ve ırkındansın.” şeklindeki iç sesinin ısrarına rağmen, kendi sesini dinlemeyerek şiir kişisi geç vakitte de olsa kendi semtine dönüyor.

“Bu taraf” ve “o taraf” seçeneğinde “o taraf”ı seçiyor.

Onca maneviyat unsurunu ardında bırakıyor. Bir başka ifade ile o maneviyat unsurlarının ona “kal” diyen sesleri etkili olamıyor.

Tozlu toprak yolları, eğri sokakları, ruh esen mezarlıkları, kerpiç evleri, kuru ekmeği, bayat peyniri yine yoksullara bırakıp gidiyor. Ve havaya çizilmiş olan manevîyat resmini de tabii ki. Ki zaten yaşanan bir rüya değil midir, ziyaretçimiz Kocamustafapaşa’yı ardında bırakarak rüya âleminin dışına çıkıyor.

(Sürecek)


[1] Nihat Sami Banarlı, Türk ve Batı Edebiyatı-1, Remzi Kitabevi, İstanbul, t.y.

[2] Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, Cilt 5, Kültür bakanlığı Yayınları, Ankara, 1994.

[3] Cafer Yıldırım, Şiir Hayatları, Ozan Yayıncılık, İstanbul, 2006.

PAYLAŞMAK İÇİN