Muhafaza Ne Demek?

Bugün ölmüş olan bütün içtimaî kanaatlerimizi hep “muhafaza edelim” diye inkişafına meydan vermeyenler öldürdüler. Yerleri boş kalınca ilk zamanları yabancı gibi gelen âdetler ve müesseseler kaim oldu

AV. CEM BAYINDIR

 Aşağıda sunacağımız yazının yazarı Mehmet Emin Bey (Erişirgil) 1891-1965 yılları arasında yaşamış sanatçı, eğitimci, felsefeci, yazar ve bakan olup bugünkü adı Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi olan Mülkiye’yi bitirmiş ve bir süre lise öğretmenliğinin ardından İstanbul Üniversitesi’nde sosyoloji ve felsefe dallarında profesör olarak görev yapmıştır. Erişirgil, Millî Eğitim Bakanlığında, daire başkanlığı, müsteşarlık, üniversitede dekanlık, milletvekilliği, Gümrük ve Tekel, İçişleri bakanlıkları yapmış, harf devriminde Türk abecesini düzenleyen kurulda yer almıştır.

Yazının günümüz Türkçe harflerine çevrimini yapan Ahmet Bayındır ise 1950-2014 yılları arasında yaşamış, Tunceli Öğretmen okulu, Gazi Eğitim Enstitüsü Resim bölümü, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi, Anadolu Üniversitesi Eğitim Bilimlerini bitirmiş, öğretmenlik, avukatlık, çevirmenlik, müze, sergi ve belediyelere kültür-sanat danışmanlığı yapmış, karikatür, resim, sanat tarihi, heykel ve karikatür tarihi üzerine birçok sergi açmış, çeşitli dergi ve gazetelerde yüzün üzerinde çalışması yayımlanmıştır.  

Mehmet Emin Erişirgil

MUHAFAZA NE DEMEK?

“Öteden beri derler ki şarkın iyi olan âdetlerini muhafaza edelim, yenileşeceğiz diye benliğimizi, hususiyetimizi teşkil eyleyen itikatları, kanaatleri bırakmayalım. Kendimize göre tesis edilmiş olan müesseseleri yıkmayalım. Bu nasihatler çok iyi. Fakat bunları muhafaza eylemek ne demek ve nasıl kabildir? İşin mühim ciheti bence burasıdır.

Bazıları zannediyorlar ki âdetler, içtimaî müesseseler cansız eşya gibi bozulmaksızın alâ hâlihi (olduğu gibi) kalabilirler. Bunlar “muhafaza edelim” deyince bu müesseseleri, bu kanaatleri üç asır evvel nasılsa öyle bırakalım demek istiyorlar.

Halbuki bir milletin tahassüsâtını (duygularını), kanaatlerini, içtimaî müesseselerini hiç değişmeyecek tarzda muhafazaya imkân yoktur. Her canlı mevcut gibi hislerimiz de, âdet ve müesseseler de inkişaf edecek olursa devam eyler, muhafaza edelim diye durdurulursa, inkişafına meydan verilmezse ölür, müstehase (fosil) şeklini alır, bir ufacık darbe ile tamamen yıkılır.

Bugün ölmüş olan bütün içtimaî kanaatlerimizi hep “muhafaza edelim” diye inkişafına meydan vermeyenler öldürdüler. Yerleri boş kalınca ilk zamanları yabancı gibi gelen âdetler ve müesseseler kaim oldu. Tuhaftır ki bu müesseselerin yıkılmasından mesul olması lazım gelenler onları alâ hâlihi (mevcut haliyle) muhafaza eylemek isteyenler olduğu halde bunlar kabahati tamamen garp mukallitliğinde buluyorlar. Ve beğendikleri âdetlerin hiç tahavvüle uğramaksızın muhafazasını iradeleri dahilinde zannediyorlar.

Bilmiyorlar ki en basit tecrübeler, diğer milletlerle temaslarla hislerde tahavvül olacak, bazı müstesna insanlar yetişerek yeni birtakım temayüller ortaya koyacak, seri veya batî (yavaş) herhâlde kanaatlerimizde, itiyatlarımızda tahavvül vücuda gelecektir. Bu tahavvülün önüne geçmek isteyenler nihayet o kanaat ve müesseseyi büsbütün tahrip ve imha eylerler.

Bunun en canlı misalini “medrese”lerde görürüz. Medreselerin sükûtunu haricî tenkitler ve taklitler ihzar etmemiştir. Belki bundan iki asır evvel pekâlâ medreseler bugünkü mekteplerimiz yerine kaim olacak veçhile inkişaf eyleyebilirdi.

Eski iskolâstik usul yerine tabiata, hayat-ı rûhiyye ve içtimâiyyeye ait müşahedelerde yeni tecrübî (deneysel) usulü ikame edebilirdi. Nasıl Fârâbi’ler, İbn-i Rüşd’ler putperest olan Yunan-ı kadimde tevellüt eden efkâr-ı felsefiyyeyi İslâm âleminde inkişaf ettirmeğe çalışmışlarsa medrese hocaları da garp âlimlerinin keşfiyâtını derslerine sokabilirlerdi.

Bugün de memlekete, hiç olmazsa tabiî hadisâta, içtimaî ve hukukî mesâile ait görüşlerde bir medrese, bir mektep, bir garpçı, bir şarkçı telâkkisi olmazdı. Bunlar öyle yapmadılar. İlimleri, yani tefekkürât-ı beşeriyyeyi durdurmak, tabiî inkişafına meydan vermemek istediler. Etrafta doğan yeni telâkkilere, müspet ilimlere karşı gözlerini kapadılar, kulaklarını tıkadılar. Dört, beş asır evvelki insanların bildiklerini okumakta devam ettiler, zaman yürüdü, onlar durdular.

Şimdi eski haysiyetlerini kayıp ettilerse kabahat kimde? Eğer onlar da İslâm âlimlerinin, İbn-i Rüşd’lerin, İbn-i Sina’ların hakikî halefleri olsaydılar da diğer insanların taharrî-i hakikatte (gerçeği arayışta) buldukları tarikleri (yolları) öğrenseydiler ve medreselerimizin eski şerefini muhafaza eyleseydiler bugün memlekette medrese zihniyeti diye bir ikilik olmazdı. O vakit ruhun hakikî ihtiyacına istinat eden kuvvetli ve şuurlu bir din cereyanının da başında medreseler bulunabilirdi.

Vaktiyle ilim sahasında yapılan bu hata şimdi “kavâidi-i hukukiyyemizi (hukuk kurallarımızı) muhafaza edelim” iddiasıyla hukuk mesâilinde tekrarlanmak isteniyor. Bir türlü teslim edilmiyor ki İslâm’ın esâsât-ı hukukiyyesinin (temel ilkelerinin) muhafazası zamanın ihtiyacına göre serbestçe inkişaf ve münakaşasıyla kaimdir. Hayat-ı içtimaiyyede (toplumsal yaşamda) lâ-yetegayyer (değişmez) hiçbir şekil-i hukukî, hiçbir kanun yoktur.

Tecrübe gösteriyor ki mazimizle irtibatın kesilmesine, en derin duygularımızın ihlâl edilmesine mâni olacak yine gençlerdir. “İçtimaî müesseselerimizi muhafaza edelim” diyenler bunun yolunu bilmedikleri ve terakki ile telif eylemedikleri için kendi emellerini bizzat hedm ediyorlar (yıkıyorlar). Onların istedikleri ve fakat yapamadıkları ve yapmak yolunu bir türlü bulamadıkları his ve adetlerimizi, elhasıl mazimizi korumak vazifesini hakikî tahsil görmüş gençler yapmalıdır.

Gençler bu vazifeyi ifa edebilmek için tahassüsâtımızın (duygularımızın) nasıl inkişaf edebileceğini, içtimaî âdet ve müesseselerin sarsıntısız nasıl tekâmül eyleyeceğini öğrenmeli ve mazimizin bize verdiği kuvveti hissedebilecek veçhile yetişmelidir. Bence bu kabiliyeti bilhassa terbiye-i felsefiye (felsefe eğitimi) temin eder.”

Darül’ül-fünûn Tarih-i Felsefe Muallimi

MEHMET EMİN (Erişirgil)

 (Çevirim: Ahmet Bayındır)