“Kalemini kır, ama satma”dan “dansözlük yaptım”a uzanan gazetecilik

Meslek etiği, meslek ilkeleri ve meslektaş çıkarları pek ilgilendirmemiş bu “büyük gazeteci”yi. Özen gösterdiği üç değer var: Birincisi işletmenin mali çıkarları, ikincisi patronun, kızlarının, hatta damadının mutluluğu, üçüncüsü kendi yaşam standardı.

KÖKSAL ÇİFTÇİ

Hürriyet Gazetesi’nin eski yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök, bir televizyon programında meslektaşlarının “dansözlük yaptın” suçlamaları karşısında kendisini şöyle savunuyor:

“Ben siyasetçi değilim. Ben militan değilim. Bir gazeteyi yönetiyorum. Elbette bir yönetici olarak her devrin adamı olup her devirde siyasilerle ilişkilerimi düzgün götürmek ve gazetemi dalgalı denizlerde, fırtınalarda bir yerden bir yere götürmek (…) zorundayım. (…) üzerinde orak çekiç işareti olan bir gazeteyi yönetmedim. Ben popüler bir gazeteyi yönettim. (…) Ben zaten yaptığım işin doğası gereği her dönemin insanı olmak zorundayım. Her dönemde çıkarıyorum çünkü bu gazeteyi. Bana her devrin adamısın dedikleri zaman bana hakaret olarak gelmiyor, kusura bakmasın kimse yani. Bu bana tam aksine yapmam gereken işi yapmışım diye geliyor. O yüzden de çok rahatlıkla ben dansözlük yaptım diyebiliyorum. Gocunacak bir şey değil benim için bu.”

“Ben aslında cambazlık yapıyorum”

Hazret, meslektaşlarını “Kalemini kır ama satma!” sözleriyle uyaran, bu ilkelere bağlı kalarak yarım asır ülke haberciliğinin “Amiral Gemisi” unvanını taşıyacak olan Hürriyet adlı gazeteyi hiçbir siyasi eğilimin adamı olmadan, özenle tarafsızlığını koruyarak yayın hayatına sokma ve yaşatma başarısı göstermiş büyük bir gazetecinin koltuğunda yirmi yıl oturmuş bir kişi olarak söylüyor bunları.

Hürriyet’in o dönemki yönetim uygulamalarına maruz kalmış olan karikatürcü Öznur Kalender’den iki Ertuğrul Özkök yorumu.

Dahası da var, diyor ki bir başka yerde Özkök:

“Beyler, ben gazetecilik yapmıyorum aslında. Cambazlık yapıyorum. Siz bilmezsiniz, benim hayatımın yüzde 20’si gazetecilikle, yüzde 80’i cambazlıkla geçer. Benim karşımda patron var, kızları var, damadı var. Yediğim fırçanın haddi hesabı yok.”

Adama sormazlar mı ne uğruna kalemini kırmayıp önüne gelene sattın, bunca itilip kakılmaya, aşağılanmaya katlandın? Mesleğin, meslektaşların için mi?

Kolay algılansın diye örnekliyorum; bu konuma düşmüş bir pantolon üreten firma yöneticisine yöneltseniz aynı soruyu, şuna yakın hüzünlü bir yanıt alırsınız ondan:

“Kim ister itilip kakılmayı? Ekmek yiyen bir ben değilim bu iş yerinden. Terzisi, ön ütücüsü, son ütücüsü, ponterizcisi, taşlamacısı, paketleyicisi, sevkiyatçısı, depocusu, pazarlamacısı, muhasebecisi, bekçisi, yani saysan evine ekmek götüren 50’ye yakın insan çalışıyor bu işletmede. 50 insanın her biri nereden baksan ortalama beş boğazı besliyor. Yeni doğmuşu var, okula gideni var, yaşlısı var, engellisi var bunların arasında. İşlerin ters gitmesi, işletmenin zarar etmesi, bu durumdaki 250 insanın mağdur olması, aç, açıkta kalması demek. Kolay değil, onca insanın ekmek parası, buna mecburdum beyim.”

Ertuğrul Özkök neyi dert edinmiş bunca yıl

Her konuştuğu, her röportajı, kendini anlatan her yazısı var Ertuğrul Özkök’ün orada, girin internet ortamına, bakın lütfen. Mesleğinin, meslektaşlarının ve çalışanlarının eline bakan insanların haklarını dert edinmiş şu içerikte bir savunma bulabilecek misiniz:

“Tamam 20 yıl boyunca her devrin adamı oldum, gazetecilikten çok jonglörlük, dansözlük yaptım, patrondan, kızlarından, damadından sayısız fırça yedim. Kim ister itilip kakılmayı, hiç düşündünüz mü neden katlandım bu aşağılanmalara? Tabii ki mesleğim ve meslektaşlarım için. Ekmek yiyen bir ben değilim bu gazeteden. Yayın kurulu kardosu, yazarı, çizeri, karikatürcüsü, muhabiri, fotoğrafçısı, servisçisi, matbaacısı, renk ayrımcısı, montajcısı, gece servisi elemanları, telifle çalışanı, makam şoförü, bekçisi, mutfak sorumlusu, muhasebecisi, idare amiri, teleksçisi, telefoncusu, sekreteri ve daha niceleri… Saysan 500’e yakın insan çalışıyor bu işletmede. 500 gazete emekçisinin her biri nereden baksan beş boğazı besliyor. Yeni doğmuşu var, okula gideni var, yaşlısı var, engellisi var bunların arasında. İşlerin ters gitmesi, gazetenin zarar etmesi, bu durumdaki 2500 insanın mağdur olması, aç, açıkta kalması demek. Kolay değil, onca insanın ekmek parası, onun için her devrin adamı oldum, gazetecilikten çok dansözlük, jonklörlük yaptım. Mesleğimin, meslektaşlarımın yüce çıkarları için, buna mecburdum.”

Sedat Simavi siyasilere eşit uzaklıkta olduğunu göstermek için Hürriyet’in ilk sayısının birinci sayfasında hem İnönü’nün hem de Bayar’ın makalesini yan yana kullanıyor. Özkök döneminde ise Hürriyet, iktidarın sözcüsü gibi manşetler atıyor.

Bunları dert edinmemişse Ertuğrul Özkök neyi dert edinmiştir bunca yıl?

Açıklamaları gösteriyor ki meslek etiği, meslek ilkeleri ve meslektaş çıkarları pek ilgilendirmemiş bu “büyük gazeteci”yi. Özen gösterdiği üç değer var: Birincisi işletmenin mali çıkarları, ikincisi patronun, kızlarının, hatta damadının mutluluğu, üçüncüsü kendi yaşam standardını, konforunu sağlamakta/korumakta gerekli olan maddi çıkar.

Ele avuca sığmayan solcu bir eğitimciyken

Geçmişini bilmeyen meslektaşlarımız, gazetecilik umurunda olmayan bu insanı patronlar neden işe almışlar, Türk yayın dünyasının “Amiral Gemisi”nin kaptanı yapmışlar ki diye sorabilirler. Elbette ki değil. Aslına bakarsanız kıskanılacak bir mesleki geçmişe sahip Ertuğrul Özkök. Bu işin hocalığından geliyor kendisi.

Yetiştim, anımsarım, aklımda kaldığı kadarıyla aktarmaya çalışayım o yıllarını.

Mesleğe başladığım 80’lerde Uğur Mumcu fırtınası esmeye başlamıştı. Karikatürcüydük ama Uğur Mumcu’nun başını çektiği ekip deniz fenerimizdi bizim. Onları okumadan, olayları tahlil edişlerine bakmadan güne başlamazdık.

Aynı yıllarda büyüklerimiz Ankara’da Hacettepe Üniversitesi’nde doçent olan bir Ertuğrul Hoca’dan söz eder olmuşlardı. Fenomenmiş öğrencileri arasında. Uğur Mumcu nasıl biz alaylı gazetecilerin rol modeliyse Ertuğrul Hoca da kuramsal eğitim alan mektepli öğrencilerinin rol modeliymiş. İmrenirdik, öğrencilerini kıskandığımız olurdu zaman zaman.

Hırçın, dik başlı, ele avuca sığmayan solcu bir eğitimciymiş okuldayken.

Öğretim üyeliği dönemindeki Ertuğrul Özkök ve yazdığı kuramsal kitaplar. Sonra çizgisini değiştirdi ve “tuhaf” eserler üretmeye başladı.

Derken 80 darbesi oldu. Hepimiz bir taraflara savrulduk. Yıllar ilerledi, Kenan Evren Turgut Özal’la demokrasiye geçme kararı aldı. Bu yıllar, küresel sermayenin ülkeler yöneticileri ve aydınları üstünde -AB eliyle- finans akışı sağlayarak egemenlik kurduğu yıllardı. Bir anda ortalığı liberaller, liboşlar -ki bunlardan biri de açıkça dillendirmiştir, Ertuğrul Özkök’tür- dolduruverdi. Nice solcu, devrimci bildiğimiz ünlü-ünsüz kişinin de bu rüzgara kapıldığı süreçte, meslekten patronlar kendilerini geri çektiler, yayın gruplarını gazeteci olmayan sermaye sahiplerine bırakmaya başladılar.

20 yıl sonra dansöz olmaktan onur duymak

Aynı süreçte ben de görsel iletişim kuramına merak sardım.

Çizer gazeteci olarak bu alanda kendimi geliştirmek istiyordum. Eğitim hakkını güzel sanatlarda kullandığım için gazetecilik okulu şansını kaçırmıştım. Ama kitaplara baş vurarak açığımı kapatabilirdim. Öyle de yaptım.

İlk iş, Claude Levi-Strauss, Jean Baudrillard, Walter Benjamin, Mc Luhan ve benzerlerinin kitaplarını edindim, okumaya başladım. Her biri hem tarih hem de felsefe açısından belleğimde yeni yeni pencerelerin açılmasını sağladı. Kısa süre sonra bunların yanına Ertuğrul Özkök adlı bir de tanıdık Türk kuramcısı eklendi. “Sanat, İletişim ve İktidar”, “İletişim Kuramları Açısından Kitlelerin Çözülüşü” adlı kitaplarını hayranlıkla okudum. Çünkü dünya çapında “bizden” olan bir bilim adamını müjdeliyorlardı her ikisi de.

 Derken 86’da Hürriyet’in sermaye kökenli patronlarının gazetenin başına efsane hoca Ertuğrul Özkök’ü getireceği söylentisi dolaşmaya başladı. Hepimiz sevindik. Çünkü çağın gerekleri yerine getirilecek, Türk basını kuramsal yanı eksik alaylı gelenekten, dil bilen mektepli geleneğe geçecekti. Ne var ki duyumlar, Hoca üniversiteyi bırakma niyetinde değilmiş, gelen tüm cazip teklifleri reddediyormuş yönündeydi.

Sonunda bir baktık, hatırlı kişiler araya girmiş, Hoca’yı razı etmiş.

Ne yazık ki bir yıl bile dolmadan hayal kırıklığına uğradık. Gazete yazılarında Kenan Evren’e, Turgut Özal’a ve onların getirmeye çalıştığı liberalizme övgülerle işe başladı. Solun, solculuğun, emeğin, emekçinin, gazeteciliğin, gazetecilerin onun gözünde bir değeri kalmamıştı. Ardından, koşturup patronunun arabasını çalıştırarak klimasının ısısını ayarlamak, patronu adına cenaze taziyelerini üstlenmek, patronun isteği doğrultusunda gazeteci kıyımı yapmak, satışı düşen dergileri toparlanma şansı vermeden kapatmak geldi.

Ağzımız açık kaldı bu hızlı değişim karşısında, onun gözünde patron, para, egemen olmak her şey; emekçi, gazeteci, gazetecilik hiçbir şey olmuştu.

Değer kaybederek 20 yılın sonunda “dansöz olmaktan onur duyacak” hale geldi.

Kahraman olarak başladı, anti-kahraman olarak bitirdi

Sonuç olarak şunu söyleyebilirim: Ertuğrul Özkök, meslek yaşamına bir kahraman olarak başladı, serüvenini anti-kahraman olarak sonlandırdı. Bir bilim adamını sırtından hançerledi, onun yaralı bedeninden bir yandaş, bir jonglör, bir dansöz çıkardı.

Özkök başkanlığındaki yeni yönetim, Hürriyet’in internet sitesindeki logosunda ve gazetenin içeriğinde siyasi iktidarın hoşuna gidecek değişiklikler yapıyor.

Şahtı, şahbaz oldu! Kral olabilecekken kral soytarısı olmayı seçti.

Üstelik bu başkalaşımı hiç olmayacak yerde, gelmiş geçmiş en onurlu gazetecinin kurduğu Hürriyet Gazetesi’nde geçirdi. Hem de onun, “Kalemini kır ama satma” başta olmak kaydıyla yerleştirdiği meslek ahlak kurallarından tek birini bile yürürlükte bırakmamacasına.

(Sedat Simavi’nin öz yaşamını ve basın serüvenini merak edenler aylar önce kaleme aldığım şu metne göz atabilirler: https://eskimiyen.com/sedat-simaviden-sedat-pekere-gazetecilik)

 

PAYLAŞMAK İÇİN