Metin Demirtaş… Yürürken aksak, düşünürken devrimci

Metin Demirtaş şiirinde Cezanne “İzlenimci”liğinden yansımalar üstüne bir deneme… Yürürken aksaktır, düşünürken devrimci… Gülerken Nasrettin Hoca, ağlarken Bayburtlu Zihni… Şairken Yunus, öfkelenirken Pir Sultan, âşıkken “biraz karacaoğlan/biraz dadaloğlu”, yanarken Kerem…

ALİ EKBER ATAŞ

Şiirin uzun ve yorucu yolculuğunda şair, şairliğin, “zanaatların en kanlısı”, şiirinse “sırların sırrını öğrenmek için” yürek pareleyen, ve kendisini sigaya çektiren bir uğraş olduğunu bilir.

Metin Demirtaş, şiirin, ulusal yatağında yürürken, düşüncesinin demir ayağını bir pergel gibi, toprağına gömüp, diğeriyle evrensel çaplı bir daireyi dolanır. İnsanlığa karşı duyarlı bir şair olarak, dünyada olup biten her şeyden kendini sorumlu tutar. Ve Che’ye, hepimiz adına seslenir:

Bizim de dağlarımız var Che Guevara/Bakma şimdi durgunsa, bir şahan gibi duruyorsa/Yorgundur, savaşlar görmüştür, çeteciler barındırmıştır/Yani satılmış değillerdir, hiç tüfek patlamıyorsa./Alaçamın, mor meşenin ardında, silah çatıp yatmaya/Bizim de dağlarımız vardır Che Guevara.”

Düşünce soyu, alet yapan insanla başlar, Antikçağ’dan, Promete’ye, ondan bize gelir.  Che’nin öldürümünün, yüreğine düşürdüğü yara “çelik öfkeli/uysal mavili…”, koca bir “telaş”.

Demirtaş şiirinde İzlenimci etkiler…

“Eflatun söğütlerin,/Gümüş selvilerin arasından,/Bir dere türküsüyle,/Bir yol çimenleriyle/Akıyor/-/Vadide kar sularında/Küçük küçük bahar sesleri./Basmış bayırları,/Pembe dumanı badem çiçeklerinin./Tepelerde benek benek kar mendilleri.” (Türkülerde Gezer Adları, KIRDA, s. 65).

Metin Demirtaş’ın, bu şiirinde olduğu gibi, bütün şiirlerinde, özellikle resim sanatında ortaya çıkan “İzlenimciliğin” (Empresssionist), belirgin etkileriyle karşılaşırız. Devrimci düşünce, özü oluştururken, doğa “İzlenimci” bir tarzda yansıtıl(mışt)ır. Biçim öz ilişkisi, böyle kurgulanmış. Devrimci düşüncenin, şiir gibi bir üst dile aktarılırken, şiire kazandırdığı devinim, yalınlığa yönelmedeki aşırı titizlik, resim sanatına soluk aldıran “İzlenimciliğin”,  devrimci ruhuyla tezatlık değil, büyük bir uyum sergiler. Belleğimizde canlan tablo, bilincimize yer eden doğanın “İzlenimci” tarzda verildiği bu görüntü, değişimin diyalektiğinden süzdüğü özle buluşuruz. Çünkü Demirtaş’ın doğası, devrimin kırıp döken, yakıp yıkan, asi ve romantik ruhuna değil, kendini değil salt, içinden çıktığı toplumu da beraberinde evrimleştiren, bir devrime hazırlamıştır. Müziği unutmayalım. Şiirlerinde müzik eksik değildir. Her ne kadar Yörük edalı, Akdeniz duyarlığı taşımış olsa da, Vivaldi’nin “Dört Mevsim”inden çağrışımlar yankılanır kulaklarımızda. Bu müzik eşliğinde belleğimizde canlanan tablo, Cezanne’ın ölüdoğa (natürmortları) ve manzara resimleri (peyzajları) ya da desenlerinden herhangi birisidir:

Cezanne’ın, (d. 18 Ocak 1839-ö. 22 Ekim 1906) “Eriyen Karlar” adlı tablosunu gözlerimizin önüne getirelim. Bu benzerlik, salt resim-şiir boyutunda kalmaz. İki farklı kıtanın (Asya-Avrupa) ayrı sanatçıları olarak yaşadıkları çağın gelişmeleri karşısında, kendilerine özgü sergiledikleri tutum, geliştirdikleri duyarlık ve yaşamlarının belli dönemlerindeki benzer suskunluklara da, dikkat çeker. Ayrıntıdan uzak, gösterişe düşmeden, yalın olana yöneliş, pastel tonlarda renklerin kullanılması, fırça sürüşlerindeki kabalıktan uzaklaşma isteği ne ise (Cezanne’da), Demirtaş’ın şiirlerinde seçtiği sözcüklerle betimleyip önümüze koyduğu doğa da, aynı duyarlığın ürünüdür. Dahası, şiirde sözcük ekonomisine gidip, “Az söz erin yükü/Çok söz hayvan yükü” diyen Yunus’u izlemesi, bunu bir ilkeye dönüştürüp, “şiirden ata ata yazması da” aynı bilincin devamıdır. Ne ki, Cezanne bir öncü, Demirtaş onu izleyen bir şairdir bu benzerlikte.

Cezanne, İzlenimcilerle (Empressionistler), özellikle İsviçre Akademisi’nde tanıştığı Camil Pissaro ile olan yakın dostluğu, resimlerinde belirgin bir biçimde değişim yaratır:

Donuk renkler yerini, İzlenimciler’in daha parlak renk anlayışına bırakır. Kalın renk katmanları tekniğini bırakıp, hafif fırça vuruşlarıyla “noktalama” (Puantilizm) yöntemine yönelir. Bunların dışında yalnız, pıhtılaşmış görünen yüzeyler kalmıştır. 1872–82 yılları arası, Cezanne’ın, İzlenimci dönemidir. Sanatçının, bu son on yıllık dönemine, kendisini modern resmin babası olarak kabul ettirecek, başarılarla dolu lirik dönemidir diyebiliriz.

20 yüzyılın farklı dönemlerinde aynı yazgıyı yaşamışlar…

Cezanne; güzel sanatlar sınavına girer ve başarısız olur. Yaşadığı Aix’e geri döner. Aix’te,  yaptığı eserlerini gösterime sunmayı 1864’ten 1869’a kadar, Paris Salon Jürisi tarafından reddedilir. Bu reddediliş, aynı dönemde Hukuk öğrenimini sürdüren Cezanne’ı yıldırmaz. Resim yapmayı ısrarla sürdürür. İlerde, XX. Yüzyıl modern resim sanatının babası sayılacak birikime hazırlar kendisini. Sonradan, modern resmin doğmasına yol açacak Fovlar, Kübistler ve Soyut Sanatçılar gibi yeni kuşağı büyük ölçüde etkilemiştir. Geçirdiği ağır bir zatürre hastalığı sonrasında, 22 Ekim 1906’da öldüğünde, özellikle 1907’de Paris’te Salon d’Automne’dan açılan sergiden sonra, yapıtları, XX. Yüzyıl resminin en önemli kaynakları, kendisi de, XX. Yüzyılın modernistlerine göre, modern resmin babası sayılacaktı.

Demirtaş’ın da böyle uzun (2004-2011) bir suskunluk dönemini, Cezanne’ın Güzel Sanatlar sınavını kazanamayıp Aix’e dönerek, Paris Salon Jürisi’nce reddedilmesine karşın, resme devam ettiği dönemine benzetebiliriz. Şu farklarla:

Aynı çağa (XX. Yüzyıl) doğan her iki sanatçı, XX. Yüzyılın farklı dönemlerinde yaşasalar da, Cezanne, resimlerini Paris Salon Jürisi’ne gönderirken, Demirtaş, yayınevlerine kitap dosyalarını göndermemiştir. Ne ki, her ikisi de, ustalık dönemlerinde yakaladıkları başarının ödüllerini aldılar:

Cezanne, yapıtları ve sanatçı kişiliğiyle nasıl XX. Yüzyılın öncü sanatçısı ve modernizmin babası sayılmışsa, Metin Demirtaş da, şiirselliği önceleyen, şiir sanatın estetiğini ıskalamadan, “…şiirin toplumsal işlevini unutmadı. O, şiir dilinin ‘hançer’ gibi delici ve bir ‘lir’ gibi ‘duygulu ve duyarlı’” sesi olarak; hoşgörüyü ustalıkla, alçakgönüllülüğü üretkenlikle birleştiren şiirleriyle, böyle bir portre çizer, XX. Yüzyıl Çağdaş Türk Şiirinde. Belki de onun en büyük hatası, dışardan bakan bizler için fazla gelen, baba yadigârı, alçakgönüllülüğü ve kendi köşesinde kalıp, büyük yalnızlığın yaratıcılığında, devrimci şiirini örmesindedir. Dahası, “Gürültüsüz türkü söyleyenleri seviyorum” demesindedir.

Enver Gökçe, Fikret Otyam, Metin Demirtaş.

Demirtaş, uzun aradan (2004-2011) sonra “Türkülerde Gezer Adları” (Evrensel Basım Yayın, I. Basım, Ekim 2009) ile “Sarı Defterim”in (E Yayınları, 2011), ardından, yine Evrensel Basım Yayın’dan yeni baskısı yapılan “Şiirin Kanadında Mektuplar” adlı yapıtlarını gün ışığına çıkarmasıyla, uzun süren bu suskunluğunu bozar. Özellikle Türkilerde Gezer Adları ve Sarı Defterim’le, Cezanne’ın, son on yılındaki “doruğa çıkışının” bir benzerini, Demirtaş’ın şairliğinde ve yazarlığında görürüz. Bu son döneminde Cezanne, belli lirizme ve daha özgür fırça vuruşlarına yönelerek, resimsel etkisini arttıran, gösterişli ve cesaretli yapıtlar vermiştir. Eserlerinde, yeni yeni başlamakta olan Kübizm’e özgü, kesin akılcı yaklaşımın belirtileri sezilir. Renklerinde ve biçimlerindeki lirik anlayış olan Fovist akımın özellikleri de göze çarpar. Demitaş’ta da, gelişerek yükselen bu başarı, “Türkülerde Gezer Adları” ve “Sarı Defterim Şiirli Yazılar, Günlükler”inde somutluk kazanır.

Kendi köşesinde yerelden ulusala ulusaldan evrensele yürüyüşün getirdiği ödüller…

Metin Demirtaş, “Türkülerde Gezer Adları” ile “Yunus Nadi ve Cemal Süreya Şiir Ödülleri”ni aldı. “Çağdaş, Toplumsalcı Türk Şiirindeki yerine, bildiğimiz nedenler ve çok sıkıntılı dönemlerin yaşandığı, 12 Mart ve 12 Eylül faşizminin, olağanüstü dönemlerinden geçerek geldi. Her devrimci gibi yapması gerekeni yaptı. Payına düşeni gürültüsüz yaşadı. Bir bacağını kaybetti. Ama şiiri bırakmadı. Ne hayata ne de şiire küstü. Onu ve kuşaktaşı bütün devrimci şairleri, baskılarla şiirden uzak tutmaya çalıştılar. İşsizliğin, “Başlar yeni maceran/Başlar işsizlik/O en büyük hapishane”sinde, boğulduğu o yıllarda, memleketi, “Çocukluğunun coğrafyası Akçay’a” çekildi. Şehrin modern eğitim-öğretim ortamı ve laboratuvarlarından, el yordamıyla yürütülen abisinin soğuk demir atölyesine, eskilerin demesiyle “tenzili rütbeyle” zorunlu geçiş yaşadı. Yüksünmedi. Çalıştı. Bir buçuk kalan ayağına bir de yarım demir ayak katarak…

12 Eylül sonrasında özellikle, kendi köşesine çekilmesi ve yurduna hasret, sürgünde yaşayan şair dostu, Ataol Behramoğlu ile mektuplaşmalarından oluşan “Şiirin Kanadında Mektuplar”, bu dönemin (ortak) bir eseridir. Çağdaş Türk Şiirinin gelişimine olduğu kadar, o dönemin şiirine ve şiir anlayışına, siyasa ortamına ışık tutmasıyla da, genç şairlere kaynaklık edecek bir yapıt; iki büyük ustadan. “Türkülerde Gezer Adları” (Evrensel Basım Yayın, I. Basım, Ekim 2009) ile “Sarı Defterim” (E Yayınları, 2011) yapıtı ise, suskunluk dönemine son verdiği, özellikle “Sarı Defterim”le beraber gelen başarı,  Cezanne’ın son on yılında resim alanında yakaladığı başarısının bir benzerini, yakalatmıştır ona. Sürgündeki dostuna şöyle sesleniyor:

“(…)Dostların var sürgünde./-Yabancı yağmurlarda üşüyen-/Duvarlar, demirler ardında kardeşlerin,/Adanmışlar bir güzel türküye,/Acılar içinde zorlu bir yolu yürüyen.”

Bir Akdeniz coğrafyasıdır Demirtaş şiirleri…

Yürürken aksaktır… Düşünürken devrimci… Gülerken Nasrettin Hoca… Ağlarken Bayburtlu Zihni… Şairken Yunus… Öfkelenirken Pir Sultan… Âşıkken “biraz karacaoğlan/biraz dadaloğlu”, Yanarken Kerem, Madımak’ta külden yontu… İlhan Erdost’un güz ölümü, hüznün derin denizi.. Dehlizlerin “uysal mavili çelik öfke” sesleri… Enver Gökçe’yle Eğinli… “derin/ince düşüncelerin” dip dalgası… Akdeniz edası, endemik bitki örtüsü, ardıçları, ahlat ağaçları… Biraz Yörük, çokça da Yörük türküsü… Toplumsalcı Türk Şiirinde ilerlerken Necatigil’e uğramış şiir yolu, “Üzgün” şiiriyle… Biraz hayranlık, çokça da saygınlık dolu… Enikonu, “su akar yatağını bulur” diyerek, birike birike ilkin, “Türkülerde Gezer Adları”, sonra “Sarı Defterim”iz olarak çıkıp geldi. İyi ki de geldi. Demirciler çarşısında yükselen kol gücü emeğin çekiç sesleri yükselir Demirtaş’ın şiirinde.

Metin Demirtaş, Ali Ekber Ataş, Eşref Ural.

Lirizm ve hüzün iç içe. Endemik dokusuyla Akdeniz duyarlığı. Onun şiir temalarında herkes, suyu taşırmayan gül yaprağıdır birbirine. Şiirlerinin hemen hepsinde (Cezanne-Demirtaş karşılaştırması) doğa, İzlenimci (Empresionist) betimlemelerle yansıtılmış. Cezanne’ın pastel renkleri, onun şiirlerinde alçakgönüllü ses tonlarına dönüşür. Ne baritondur ne de tiz. Çizgiler, kaba pentüre dönüşmez (Yukarda Cezanne’ın resim anlayışını anımsayalım). Her ne kadar Van Gogh (d. 30 Mart 1853–ö. 29 Temmuz 1890) ve Monet’yi (d. 14 Kasım 1840–ö. 5 Aralık 1926) sevip, çalışma odasının duvarlarına resimlerin tıpkıbasımlarını (röprodüksiyon) assa da, onun şiirlerinde Cezanne’ın manzara resimleri, natürmortları, desenlerinden izler vardır, daha çok. Van Gogh’un sert fırça darbeleri, aynı yoğunlukta şiddetli ışığı, burgaçlı sarıları, Monet’in kır esintili tabloları, kar örtülü evleri yansımaz şiirlerinde. Doğa, Cezanne’da olduğu gibi, İzlenimci bir gerçeklikte betimlenmiştir:

Önümüze, bir Akdeniz coğrafyasıdır, çizip koyduğu. Bir romancı gibi ayna tutar. Umut ve hüzün, acı ve sevinç, aynı değer ve oluş katında. Umutsuzluk umuda, acı sevince evrilmiş… Bu coğrafyada olup bitenlerin bir anda, kendiliğinden ortaya çıkmadığı belli. Şiirlerinde, insancı bir ses dolaşır, sesler içinde. Sosyalist, devrimci bir yüreğin atışlarıdır. Devrimci düşünce, doğanın İzlenimci betimlemesinde lirikleşip türküleşir, Türkçenin coğrafyasında. Tutkuları, hasreti, öfkesi, sevinçleri yansır. Coşkularında, “derin yara almış bir umudun” hüznü yükselir, dostların zamansız gidişlerinden kalan…

Son olarak…

Demirtaş’ın şiirindeki temalar ve yansıttığı dünya; umudun, barışın, sevginin birbirlerine, suyu taşırmayan gül yaprağı kesildiği bir dünyadır. Şiirlerinin hemen hepsinde karşılaştığımız doğa, Cezanne gibi İzlenimci bir tarzda betimlenmiştir. Renkler, aynı alçakgönüllü tavırla yansıtan tabloda, pastel tonlarla verilmiştir. Çizgiler, kaba pentüre dönüşmez. Biçimler, Anadolu mimarisinin estetik ve incelik dolu çizgeleriyle hayat bulur şiirlerinde. Sessiz derinliğinde, insanı büyüleyen bir şeyler barındırır. Bu çekim, şiirinde yansıttığı doğa görünümlerinde, şiirin müziğindedir.

Asıl yurdu Türkçenin, Akdeniz edalı şiir diliyle coğrafyalar çizip koyar önümüze Demirtaş.

Kendince… Alçakgönüllü… Sessiz…