Marx’ın eczanesinde size deva yok!

Devrimciliğin yükseliş zamanlarında sosyalist olmak rağbetteyken, Marx’ın “Din halkın afyonudur” vurgusu ilk öğrenilen düsturlardan olurdu. Bu boğucu gericilik evresinde ise, hidayete erilirken aynı sözü kendine siper etmenin acıklı çabasıyla da karşılaştık! Anlaşılıyor ki dünü devrimci olarak aşmanın tek yolu bilimsel sosyalizmde sebat etmenin yanı sıra Aydınlanma kültüründe ve materyalizm cephesinde de ödünsüz bir ideolojik mücadeleden geçiyor

 

HALDUN ÇUBUKÇU

Oysa, nice zamandır Ender Helvacıoğlu’nun da sahiplerinden olduğu gündem önerisi; sosyalizmin bugününün ve geleceğinin değişkenleri, teorideki eskiyen önermeleri olabildiğince geniş tabanlı tartışma konusu yapma derdindeydim. Neler artık gündemimizde olmamalı; nelerin artık karşılığı yok ve neleri gündeme almalıyız… gibi.
Önemli ölçüde bu amaca yaramasını umduğum Eskimiyen sitemizdeki bir yazı;  karikatürümüzün ustalarından Köksal Çiftçi’nin yazısı[1] bu tartışmayı geçmişin hesabını netleştirmekten sonraya bıraktı. Elbette milyonlarca alt başlıktan oluşan bir geçmiş hesaplaşmasından, hesaptan söz etmiyorum, en irilerinden biri olan din; özellikle de İslam konusunda kendisini Marksist (Bilimsel sosyalist) görenler arasında bir hesaplaşmayı tamamlama koşulundan bahsediyorum. 
Aslında kendilerini hâlâ Marksist, sosyalist filan görüyorlar mı bilmiyorum; ancak Marx ve diğer ustalardan yapılan alıntılamalar en azından bu iklim içerisinde görünmeye gayret ettiklerinin yansıyışı oluyor. O zaman eleştiriyi de bu kapsamda kurmak kaçınılmaz. Gerçi Köksal Çiftçi kendisini net olarak “biz Marksistler” tanımına soktuğuna göre onunla doğrudan bu alanda tartışmada kimsenin pek hatırı kalmayacak.
Dinin bir zamanlar ilaç olduğu, komünist köylü hareketlerinde ilaç- deva niyetine işleve sahip olduğu, burjuvalar köylülüğü yok etmek için karar almasaydı bu sürecin farklı olacağını, dolayısıyla “din afyondur” saptamasına artık başka yaklaşılması gerektiğini anlatıp teorileştirmeye çabalarken, tezlerinin girizgahını da şöyle kuruyor Köksal Çiftçi:
“Din halkın afyonudur” ama ilaç olarak mı, zehir olarak mı?
Marks’ın bu sözünü bağlamında anlayan ilk ben değilim elbet. Kendilerini “Liberal Sol” diye tanımlayanlar ve “İslam Sosyalizmi”ni savunanlar da var olguyu doğru algılayanlar içinde
.”

Güzel.
Neymiş: Marx’ın “din halkın afyonudur” sözündeki dinin afyonla özdeşleşmesi metaforu, sanıldığı gibi uyuşturucuyu ya da zehri değil, ilacı işaret etmekteymiş! Yani din halkın ilacıdır!
Ama, ne yazık ki bunun böyle olduğunu doğru anlayan pek azdır. Garip şekilde bunu doğru anlayanlar içinde “liberal solcular”, “İslam sosyalizmi” savunucuları ve içlerinde Köksal Çiftçi’nin de, pek mütevazı şekilde “bağlamında anlayan bir tek ben değilim, başka arkadaşlar da var” diye işaret ettiği çok zeki kavrayışlı çeşitten “Marksistler”in olduğunu ama genel olarak Marksistler, özel olarak da “Sol liderler”in olmadığını yine vurgusundan anlıyoruz; bizler Marx’ın sözünü bağlamında anlayamamışızdır!
Çiftçi, cümlesinin maliyet açmazını pek iyi kavradığı için hemen liberal solcuları ve İslam sosyalistleri ile kendi farklarını koyma çabasına giriyor, ötekileri bir çeşit mahkumiyete maruz bırakıp kendi haklılık paylarını liberallikten ve İslamcılıktan arındırdığı kanısına temiz yürekle ulaşmış oluyor. Tıpkı, bir dönem Rusya’nın “din aslında halkın ilacıdır”cılarına karşı Lenin’in “İdealist olmadığına Allahın adına yemin” edenlere[2] dikkat çekmekten kendini alıkoymadığı entellektüellerin çabalarına benzer şekilde.

Sonra da bol bol Marx kitapları kapaklı görselleriyle tezini kanıtlamaya girişiyor Köksal Çiftçi. Marx’ın kitaplarının görselliğiyle Marx’a karşı Marx’ı açıklama çok elverişli oluyor demek ki, böylece görsellik içinde tanık oluyoruz.

İşin daha da ilginç yanı, sosyal medya sayfalarımızda bizim, Eskimiyen olarak yazının sunumunu “açıklama getiriyor” ibaresiyle paylaşmış olmamız.

Ne garip ya da değil; ama eğlenceli, Marx’ın belki de en çok alıntılanan sözünün gerçekten ne anlama geldiğini en yakın dostu Engels anlamamış, Lenin anlamamış, Stalin, Troçki, Buharin, Zinovyev, Lunaçarski, Plehanov, Rosa Lüksemburg… ve Sovyetler Birliği devletinin akademileri, teorisyenleri anlamamış, Mao Zedung, Çin Halk Cumhuriyeti ideologları ve akademisi, Doğu Almanya, Yugoslavya, Küba, dünyanın seçkin Marksistleri anlayamamış, hatta ve hatta Karl Marx kendi lafını anlamamış; nihayet yaklaşık 180 yıl sonra Türkiye’de de birileri cümlenin doğru anlamını keşif ve bizi çağımıza tanık ediyor. Biz de kıvançla paylaşıyoruz!

Şimdi bu müthiş keşfin sürecini Köksal Çiftçi’den okuyalım: “Dinlerin sanatla ilişkisini irdelemeye merak sardığım zaman kabul görmüş Marksist metinler dışında da kaynak okumaya başladım. Kısa sürede beynimdeki “koruyucu” çitler bir bir yıkılmaya başladı. Marks’ın ve Engels’in pek çok söyleminin sol liderlerin iddia ettiklerinin tam tersi yönde olduğunu hayretle gördüm. Bunların başında da elbette bağlamından koparılmış “Din halkın afyonudur!” söylemi geliyordu

Böylece 60 yaşından sonra, karikatürüyle Erdoğan’a hakaret ettiği iddiasıyla yargılanmaya maruz bırakılan Köksal Çiftçi bütün gençliğinin ve olgunluğunun yorumlarını ve “kabul görmüş Marksist metinler”i dıştalayarak kabul görmemiş Marksist” metinlerden kendine bir zihin açıklığı oluşturmakta olduğunu duyuruyor. Ne güzel.

Ve başlıyor “Din halkın afyonudur” saptamasına tevil getirmeye.[3]

OYSA!…
Marx’ın ifadesindeki “afyon” metaforu başlı başına bir koçbaşıdır. Dinin sahte huzur, rahat, katarsisden oluşturulan ‘kurtuluş ülkesi’nin kale kapılarını yerle bir etme işlevselliğindeki metafor. “Dine dönüşçüler”in, “tanrı kaşifleri”nin kendileri yararına bulacakları kozmik bir zerre bile yoktur bu acımasız, net, keskin ve kesin tanımlamada.
Din halkın afyonudur; uyuşturucudur. Halkı uyuşturur. İşte bu kadardır. Başka hiçbir açık, kapalı, ikincil, alt katmansal anlamı filan yoktur. Bu kadardır.
Afyon metaforu hiçbir koşulda, hiçbir zırvalama yarışında, hiçbir teslimiyet töreninde ve hiçbir şekilde “Mevlayı bulma yollarında” dine râm olunurken anlam kaymasına uğrayacak denli zayıf, çürük, belirsiz bir metafor değildir. Son derece açıklayıcı ve ikna edici olarak “uyuşturucuya” kilitlidir.
Yoksa “afyon”u “ilaç” olarak okuyup “din halkın ilacıdır” gibi Marx’ın söylemeyi bir türlü akıl edemediği şahne bir buluşu onun adına ortaya çıkarıp materyalizme karşı idealizmi, diyalektiğe karşı metafiziği öneren “valla liberal değilim”ci arkadaşların, hatta Marx’ı Marx’a karşı eleştirel olarak kavrayış ve algı ile tepe üstü dikmeye çabalayan “meğerse Marx ne demek istemiş cânım”cı tanıdıkların, geriye kalan her devrimciyi teslim almak için bu denli karşı konulmaz ölçekte transandantal argümanlar ileri sürmeyi göze alan “biz gerçeği bulduk, siz de bulun” çağrısına hayran olmamak elde mi; bunu da belirtmeden geçemiyorum doğrusu!
Ne var ki…
Her şeyden önce, çağının afyon tekkelerine, batakhanelerine, hatta insanlığın en rezil savaşlarının ikisini teşkil eden Afyon Savaşları’na[4] tanık olmuş Marx’ın, hele o zaman hiçbir tedavi edici kimyasalı sentezlenmemiş ( 20. Yüzyılda ve yeni binyılda sentezlenmiş midir bilmem) bir uyuşturucunun ve türevlerinin; sadece acıyı azaltan, hissedilmesini engelleyen bir uyuşturucunun işlevini bilemediğine ve ilaç değeri taşıdığına işaret ettiğine ilişkin kanı sahibi olacağız, öyle mi?
Ama ne Marx algısı ya!

Varsın Marx, bağlamından alıntıladıkları afyon teşbihini yaparken, çok zekice bulduklarını sandıkları o bağlama, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkı – Giriş bölümünün daha ikinci cümlesinde gümbürdeten şu pimi çekilmiş el bombasını atmamış olsun: “dinin eleştirisi tüm eleştirinin başlangıç koşuludur.” [5]
Dine yaklaşımları bu eleştirinin kurulması ve yetkinleştirilmesinden ibaret olan Marx ve Engels’in tek bir cümlesinde bile “gerçek Marksizm bu değil”cilerin bulabileceği dini olumlayan tek bir satır bile yoktur. Olması da Marx ve Engels’in kendilerinin kendileri tarafından yadsınması anlamına gelirdi.

Aynı yerde, şu müthiş tümceyi kuran Marx’ın aslında ne söylemiş olduğunu yorumlamaya kalkmak bile fazlasıyla gerçeği zorlamak değil midir: “Cennetin düşsel gerçekliğinde, insanüstü bir varlık arayan ve orada kendi yansısından başka bir şey bulamayan insan…”

Apaçık ortada olanın açıklamasına kalkışmaktaki ıstırabımın faturasını, bizlerden oluşan âlemi budala, kendilerini de yeni şeylerin pek zeki kaşifleri sayan dostlara çıkarmaktan başka seçeneğim yok.
Çünkü nasıl edip o tümcelerin anlam dizgesini ıskalamışlardır bilemem: “düşsel gerçekliğin” içerdiği “insanüstü varlık” aramanın acıklı haline girizgah oluşturmuşlardır ki, çabalarında, daha ilk satırlardan itibaren geriye o “düşsel gerçekliği” ve “insanüstü” varlığı arayanların zavallı çaresizliği perişan perişan görünmektedir.
Her ne kadar o meşhur şiarı bağlamında anlayamayan dar görüşlü ya da kısmetsizlerden diyelim, olsa da Lenin, değil dinde komünizm bulmak, dine kapı aralayanlara bile Engels’in ne denli acımasız olduğunu işte şöyle ifade ediyordu:
“…materyalist ve ateist Dühring’i, dine ve din felsefesine açık kapı bıraktığı için, materyalizminin tutarsızlığıyla suçladığını anımsatalım. Ludwig Feuerbach ile ilgili eserinde Engels’in, onu, dini ortadan kaldırmak için değil, aksine dini yenilemek, yeni, “daha yüce” bir din icat etmek için vs. mücadele etmiş olmakla suçladığını anımsatalım. “Din halkın afyonudur”
Marx’ın bu veciz sözü, din sorununda Marksizmin tüm dünya görüşünün köşe taşıdır.”[6]

Bir an düşünmekten kendimi alamıyorum; Lenin yaşıyormuş ve biz ona “Abi, sen bu işin bağlamını yanlış anlamışsın, aslında bu senin sandığın gibi köşe taşı filan değil, ilaç ilaç…” diye güzel güzel izah ediyoruz!

METİNLER ARASINDA NAFİLE BİR GEZİNTİ

Ayrıca ve çünkü Köksal Çiftçi de hayranlığını belirttiği “Hegel’in Hukuk Felsefesi’nin Eleştirisine Katkı”dan alıntıladığı metinden kendi önermesine, ne kadar güreşse de dayanak çıkartamadığının farkında olup Engels’in “Köylüler Savaşı”na atlayarak oradan çaresizce destek ile yardım bulmaya çabalıyor ve haliyle onların değil ama kendi vardığı sonucu tebliğ ediyor:
Buradan hareketle şunu söylememiz olasıdır: Marks da halk kitlelerinin inandığı şekliyle dinin devrimci, hatta komünist olduğu konusunda Engels’le aynı fikirdeymiş.”

Keşke o zaman birileri Engels’e, “Marx da sizinle aynı fikirde bu konuda” deseydi. Bunu bilerek ölmenin bahtiyarlığı farklı olacaktı haliyle!
Hem de hiç öyle düşünmedikleri bir konuda!

İkisi de çok düşkün oldukları tarih incelemelerine sınıflar sosyolojisi, diyalektik ve tarihsel materyalizmin ufuklarından yaklaşırlar ve üretim ilişkilerinin tarihi koşullarda bilinçlere yaptığı etkiyi ve saflaşmaları yorumlayıp sentezlerler.
Halk kitlelerinin devrimci akımlarının Feodal çağda kaçınılmaz olarak dini ideolojinin içinde ama egemenlerin önerdiklerinden başka bir yorumla kendi önermelerini oluşturmalarından ve Marx’la Engels’in bu çizgiye derin sempati duymasından daha doğal olan ne vardır?
Luther’in Protestan ahlak ve ideolojisine karşı, köylü ayaklanmalarının İsevi ilkel eşitlikçi ve komünal ama siyasi iktidarı dünyanın efendilerine bırakan mirasına atıfta bulunup “gerçek” adına savaştıklarını saptamaktan özge nasıl bir ideoloji ve “dünya görüşü – algısı”nın tarihinin yorumlanışını oluşturabilirlerdi?
Bunun için Almanya’ya gitmeye de gerek yoktur; Bütün İslamiyet tarihinde de İslamın Sünni egemenlerinin teolojisine / ideolojisine karşı halk kitlelerinin İlkel Komünal Toplumdan hatıralarıyla da oluşturdukları karşıt, Râfızi, Batıni ideolojilerinin simgeleri de böyle değil midir?
Örneğin Pir Sultan’daki Şah, hatta Ali; Kerbelâ simgesi halk sınıflarının kendi “gerçeklik” tahayyüllerinin simgeleri olarak değer kazanmamış mıdır?
Karmatilerin, Serbazar Derviş Cumhuriyeti’nin, hatta Fatımilerin ve hatta “zihnin bütün köleliklerine kıyam” çağrısı yapan Alamut batınilerinin mücadelesinde de bu komünist “çınlamaları” bulmuyor muyuz?
Neleri?
Komünizmi değil, “çınlamaları” yani nüveleri, yani kalıntıları, yani sezgiyi…
Öyle der çünkü Engels: “Bu komünist çınlamalar, ancak Müntzer’dedir ki, gerçek bir toplum bölüntüsünün özlemlerinin ifadesi durumuna gelirler. Ancak ondadır ki, bu komünist çınlamalar belli bir açıklıkla formüle edilmişlerdir ve ondan sonra, bu çınlamaları, modern işçi hareketi ile kaynaşmalarına kadar, her büyük halk ayaklanmasında bir kez daha duyarız.”[7]
Oysa, Köksal Çiftçi ne diyor?
“Buradan hareketle şunu söylememiz olasıdır: Marks da halk kitlelerinin inandığı şekliyle dinin devrimci, hatta komünist olduğu konusunda Engels’le aynı fikirdeymiş.”
Öyle miymiş?
Yukarıda öyle demedikleri bariz. “Çınlamalar, “sezgiler”den bahsediyorlar.
Tarihteki saflaşmalardan görece doğruyu, devrimci olanı saptamak başka şeydir, tarihin tarihte kalmış yanılsamasından “dinin devrimci, hatta komünist olduğu” vargısına zorlayarak gelmek ve devrimcilere mahcup mahcup din önermek bambaşka bir şeydir.

Çünkü her şeyden önce Köksal Çiftçi “Tarihsel” materyalizmi gözardı ediyor.
Bu noktada asıl alıntıya dönmek gerekiyor, konuyu nasıl anlamak gerektiği Marx’ta apaçık çünkü:
“Din bu dünyanın genel teorisi, onun ansiklopedik özeti, halkın düzeyine indirgenmiş mantığı (…) insani özün düşsel gerçekleşmesidir, çünkü insani öz asıl gerçekliğe sahip değildir. Dolayısıyla dine karşı savaşım vermek, tinsel kokusu din olan dünyaya karşı, dolaylı olarak, savaşım vermektir.
Dinsel açlık, bir yandan gerçek açlığın dışavurumu, bir yandan da gerçek açlığa karşı protestodur. Yaratığı bunaltan içli bir ezgi olan din, tinin dışlandığı toplumsal koşulların tini, kalbi olmayan bir dünyanın ruhudur. O, halkların afyonudur” [8],[9]  ( Sözcüklerin Marx tarafından altı çizilmiş)

Marx’ın 200. Doğum günü kutlamaları çerçevesinde Beijing’de açılan “Gerçeğin Gücü” adlı sergiden

Anlaşılmış mıdır acaba?
“Bu dünya” derken ne kastedilmiştir, her zaman özellikle bugün için geçerli bir dünya mıdır dinin genel teorisi olduğu belirtilen dünya?
Ne olduğunu meşhur alıntının tam üstündeki cümlelerden yanıtlayabiliyoruz:
“insan, dünyanın dışında herhangi bir yere çekilmiş soyut bir varlık değildir. İnsan, insanın dünyasıdır, devlettir, toplumdur. Bu devlet, bu toplum, tersine çevrilmiş dünya-bilinci olan dini yaratırlar, çünkü onların kendileri tersine çevrilmiş bir dünyadır.” (Altı Marx tarafından çizilmiş)[10]

TERSİNE ÇEVRİLMİŞ DÜNYANIN BİLİNCİ

Bu kadar apaçık anlama sahip olan yargı, nasıl olur da bulandırılmaya çalışılır?
Din eşittir “tersine çevrilmiş dünya bilincidir” Yani bir bilinç değil, sanıdır. Yanlış bilinçtir. Tepe taklak edilmiş bilinçtir.
Thomas Münzer için de böyledir Luther için de böyledir.[11]

                 Bakınız: Dipnot 11

Münzer’in komünist “çınlamalı”, eşitlikçi, kandaş demokrasisine dayanan özlemi ile Luther’in egemen sınıf ideolojisi gerçeklik temelinde, ama her ikisi de tersine çevrilmiş dünya bilinci olarak, tarihsellik içinde ve asıl olarak üretim ilişkileri ve üretim araçlarının mülkiyeti üzerinden karşı karşıya gelirler. Ne var ki, Münzer’in komünal özleminin, eşitlikçiliğinin Luther’in ideolojik muhafazakarlığı ama burjuvazinin geleceği örgütleyen atılımı karşısında şansı yoktur. Çünkü tarih niyetlerin, özlemlerin, “ruhsuz bir dünyanın ruhunun” değil maddenin akışının tarihidir.
Bu tarih içinde de Münzer’in “komünist” dinini Luther’in burjuva dinine yeğ tutmak diye bir seçenek yoktur. Tersine dünyanın sınırlı, geri, ilkel ve bilim dışı algılarında din ne kadarını ifade edebilirse o kadarını ifade etmiştir.

Ve bütün bir hayatı sonuç olarak köylüler, köylü dini, köylü eşitlikçiliği filan değil burjuvazi belirlemiştir. Çünkü:
“ Burjuvazi tarihte son derece devrimci bir rol oynamıştır.
İktidarı ele geçirdiği her yerde feodal, ataerkil ve kırsal ilişkileri sona erdirmiştir. Feodalite insanını “doğal üstlerine” bağımlı kılan çeşitli ve karmaşık bağların tümünü acımasızca parçalamış, insanla insan arasında yalın çıkardan, duyarlıktan yoksun “peşin parayla ödemeden” başka bir bağ bırakmamıştır. Dinsel esrimenin kutsal ürpermelerini, şövalyelik coşkusunu, küçük burjuva duygusallığını bencil hesabın buz gibi sularında boğmuştur. Bireysel saygınlığı sıradan bir değiş tokuş değerine dönüştürmüş ve onca zahmetle kazanılmış olan sayısız özgürlüklerin yerine tek bir özgürlük, gözü dönmüş ticaret özgürlüğünü koymuştur. Kısacası, dinsel ve siyasal aldatmacaların perdelediği sömürünün yerine açık, utanmaz, doğrudan ve acımasız bir sömürü getirmiştir.”[12]

Dolayısıyla burjuvazinin Çiftçi’nin aşağıdaki satırlarda ifade ettiği türden dehşetleri pek yoktu. Köylü isyanlarından dehşete kapılan tarihsel olarak burjuvazi değil, feodallerdi:

“Köylü isyanları tüm Avrupa’da patlak verince burjuvazi dehşete kapılmış, bu görkemli komün isteğini büyük çabalar ve bedellerle bastırmıştı. Yeniden böyle bir kabus yaşamamak için ne pahasına olursa olsun köylülüğü yeryüzünden silme kararı aldı ve bunu yıllara yayarak maalesef başardı. Köylüleri toprağından, köklerinden koparıp şehirlerin varoşlarına tıktı, proleterleştiremediklerini lümpenleştirdi.” [13]
Hele hele bu tür şeylerin; bir sınıfın diğer sınıfı tasfiyesi türünden büyük, devasa sıçramalara “hadi arkadaşlar köylülüğü tarihten silelim” diye alınan kararlar sonucunda ulaşıldığını düşünmek ne yazık ki pek naif oluyor; üstelik “köylülüğü yeryüzünden silme kararı”na üzülmek,  “maalesef” başarıldığını düşünmek, hayatı, sınıf mücadelesini, üretim şekillerini ve üretici güçleri mutlak iradi süreçlerle değiştirebildiğini sanmak gibi haddinden de fazla bir idealizm içeriyor.
Bunda ‘maalesef’i gerektirecek hiçbir şey yoktur; tarihin tekerleği devrimden ve ilerlemeden yana dönmüştür. Yeniden Komünist Partisi Manifestosu’nun o olağanüstü satırlarına dönerek bu konuda Marx’ın ve Engels’in bakışının ne olduğunun altını çizmiş olayım. Buyrun:

Burjuvazi üretim araçlarını, dolayısıyla üretim ilişkilerini ve bunlarla birlikte bütün toplumsal ilişkileri durmadan devrimcileştirmeksizin var olamaz. (abç) Oysa eski üretim tarzının olduğu gibi korunması daha önceki bütün sanayici sınıfların ilk varoluş koşuluydu. Üretimin durmadan altüst edilmesi, bütün toplumsal koşulların aralıksız sarsılışı ve bitmek bilmeyen bir belirsizlik ve çalkantı burjuva dönemini öteki bütün dönemlerden ayırt eder. Bütün kemikleşmiş, donmuş ilişkiler arkaları sıra gelen eskiden beri saygıdeğer tasavvur ve görüşlerle birlikte silinip gider; yeni oluşanlar ise daha kemikleşmeye fırsat bulamadan eskir. Katı olan her şey buharlaşıyor, kutsal olan her şey ayaklar altına alınıyor ve insanlar nihayet hayattaki konumlarına, karşılıklı ilişkilerine soğukkanlı bir gözle bakmaya zorlanıyorlar.
(…)
Burjuvazi henüz yüz yılı bulmayan sınıf hâkimiyeti süresince daha önceki kuşakların hepsinden daha büyük ve daha görkemli üretici güçler yarattı. (…)  sözün kısası feodal mülkiyet ilişkileri, gelişmiş bulunan üretici güçlere artık ayak uyduramaz olmuştu. Bunlar üretimi geliştirecek yerde köstekliyordu. O ölçüde birer ayak bağı olup çıkmışlardı. Bunların sökülüp atılmaları gerekiyordu, sökülüp atıldılar.”

Sonuç olarak, görüldüğü üzre Marksizm’in olağanüstü birikiminde dine dönüşçülüğü, allah arayıcılığını meşrulaştıracak, ona açık kapı bırakacak, maddeden, bilimden ve akıldan koparacak en ufak bir zaaf yoktur.

Olması da düşünülemez.

“Din halkın afyonudur” dediklerinde din uyuşturucudur anlamından başka bir anlam içermez.
Dahası, Lenin’e göre; “Din halkın afyonudur. Din, sermayenin kölelerinin insani görünümlerini ve azbuçuk insan onuruna yaraşır bir yaşam taleplerini içinde boğdukları bir tür manevi alkoldür.”[14]
Dahası, 20. Yüzyılda dinlerin neden olduğu rezilliklere, felaketlere tanık olmuş Mao Zedung için çok daha nettir: “…bir şeyi bilmeniz lazım. Din zehirdir. İnsanların kafasını uyuşturur. Halkın afyonudur.”[15]

Ama kimsenin şunları düşünmesine de engel olamayız: Bunlar sol liderlerdir, Marx’ı bağlamında anlayamamışlardır! Liberal sol ve İslam sosyalizmini savunanlarla biz onlardan daha iyi anlıyoruz.
Mümkündür; böyle bir olasılık da yok değil hani!

NEDEN?
Kuşkusuz, kişi Marksistken, materyalistken dünyanın milyon çeşit hali içinde hidayete erebilir, “tersine dünyanın” bilinci olarak dine kapı arayabilir, hatta efsane ve masal çağlarına dönüş hasreti içinde yanıp rüzgar üfleyen meleklere, sur düdüğü çalacak İsrafil’e, hatta ve hatta “üç harflilere”, ölünce ışıklar içinde uyuyacağına, menzilinin mübarek olacağına, hurilere gılmanlara bile inanabilir. Kim ne karışır? Bu durumda, o arkadaşımızı “insani olan hiçbir şeye yabancı olmayışımız” çerçevesinde anlamaya çalışır, elimizden gelen bir şey varsa yardımı da esirgemeyiz… Ya da pek önemsemez geçer, hafif bir tebessüme eşlik eden hüznümüzle yetiniriz.

Ama… Hidayete ermenin hangi biçimiyse, dine inanmak bir propagandaya dönüşüyorsa, bilimsel sosyalizmin 200 yıllık bilgi birikimi ve tutarlı sosyalistler ebleh yerine konarak din – allah propagandasına maruz bırakılıp aslında Marx’tan neyi nasıl anlamamız gereği hidayet ufuklarından derlenmiş abuk sabuklamalarla bir ideolojik ağırlık olarak ayağımıza bukağılaştırılmak isteniyorsa; yok ama, o kadar değil. Buraya kadar.

Kendinizi istediğiniz kadar ilaç niyetine afyonlayabilirsiniz, Marx’ın ve Marksizmin eczanesinde din ilacı yoktur, çünkü din ilaç değil bir zamanlar için plasebo, şimdiyse tam bir zehirdir; fakat… bizatihi Marksizmin kendisi dine karşı çok güçlü bir ilaçtır.
Sahte ilaçlardan ve uyuşturucudan sakınmak başta zihin sağlığı için vazgeçilmez önemdedir.

***
Bitirirken; dinciliğin saflarındaki insanlar dinden kaçıp özgürleşme olanaklarını ararken, matah bir şey sanarak da olsa, eski tersine bilincin yerine daha akıl işi bir tersine bilinç halinde deizmi, daha gerçekçi ve cesur olanların ateizmi keşfettiği bir ülkede eski Marksistlerin hatta aynı özel geçmişi paylaşan eski Marksistin hidayete erme, ererken de “gerçek Marksist oluyoruz” gibi kıvançlar bulmalarının nedenselliğini araştırırsak, hangi sonuçlara ulaşabiliriz. Sonraki yazıya bırakıyorum.

 

DİPNOTLAR VE KAYNAKLAR

[1] https://eskimiyen.com/din-halkin-afyonudur-ama-ilac-olarak-mi-zehir-olarak-mi/

[2] Materyalizm Ve Ampiryokritisizm Gerici Bir Felsefe Üzerine Eleştirel Notlar, V. İ. Lenin, Çeviren: Sevim Belli, Sol Yayınları, s.362

[3] Bu konuda elbette tek değildir, ilk olmadığı gibi. Sözün “Sol liderlerin” anladıkları gibi olmadığına ilişkin bir sürü lügat parçalayan, metinle güreşen, akla hayale gelmeyen açıklamalar bulan nice yiğit daha vardır. Birkaç yıl önce Köksal Çiftçi ile de aynı çevreden sayılabilecek bir arkadaş da girdiği İslam Felsefesi çalışmalarından kendi kendini ajite ve kendini kendine hayran ederek İslamın muhteşem benzemezliği ve insanlığın çoşa coşa ve koşa koşa İslamı kabul ettiği gibi teoriler yayarken, aynı alıntıya kendi Facebook sayfasında değinmişti. O da “din halkın afyonudur” derken Marx’ın anlatamadığı ama anlatmak istediğine tercüman oluyor, 40 dereden su getirerek oradaki “afyon”un uyuşturucu değil ilaç olduğu kanısına varıyordu.  Ancak, sonradan benim internette yaptığım taramalarda bu beyanın olduğu gibi bir başka siteden kaynak verilmeden alıntılandığını gördüm. Belki şimdilerde kaynak vermiştir!  Ve yine gördüm ki, onlarca belki yüzlerce Türkçe sayfada birileri Marx’ı bu konuda nasıl anlamamız gerektiğine dair, “Kabul görmüş”, “Sol liderlerin” dışında son derece içli, kalpli, ruhlu atıştırmalıklar ortaya koymuşlar. Kimler mi? “gerçek Marksizm bu değil”ciler! Naçizane, bu yanıtım hepsinedir.

[4] Geçerken, Afyon Savaşları konusunda meraklısı için kayda değer bir çabayı işaret edeyim: Sömürgecilik Bağlamında İngilizler’in Çin’i İnşa Etme Süreci: I. Afyon Savaşı, Yasir Yılmaz
https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/472400

[5] Marx – Engels, Din Üzerine, Sol Yayınları, s.36

[6] V.I. Lenin, Din Üzerine, derleyen: İsmail Yarkın, İnter Yayınevi, s.14

[7] Friedrich Engels, Köylüler Savaşı, Sol yayınları, s. 42.

[8] Karl Marks, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkı, a.y. s.35

[9] “Din halkın afyonudur” önermesinin anlam derinliğinin Türkiye koşullarında yeniden algısı üzerine bir dikkat çekme yazısı olarak ilgilisi için, Haldun Çubukçu, Pir Sultan Abdal Dergisi, Sayı 2, 1992, PSAKD yayını

[10] Karl Marks, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkı, a.y, –  K. Marx – F. Engels, “Din Üzerine” Sol yayınları, s. 34

[11] Türkiye’de dinde reform yaptığı için “ilericiliği” genel onay almış Martin Luther’in Almanya ve dinler tarihi – aynı zamanda sınıf mücadelesi tarihi – için gerçekte ne ifade ettiği birkaç yapıt dışında uzun yıllar boyunca Türkiye’de bilinememiş, eksik ve “tersine bilinç” olarak kalmıştır. 12 Eylül’den çıkışta bir açıdan kendi “Aydınlanma”sını yaşayan Aydınlık hareketinin entelektüel düzeyi bu olguyu da unutulmuşluğundan çıkarmış, o zaman müthiş bir atılımla yayın hayatına başlamış Kaynak Yayınları – ( ve muhteşem Saçak dergisi) tarih tartışmalarına bağlı olarak Halil Berktay’ın da önerisiyle 1980’lerin başlarında, Almanya’da çok ses getirmiş Dieter Forte’nin  “Martin Luther ve Thomas Münzer ya da Muhasebenin Başlangıcı” adlı yapıtını, Sargut Şölçün’ün çevirisiyle Türkçe’ye kazandırmıştı. Oylumlu bir kitap ve hem de bir tiyatro oyunu olan metin Martin Luther ile Münzer’in simgeledikeri, din, köylü ve sınıf savaşımı üzerine ne yazık ki çok bilgilendirici bir kaynak olmasına karşın yeterince ilgi görmemişti. Bu nedensellik içinde okur ilgisinin ufkuna getirmiş olayım.

[12] Karl Marx – Friedrich Engels, Komünist Parti Manifestosu, Çev: Rekin Teksoy, Oğlak yayınları. S.18

[13] https://eskimiyen.com/din-halkin-afyonudur-ama-ilac-olarak-mi-zehir-olarak-mi/

[14] V.I. Lenin, Din Üzerine, İnter yay. S.8

[15] Mao Zedung, Dalay Lama ile görüşme, 1964

PAYLAŞMAK İÇİN