Mağaralarımızı terk edip çağımıza dönme zamanı

Bizim namusu anlama şeklimizin değişme zamanı gelmiştir, hatta geçmiştir. Bir düşünsenize, biz hala orta çağda ya da hatta ilk çağlarda yaşayan insanlar olarak hayatımızı devam ettirseydik. Hala mağaralarda yaşıyor olsaydık… Hiç de iç açıcı değil, öyle değil mi?

 HATİCE BEKTAŞ

Çok yakın bir arkadaşım lise çağlarında Finlandiyalı bir mektup arkadaşına bizde at, avrat ve silah çok önemlidir diye yazdığında Finlandiyalı kız arkadaşının hiç bir şey anlamadığını ve hatta anlamsızlığına güldüğünü anlatmıştı. Arkadaşım anlatırken Cem  Karaca’nın şarkısı çınladı kulaklarımda. Namus belası.

“At bizim, avrat bizim, silah bizim, şan bizim, 

Namus belasına kardaş yatarız zindan bizim”

Devrimci gençlik ruhuyla avazımız çıktığı kadar bağıra çağıra söylerdik o yıllarda. Söylerken de Cem Karaca’nın Anadolu ezgilerini cazla birleştiren o muhteşem sesini taklit etmeye çalışırdık.  Ne kadar yüksek sesle bağırırsak o kadar devrimci olacağımızı düşünürdük sanırım. Ezginin ruhunu yakalamaya çalışan ve gençliğin saf duygularıyla birleşmiş kendinden geçmeler yaşardık. 

namus anlayışımız sadece kıyafet değiştirmiş ama içindeki canavar hala aynı

Aslında şarkının içeriğindeki acılı hikaye ve çağrıştırdıkları kafamızda net canlanır mıydı, bilmiyorum. Ama temaları tanımakta fazla zorlanmazdık. Namus davaları, namusunu temizlemek için cana kıyanlar  ve bu yüzden hayatlarını yaşayamamış insanlarımız. Törelerin getirdiği kan davalarıyla yaşadıklarının tadına varma fırsatı bulamamış ya da genç yaşta hayatını bu uğurda kaybetmiş yüzlerce belki de binlerce töre kurbanı genç insanımız. Bir de  kan davaları yüzünden sevdalarını bile dile getirememiş  genç nesiller. Bu gerçekler zihnimizin bir tarafında tanıdık tanıdık bizi süzerken biz bunları normal kabul etmiş olmanın rahatlığıyla Cem Karaca`ya eşlik ederdik. 

“Almış kaçırmışlar seni çökertmişler ıssıza

Namus belasına kardaş döktüğümüz kan bizim”

O günlerden bugünlere geldiğimizde neler değiştiğine bir bakalım. Gazetelerde namus ya da kan davalarını okumuyoruz. Onun yerine hayatının akışına kendi karar vermek istediği için katledilen kadınların hikayelerini okuyoruz. Ayrıldığı eşinin hayatına silbaştan devam etmesine dayanamayan erkeklerin canavarlaştığını hatta azraille yarıştığını okuyoruz. Kız arkadaşının karşı cinsten arkadaşlarına tahammül edemediği için döven, hatta öldüren gençliğin hikayelerini duyuyoruz. O zaman düşünmeden edemiyor insan, “namus” anlayışımızda bir arpa boyu yol almış mıyız geçen zaman içerisinde? Cem Karacanın 70 li yıllarda dile getirdiği ezginin temasındaki namus anlayışımız sadece kıyafet değiştirmiş ama içindeki canavar hala aynı mı? 

mağaralarımızı terk edip çağımıza dönme zamanı

Çarpıklık belki de feodal toplum yapısından kurtulamamış olmamızdandır. Namusu insan kişiliğindeki öğelerin bir bütünü  olarak anlamak yerine, kadının iki bacağının arasına sıkışmış bir öcü olarak algılamamızdan kaynaklanıyor. Albert Camus,  “Başkaldıran” adlı felsefe kitabında insanların değer yargılarını çağın gerçeklerine göre yenilemesinin gerekliliğini anlatır. Ne kadar haklı. Bizim namusu anlama şeklimizin değişme zamanı gelmiştir, hatta geçmiştir. Bir düşünsenize, biz hala orta çağda ya da hatta ilk çağlarda yaşayan insanlar olarak hayatımızı devam ettirseydik. Hala mağaralarda yaşıyor olsaydık… Hiç de iç açıcı değil, öyle değil mi?

Değişen yaşam koşullarında insan ilişkilerimizi yeniden gözden geçirmeye ihtiyacımız var. Bir erkekle elele tutuştuğumuzda hamile kalmayacağımızı öğrendiğimiz halde, hala çağımızın çok ötelerinde kalmış namus kavramı yargılarına sıkı sıkı sarılıyor olmamız anlaşılır  gibi değil.

Son yıllarda ard arda verilen cinsel içerikli  fetvalar bizleri çağın gerisinde tutmaya devam ediyor. Hala bu dünyada insan gibi yaşamanın gerekliliğini ve koşullarını irdelemek yerine cennette erkeklere sunulacak hurilerin sayısı ve sunacakları zevke daha fazla kafa yoruyoruz. Sahte din adamlarının bu anlayışa katkısı da yadsınamaz düzeydedir. Aklımızın, mantığımızın ve hatta vicdanımızın gösterdiği yoldan doğruyu bulmak yerine sözde din adamlarının, dinle ilgisi olmayan ama toplumlara yön vermeyi ve yönetmeyi amaçlayan fetvalarının ahlak anlayışımızı  belirlemesine izin veriyoruz. Bu ruhla yetişen ve şekillenen erkeklerin kadını hala yatak odasından dışarı çıkaramayan bir zihniyetle algılaması kaçınılmazdır. Sonuç olarak da şiddetin önünü açan ve kadına şiddeti mazur göstermeye çalışan bir zihniyet çıkıyor ortaya . Bu zihniyetin kullanım tarihi geçmiştir. Mağaralarımızı terk edip çağımıza dönme zamanıdır artık.

namus ölçüsü insan ilişkilerindeki dürüstlük, işe ve emeğe gösterilen saygı

Finlandiya ve benim yıllardır içinde yaşadığım Danimarka gibi ülkeler insanların bireysel olarak değerlerini önemseyen bir toplum yapısına sahiptir. Kısaca toplumculuk yerine bireycilik ön plandadır değer yargılarının tanımlarında. Bireycilik bilinenin aksine özünde kişilerin cinsiyetine ve yaşına bakmadan tüm fikirleri önemser ve değerlendirir. Kişi hak ve özgürlükleri, kişilerin birey olarak değerleri keskin bir şekilde konulmuştur ortaya. Kimse kimsenin kölesi değildir, ya da himayesine muhtaç bırakılmamıştır. Bu yüzden fikir özgürlüğü de kök salmakta zorlanmamıştır gelişmiş Avrupa toplumlarında.

Bu tür toplumlarda namus anlayışı kişilerin davranış ve düşüncelerinin tümünü kapsar. İnsan ilişkilerindeki dürüstlük, işe ve emeğe gösterilen saygı namus ölçüsüdür. İnsanın davranışlarındaki sorumluluğu kişinin  kendi vicdanına yükler. Biz de kimsenin bilmediği suç, suç değildir görüşünün aksine, yaptığın herhangi bir yanlış başkasına zarar veriyorsa bu suçtur anlayışı yaygındır. Suçu kimse bilmese bile, insanın kendi içindeki mahkeme kendisini yargılar ve mahkum eder. İşine gereken önemi vermek ve işini yapabileceği en iyi düzeyde yapmak insanın önce kendisine saygısındandır. Okullarda müfettiş yoktur örneğin. Kalıplaşmış müfredat programları da yoktur. Her öğretmen işini iyi yapar. Tabii ki bazıları daha iyi yapar, ama herkes görevini yerine getirmek için çaba gösterir. Bunun için kimsenin bekçiye ya da denetçiye ihtiyacı yoktur. 

Bütün bunlar bu ülkelerde suç  işlenmiyor anlamına gelmiyor. Tabii ki hala vicdanının sesine kulak vermeyenler, suç işleyenler var elbette. Ama halkın büyük kısmının namus anlayışı insan davranışlarının tümünü kapsaması, seçtiği yöneticilerin, politikacıların da bu değer yargılarına saygı göstermesini doğal hale getiriyor. Bürokrasinin daha rahat işlemesini sağlıyor. Demokrasinin herkesin özümsediği bir yaşam biçimi haline gelmesi anlamına geliyor. Toplumda üstünlük parayla ya da mevkii ile değil, işindeki başarı ve kişinin insan kalitesiyle ölçülüyor.  

kendine güvenen ve seven insanın namus bekçisine  ihtiyacı yoktur

Aslında Mustafa Kemal Atatürk`ün medeni toplumlar seviyesine gelmemizi istemesinin nedenlerinden en önemlisi de budur. İnsanın vicdanı en doğru pusulası olmalıdır hayatta. Muhasır devletlerin seviyesine gelmekten bahsedilirken, vicdanımızın ve fikrimizin hür olması ve bize aklımızın yol göstermesi işaret edilmektedir. Yöneticilerin de toplumun hizmetindeki her bireyin de birbirine saygı duymasıdır.

Çağdaş düşünmek ve çağdaş yaşamak bizi zincirlerde tutan köhneleşmiş fikirlerden kurtulmamıza yardımcı olacaktır. Kadınlarına değer veren toplumlar ruhen ve fikren daha sağlıklı nesiller yetiştirirler. Namusu sadece kadının tekeline ve sorumluluğuna yükleyen anlayış kadına şiddetin temel nedenidir. Bu anlayış yeniden tanımlanmalıdır. Ahlak kuralları kişinin kendine olan saygısından esinlenmelidir. İnsan ilişkilerinde vicdanımızın göstergesi esas alınmalıdır. En önemlisi de sevginin temeli insanın kendisini sevmesi ve kendiyle barışık yaşamasıdır. İnsanı merkez alan toplumlarda etik kurallar daha somut ve kalıcıdır. Kendine güvenen ve seven insanın namus bekçisine  ihtiyacı yoktur. Namuslu olmak kişinin  önce kendini incitmemesidir çünkü.

PAYLAŞMAK İÇİN