‘Böyle gelmiş, böyle gider’ diyenlerden nefret ediyorum, dediğine çok kere tanık oldumVedat Günyol’un. Vedat Hoca, Hayata ve insana dair her olumsuz durumda kendisinin de sorumluluğunu arardı.
ALİ EKBER ATAŞ
Paul Lafargue ile nasıl tanıştığımı önceki yazımda anlatmıştım. Kendisiyle tanışmakla bırakmadı beni. Onu dilimize kazandıran, aynı aydınlanma geleneğinden yetiştiğini söylediği bizim Vedat Günyol’umuz ile de buluşturup tanıştırdı.
Bir dönem okulumu, özel nedenlerden ötürü uzatmak zorunda kalmıştım. 90’lı yıllar, Acıbadem yerleşkesindeki Tatbiki Güzel Sanatlar Fakültesinin cıvıl cıvıl, pür neşeli olduğu zamanlarındaydı. Eski öğrencileri ayaklarını hiç kesmediler okuldan. Sürekli gelirlerdi. Okulun hocaları arkadaşlarıydılar. Zaman zaman da konferans vermeye gelirlerdi. Fotoğraf sanatçımız ve film Yönetmeni Şahin Kaygun’u (d. 1951; Adana; ö. 7 Aralık 1992) burada tanıdım.
Çok erken yaşta kaybettik. En güzel yapıtlarını vereceği, yaptıklarıyla sinema ve fotoğraf sanatımıza “Şahin Kaygun” tarzı, yöntemi, yordamı bırakan bir sanatçımızdı. Türk fotoğraf ve grafik sanatının genç yaşta kaybettiği usta bir sanatçısıydı. Fotoğraf ve grafik alanında yüksek eğitimini yapıp Salzburg Uluslararası Yaz Akademisi’ne katılmış. Türkiye’de ilk olarak, renkli polaroid fotoğraf sergisini açan, yenilikçi uluslararası sanat dünyasında adından söz ettiren başarılı çalışmalarıyla tanındı. Yapıtları Avusturya, Almanya, İsviçre, İngiltere ve ABD gibi ülkelerde sergilendi. Fotoğraf sanatı dışında sinemaya da yönelen sanatçı 1987 yapımı Afife Jale ve birçok yurt dışı festivalde ödül aldı. 1988 yapımı Dolunay isimli filmi1988 Cannes Film Festivali Uluslararası Eleştirmenler Haftası kapsamında gösterilmişti.
Sanatçımız, 7 Aralık 1992’de İstanbul’da, 41 yaşında, kansere yenik düştü ve aramızdan ayrıldı.
154 yaşındaki Boğa Heykeli
“Tatbikili” olmadım. Ama Tatbiki geleneğinden yetişen hocalarımızla Güzel Sanatlar Fakültesinde okumak, hayatımın bütünüyle ileriye, gelişmeye, güzele, doğruya, iyiye, emeğe, barışa, insan hak ve özgürlüklerine, yani insana doğru bir evrilmemin de tarihiydi aynı zamanda. Orası benim için bir tapınaktı ve ben o tapınaktan içeri her girişimde, Lafargue’ın bana anlattığı Uzakdoğu hikâyesinin farklı zaman diliminde bir benzerini yaşarım hep…
Böyle bir duygu ile fakülteden çıktım. 1991 yılının 3 Ekim’iydi. O gün anımsadığım, hava soğuk insanın yüzünü sızlatan bir karayel esiyordu. Dönemin Kadıköy Belediye Başkanı da Galatasaray’ın önemli ve gözde futbolcularından Cengiz Özyalçın’dı (d. 1939. 82 yaşında). 1989-1994 dönemi Kadıköy Belediye Başkanı olarak görev yaptı. Cengiz Özyalçın’ın önemi, Özal iktidarında en güçlü olduğu bir döneminin Kadıköy Belediye Başkanı Osman Hızlan’dan (1984-1989) Belediye Başkanlığını geri alındığı, SHP’li Belediye Başkanlarının estirdikleri demokrasi rüzgârının Kadıköy yakasından eseniydi, Cengiz Başkan.
Hatırlayanlar olacaktır, Kadıköy Belediye Başkanlık binası o dönem, Osmanlı’dan kalan ve “Şehremaneti” olarak yaygın adıyla bilinen binada hizmet veriyordu. Bugün Altıyol’un tam ortasında duran ve III. Napolyon zamanında, Napolyon tarafından Fransız heykeltıraşa yaptırılan ünlü Boğa Heykeli, binanın denize bakan yakasında duruyordu. Otobüs durakları da yine bugünkü Beşiktaş ve Adalar Vapur iskelesinin tam karşısındaki alandaydı.
1864 yılında, Fransız sanatçı/heykeltıraş Isidore Jules Bonheur tarafından yapılan Boğa heykeli yaklaşık 154 yaşındadır. Heykelin sağ ön tarafında Jules Isidore Bonheu ve sol arka tarafında Paris 1864 yazısı bulunmakta, sol alt köşesinde heykel ekibinin başkanı Pierre Louis Rouillard’ın ismi yazmaktadır. Kesin olmamakla birlikte, Kadıköy’ün simgesine dönüşen bu boğa heykelinin iki ayrı hikâyesi var. Merak edenler internetten ulaşabilirler.
Acıbadem Hukukçular sitesinin karşısındaki okulum Güzel Sanatlar Fakültesi’nden Kadıköy’e yolculuğuma döneyim.
Yanımdan hiç ayırmadığım Tembellik Hakkı
Kadıköy’de eski belediye binası ile şimdiki Beşiktaş ile Adalar vapur iskelesinin bulunduğu yerde, eski polis karakolu tarafında, on beş yirmi metre karelik küçük kitapçı dükkânları kurulmuştu. Yazarların ve şairlerin katıldığı kitap imza günleri düzenleniyordu burada. Ekim’in 3’üne (1991) denk gelen imza gününe yetişmek için koşturayak Kadıköy’e yürüyorum. Daha önce bir sahaftan aldığım, aslında sahafın bana armağan ettiği Lafargue’ın, çevirisini Vedat Günyol’un yaptığı “Tembellik Hakkı” kitabı da yanımda. Hiç ayırmıyordum zaten. Canım sıkıldıkça çıkarıp okuyor, aklıma getirdiği çağrışımları da defterime not ediyordum.
Nihayet imza saatine yetiştim. Doğruca Vedat Günyol, Mehmet Başaran, Naim Tirali, Ahmet Miskioğlu, Muzaffer Buyrukçu, Müslim Çelik’in bulunduğu kitapçı dükkânında alıyorum soluğu. Bu kalabalıkta, punduna getirip, bir fırsatını yakaladım, hooop Vedat Günyol’un masasının önünde hazır… Benim bu heyecanımı anlamış olan kalabalıkta sıra bekleyenlerden ben; homurtular, zılgıtlar, azarlamalara hazırdım oysa, ses soluk yok. Gülümseyerek bana bakıyorlar. Bahanem de hazır: Öğrenciyim. Kırk dakika sonra sınavım başlayacak Güzel Sanatlarda, diyecektim…
Bir taraftan Vedat Günyol’u süzüyorum, yan gözlerle de sıralarını kaptıklarımı izliyorum. Kimseden çıt çıkmıyor. Herkeste bir neşe, Bir yandan sohbet ediyorlar bir yandan da ellerinde çaylarını yudumluyorlar. Tam kuyruktakileri izlemeye daldığım bir anda Vedat Günyol’un sesiyle döndüm:
“Senin adın Ali Ekber değil mi?” sorusuyla kendime geldim.
“Ahh! Hocam kusura bakmayın dalmışım. Evet, Ali Ekber. Hocam adımı nasıl hatırladınız? Ben sizin, bunca zaman sonra adımı hatırlamanıza hem sevindim hem şaşırdım. Mehmet Başaran yanında söze karışıyor: “Anımsamanıza” demek istiyorsun galiba Ali”, demez mi?
İyicene afalladım. Buyurun burdan yakın. Hepi topu hem Vedat Hoca ile hem Mehmet Başaran ile beş altı kere karşılaşıp sohbet etmişliğimiz oldu. Arada bir de sokakta karşılaşırdık. Zira Başaran Küçükyalı Nokta durağı Değirmenyolu Caddesi’ndeki güzel mi güzel, şirin mi şirin, villa tipi yığma bir evde oturuyordu. Bizim (ağabeyimle benim) vitray atölyemiz de, önce İstasyon Yolu Caddesi üzerinde, daha sonra da Nokta durağına çıkan ana caddeye taşıdık; deniz tarafından yukarıya çıkarken, demiryolu köprüsünün ayağında bulunan apartmanın alt dükkânlardan birindeydi.
Bizden daha çocuk, bizden daha delikanlı
Vedat Günyol, Şaşkınbakkal’da Çatalçeşme Sokağı’nda bir apartmanın Batı yönündeki dairesinde oturuyordu. Evinden çıkıp Bostancı’ya yürüyerek gelir, Bostancı Kasaplar Çarşısı’ndan geçerek, köprünün altından, Nokta durağına doğru usul usul yürüp Mehmet Başaran’a giderdi. Atölyemizin önünden her geçişinde onu çay içmeye davet ederdik. Bizi kırmaz, gelir oturur, çayını içer, güzel sohbetiyle, onun demesiyle “muzır” sohbetiyle neşemize neşe katar kalkıp giderdi.
Artık davet etmiyorduk. Her geçişinde o gelir, “Doldur bakalım atölye çayınızdan bir bardak” der, Atölyenin önündeki hazır sandalyesine otururdu. Onu dinlerken, gece karanlığında önünüze düşen bir el lambasının yol/yön gösteren ışığı gibiydi. Umutsuzluğunuz umudunda, karanlığınız aydınlığında son buluyordu. Sanki seksenine merdiven dayayan o değil de benmişim gibi, bizden daha çocuk, bizden daha delikanlı biriydi. Atölyemizin önü bir süre sonra sohbet evine döndü dersem, abartı olarak almayın.
Vedat Günyol’u tanıyanlar, onun bir karakovan, sohbetinin de tadının karakovan balı olduğunu bilir. Yanına yöresine toplananlar da arılar. Ama karşısında veren hep o. Sevgiyi yalnızca sevgiyle değiş tokuş eden bizim erenlerden biri ya da Batılı bir bilge. Daha doğrusu çağın yirminci yüzyılın Yunus Emre’siydi.
Marmara Kolejinde “Demokrasi ve İnsan Hakları” dersi
1998 yılında Maltepe Üniversitesine, on binden fazla kitabını bağışladıktan sonra, Marmara Kolejinin de bulunduğu, üniversitenin lojmanlarına taşındı. Kendisine bir daire verdiler. Ayrıca, Marmara Koleji Müdürü Türker Gedik’in önerisiyle de, Marmara Kolejinde haftada iki saat da “Demokrasi ve İnsan Hakları” dersini vermeye başladı. Kitaplarını bağışladıktan ve lojmanlardaki dairesine yerleştikten sonra, kolejin bahçesinde kırk elli metre karelik arşiv için ayrılan yeri, adının verildiği bir “Vedat Günyol Kitaplığı”na çevrilerek bütün kitapları burada, haftanın yedi günü okurlara açık bir kütüphane oldu adeta. Vedat Günyol kitaplığı, öğrencilerin, dostlarının, sevenlerinin buluşma yeri oldu.
Fatin Rüştü Zorlu Lisesi’nde öğretmenliğim sırası, ben de bir grup öğrencimi alıp kitaplığında Vedat Hoca’yı görmeye gitmiştik. Öğrencilerle şakalaşıyor, onlardan ilgilerini hiç eksik etmiyordu. Öğrencilerimin sorduğu her soruyu, içtenlikle cevaplıyordu. İyi ki öğrencilerimi götürüp, Vedat Günyol yaşarken tanıştırmışım. Çok iyi bir şey yapmışım. Derslerimde bir geleneğe dönüştürmüştüm. Her hafta dersimin olduğu bütün sınıflarda derse başlamadan evvel ya şiir okurdum ve şairinden söz ederdim ya da herhangi bir yazarımızın bir yazısından bölümler okur, öğrencilerimi o yazarın dünyasına yolculuğa çıkarırdım. İyi ki böyle yapmışım. İyi ki, Vedat Günyol, Mehmet Başaran, Afşar Timuçin gibi aydınlanma tarihimizin düşünür ve yazarlarını okulumuza götürerek, öğrencilerimle tanıştırmış, onların dünyalarına sokup ilerideki hayatlarında çocuklarına anlatacak özel bir anı bırakmışım.
Hayata ve insana dair her olumsuz durumda kendisinin de sorumluluğunu aradı
İstanbul Maltepe’de yayımlanmakta olan “Kayalık” dergisinin birkaç sayısı elimde, doğruca Vedat Günyol’a, onunla dergi için bir söyleşi yapmaya…
Her buluşmamızda olduğu gibi, Vedat Hoca çilingir sofrasını hazırlamış. Masa da 35’lik bir delikanlı. Karşısında 90’lık çınar. İnce belli bardaklar. Hıyarlar soyulup dilimlenmiş tabakta, beyaz börek, üç paçanga böreği. Oturdum; 35’lik delikanlı, 90’lık çınar yanı başlarında ben. Vedat Hoca ile beş on dakika hoş bir sohbetin ardından söyleşimize geçtik. Zamanın nasıl geçtiğini anlamadık. Bir yandan söyleşiyi yapıyor ben soruyorum o yanıtlıyor. “Biraz ara verip rakılanalım”, der, sesalırımın/teyp düğmesine basıp durduruyorum. Kadehlerde yarım kalanlar götürülüyor, ardında bir yenisi daha… Derken söyleşimizi hem iş hem eğlenceye dönüştürerek bitiriyoruz.
Söylediklerinden, özellikle, sesalırımı durdurup, kendisinden yeniden söylemesini rica ediyorum. O söylüyor ben defterime not alıyorum. Sonra yeniden kaydediyorum sesini. Sanki seksen sekiz yılı hiç yaşamamış. Karşısında olduğum bu insan Balkan Savaşları, Çanakkale Deniz Savaşları, Birinci Dünya Savaşı, Lenin’in Sosyalist Ekim Devrimi, Kurtuluş Savaşımız, İkinci Dünya Savaşı’nın yaşandığı tarihlere doğmamış da, içimdeki yaşadığım heyecanı sezmiş ve benimle yaşıt biriyle söyleşi yapıyordum. Hayatımın en rahat söyleşisiydi. Yunus Emre kişiliğinin çağımızdaki bir yansımasıydı karşısında oturduğum. Her davranışına dikkat kesilmiş, bütün vücut diliyle söyleşimize katılıyordu. Mimikleri, konuşurken ellerini kullanma biçimi, konuya göre hareketleri, yaşadığı duygu bütünlüğüne eşlik eden heyecanını özenle izliyordum. Her anım, yaşamadığım o tarihlere yolculuğa çıkmaktı o gün, orda. Onu tanımış olmak, yüz yüze anılar biriktirmek, dahası, bir tarih belgeselini izliyor gibiydim. Öğrendiğim her yeni şeyle ondan “el alıyor”dum. Çünkü “’böyle gelmiş, böyle gider’ diyenlerden nefret ediyorum” dediğine çok kere tanık oldum. Hayata ve insana dair olumsuz her durumla ilgili ne varsa, ne olduysa kendisinde bir sorumluluk payı arayan, ama tam tersi durumlarda toplumsal hayatta, kattıkları konusunda da o derece cimri davranan bir kişilikti Vedat Günyol.
Dinsel karanlığın, deli gömleğini halka giydirmeye inat
Suadiye Şaşkınbakkal’da, Çatalçeşme sokaktaki evine gitmiştim. Bir şey istiyor musun diye sordum “Brendim az kalmış. Bir tane kap getir” demişti. O gün evindeki konuşmamız sırasında şu söylediklerini buraya, genç kuşaklara birer hayat dersi olsun diye almak istiyorum. Çocukluğunun geçtiği yıllarda özel hayatıyla ilgili nasıl bir ortamda yetiştiğini şu sözleriyle anlatmıştı:
“Kendimi bildim bileli, iki zıt düşüncenin çatışması içinde buldum. Birincisi, adliye müsteşarı dedem Ahmet Şükrü Efendi’nin bağlanıp inandığı ‘dinsel düşünce’; ikincisi, 1900yılında Jön Türklere katılmak için Paris’e kaçan babam Ali Fikri Bey’in gönül koyduğu ‘bilimsel düşünce’. Ben, babamın etkisiyle daha çok ‘bilimsel düşünce’ye gönül bağladım. Ve 88 yıldır (Temmuz 1999 yılında yapıldı bu söyleşi) bu yola baş koymuş biri olarak bilimsel düşüncenin aydınlığını insanlara taşımaya çalıştım. Dinsel karanlığın, onulmaz bağnazlığın deli gömleğini halka giydirmeye inat…” [1]
SÜRECEK
[1] Ali Ekber Ataş. “Vedat Günyol’a Armağan 100’e 5 Vardı”, s. 7, Cumhuriyet Kitapları. Şubat 2004, İstanbul.