Koş, Yürü ve Dur

Neden beklemiyorsun bizi? O kocaman güzel gözleriyle, gözlerimin ta içine bakıyor. Kızmadığımı, bir yanlışı düzeltmeye çalıştığımı anlıyor ve biliyor. O ara sanki gözleri doluyormuş gibi oluyor ve omzundaki elimi yanağına götürüyorum.  Sabitlediği gözlerini gözlerimden hiç ayırmadan, içtenlikle ifade ediyor. Kendimi durduramıyorum.

EMİNE SUPÇİN

Her şeyin bir zamanı var derler ya eskiler, şimdi anlıyorum. Anlamakta biraz geç kalmış olabilirim ama ben çok zeki biri olduğumu hiç iddia etmedim ki zaten.

Çocukların, içlerinden gelen ve durduramadıkları bir koşuşturma halleri vardır ya hani, ta gençliğin sonlarına kadar devam eden ama yaş aldıkça şeklini değiştiren, tükenmez enerji. Bir de ihtiyarların o acelecilikten çok uzak; dingin, sakin, ânın tadına varan hareketleri. Birbirinden uzak bu iki yaş grubundan ilki, sanki susamıştır ve kafasına diktiği şişeden dökülen suyu, ağzının içine değdirmeden doğrudan mideye boşaltır; diğeri, suyun her damlasını ağzının her yerinde dolaştırarak boğazına, oradan yemek borusunun tüm çeperlerinde hissederek yudum yudum içer. Yaşa göre hayatı yudumlama şekli olsa gerek…

Koşma Zamanı

Yedi yaşındaki ikinci sınıf öğrencilerimle dersteyim. Basit bir öğrenmeye geçmeden önce olağanüstü bir maceraya çıkıyormuşuz gibi motive ederek derse geçince hepsi çok heyecanlanıyor ve kitapta yapılacak alıştırmalara, at üstünde dörtnala koşturan ve ejderhayı öldürüp tüm halkı kurtaracak masal kahramanları gibi yaklaşıyorlar. Ben onların heyecanından besleniyorum, onlar da benim masalcı teyze ruhumdan.

Ders esnasında her bir alıştırmayı sırayla yapmaları gerekiyor. Fakat biri var ki asla sırayı önemsemiyor ve herkesten önce yanlış-doğru olup olmadığını dikkate almaksızın alıştırma sayfasını bitirip etrafı kolaçan etmeye başlıyor. Uyarıyorum kendisini. “Bak yanlış olmuş, haydi sil onları ve doğruluğuna birlikte karar verdikten sonra yaz, olur mu?” diyorum. Elbette tamam diyor.

Arada bir şakalaşmayla, onların hiç bitmeyen maceracı anlatımlarıyla diğer sayfaya geçiyoruz. Evet, sırayı hiç bozmuyoruz çünkü küçük yaş grubunun inanılmaz bir adalet anlayışı var. Kazara birine eksik söz hakkı verirsen kıyamet alameti kabul ediyorlar ve ortak çığlık, “Ama bu haksızlık!” oluyor. Keşke tüm adalet bakanlığını 7-12 yaş arası yönetse dedirtiyorlar bana.

Diğer sayfadaki alıştırmalara geçtik ya, gözüm bizim hızlı Gonzales’te. Fakat sınıf 10 kişilik ve her birine söz sırası geldikçe, boşluğa gelmesi gereken kelimeyi doğru bulup bulamadıklarına da dikkat ediyorum. Sıra bizimkine gelince yanına gidiyorum. Beşinci alıştırmadaki boşluğu o dolduracak. Kitaba bir bakıyorum o yine hepsini bitirmiş. Üstelik çoğu yanlış.

Yanına oturuyorum. Bir elimi omzuna koyuyorum. Olabildiğine sakin ve tüm samimiyetimle “Oğluşum, ben sana birlikte yapalım dememiş miydim? Bak yine yanlış olmuş. Neden beklemiyorsun bizi?” O kocaman güzel gözleriyle, gözlerimin ta içine bakıyor. Kızmadığımı, bir yanlışı düzeltmeye çalıştığımı anlıyor ve biliyor. O ara sanki gözleri doluyormuş gibi oluyor ve omzundaki elimi yanağına götürüyorum. “Üzülmen için söylemiyorum bir tanem,” deyince, sabitlediği gözlerini gözlerimden hiç ayırmadan, içtenlikle şunu ifade ediyor. “Kendimi durduramıyorum.”

Öyle iyi anlıyorum ki onu. O kendini durduramadığı yaşta ve hız çağına doğdu. O koşturacak. İyi-kötü, yanlış-doğru kavramlarını önemsemeden koşturacak, hayatı keşfedecek, pek çok şeyi gözden kaçıracak, sonradan fark edecek, hatalar yapacak, pişmanlıklar duyacak ama hızlı yaşayacak. Çünkü onun yaşı bunu gerektiriyor.

Yürüme Zamanı

Arada sosyal medya videoları izliyorum. Özellikle başka ulusların yemek videoları dikkatimi çekiyor. Dün yaşlı Azeri bir kadının poğaça hamuru mayalayışı dikkatimi çekti.

Dışı beyaz çinko ve çiçekli desenli bir kabın içine önce sütü koydu, ardından kuru maya ve şeker ekledi. Hepsi göz kararı el ayarı ile. Tartı, ölçü kullanmasına gerek yoktu çünkü artık yıllar içinde o eller ve gözler tartıdan daha hassas hale gelmişti. Asla hızlı değildi, yavaş yavaş yapıyordu hepsini.

Mayayı avucuna gerektiği kadar boşaltıyor, parmaklarının arasından kaba süzülürken miktarını hissediyordu. Kum saatinden dökülen tanecikler gibi aktılar kaba. Tahta kaşığıyla şekeri, sütü ve mayayı aheste aheste karıştırdı. Ben, şimdi yoğurma kabındaki una boca edecek diye beklerken, o un kasesinden bir kaşık un alıp maya kabına döktü, hepsini birlikte karıştırmaya başladı. Offf dedim içimden.

Elbette ya, maya şeker ve sütle dans edecekti ama asıl macera unla olacaktı ve onunla da tanıştırılmazsa maceranın ne anlamı vardı. Bir nevi aşılamaktı yaptığı. Şu bildiğimiz eski aşılar gibi. Hani zamanı geldiğinde hastalanırsan, vücut onu önceden tanıyor olsun diye bile isteye gücü azaltılmış mikroptan vücuda zerk edilen aşılar gibi.

Elbette ya, maya şekeri yanına alarak unla macera yaşayacak ve onu köpürtecekti. Öyleyse onu da tanımalıydı. Bu yüzden bir kaşık şimdilik yeterliydi çünkü maya henüz çocuktu ve hızla büyürken hayattan da yudumlatılmalıydı.

Sonunda hepimizin damak tadına uygun nefis bir poğaça çıktı ortaya ama tarifini yazmayacağım. Çünkü ben kadının asil ve aheste, yanı sıra bilge ve tecrübeli ellerinin o acelecilikten oldukça uzak hareketlerine takılı kaldım.

Evet, onun koşma vakti geride kalmıştı. O artık sadece yürüyordu. Ağır adımlarla, kendinden emin, bilge bir vakar ile. Peki ne zamana kadar? Tabii ki “Dur Vaktine” kadar. Hani o, son nefes dedikleri.

Yazarken boğazım düğümlenmiş. Yutkundum. Çünkü ben de artık sadece yürüyorum. Koşma vakitleri geride kaldı. Dur ânı ne zaman ki diye merak da ediyorum. Ya siz? Neresindesiniz yudumunuzun?

 

paylaşmanız için