99 Yıl Önce Türk Edebiyatı

‘Gerçi yeni ve doğru bir yola girmiştik; fakat ne yazık ki bu yeniliklerin biri hazm olunmadan bir başkası beliriyor, onun temsiline vakit kalmadan bir başkasına geçiliyordu. Hep yarım ve daima noksan başlayıp biten bu bedii ölçü tahavvülleri, en büyük darbeyi zamanın liyakatli istidatlarına yükledi ve yetişenlerin hemen hepsi toprağı değiştirilmiş iklim çiçekleri gibi cüce ve bodur kaldılar’

 

 

AV. CEM BAYINDIR

Aşağıdaki yazı Resimli Yıl adlı, 1924 yılını değerlendiren, Ahmet Rasim gibi önemli imzaların da yer aldığı bir almanaktan alınmıştır. Yazarı Hakkı Süha (Gezgin) 1895-1963 yılları arasında yaşamış; öğretmen, yazar, şair, gazeteci, çevirmen olup genelde edebiyat sorunları, edebiyat ve müzisyenlerle ilgili araştırma ve tanıtımları ilgili yazılarla adını duyurmuştur. İstanbul Erkek Lisesinde, Kenan Hulusi Koray, Tarık Buğra, Sait Faik, Alaeddin Yavaşça gibi tanınmış kişilerin öğretmenliğini yapmıştır. Yazınının eski harflerden günümüz Türkçesine çevrimini ise merhum amcam Ahmet Bayındır (1951-2014) sağlamıştır.

Resimli Yıl almanağının 1925 yılı sayısı

 

1924 SENESİNİN EDEBİYAT TARİHİ

Bu büyük ve umumi ismi kabul ettikten sonra, itiraf edeyim, omuzlarıma düşen yükün azamet ve heybeti altında bir müddet bocaladım. Başka memleketlerde böyle bir mevzu fertlere değil, cemiyetlere bırakılır. Sanatın bu geniş şubesi, yüzlerce kafayı birden şümulü içine alabilecek bir dağınıklıkla serilmiştir. Bereket versin, kabulüm tam bir tahlil şartıyla mukayyet değil. Esasen o türlüsünü bir makalenin dar çerçevesine sığdırmak imkanını tasavvur bile koyu ve karanlık bir hata olur.

Ben, mümkün olursa edebiyatımızın çorak bir çölden ibaret varlığında ancak uzun fasılalarla tesadüf edilen vahalarda birer müddet dinlenmek ve kuyu başlarında yorgunluk almak niyetindeyim. Meseleye biraz tarih karışırsa mazur görünüz. Çünkü edebi ve siyasi tarih, az çok fizyolojideki bünye ve vazife gibi birbirine mümâss (ilintili) olarak yürür. İsim ve sanata geçmeden bugünkü vaziyetin mükemmel bir edebiyat doğuramayacağını da söylemeliyim.

Yüksek kabiliyetler ihtilallerin, hercümerçlerin içinde yetişemezler. İhtilalin kanlı semaları belki yeni zekâ tulû’larının (doğuşlarının) mübşiridir (müjdecisidir); fakat o kızıllıktan yakın bir güneş beklemek inkisâra düşmek için en kısa yoldur. Biz kim bilir, vatanı çepeçevre kuşatan siper kamburları içinde kaç dehâ namzedini gömdük!… Zaman, bir güneş olmak için doğan kim bilir kaç başı bir idare kandiline döndürdü?…      

Esasen, devir “dehâ”yı insanlığın fezasında bin bir renkle sallanan altı saçaklı sanat avizesinden ayıralı çok oldu. Bu sıfat şimdi sergerdelerin çizmelerine birer mahmuz basitliğiyle takılıveriyor… Mukaddes varlıkların tehzîl edildiği (küçümsendiği) günlerde yaşarken “dehâ”nın karikatürlerini görmek de zaten mukadder bir netice değil midir?..          

Bu ölçü bozukluğu yalnız bize mahsus bir noksan değil; bütün dünyada aynı şaşkın halini görmek için dürbüne de hacet yok zannederim. İşte, Dante ve Mikel Anj’ın vatanı, işte [Servantes] in memleketi!…      

Başlarken edebiyat çölümüzdeki vahalar ve kuyular demiştim. Bu tabirleri edebî şahsiyetlerimizin derecesine bir ölçü olsun diye kullandım. Çünkü Halide Hanım yanında Peyami Safa ve Selahattin Enis beyler de var. Refik Halit, Yakup Kadri, Reşat Nuri gibi teşekkül ve teessüs etmiş şahsiyetler yanında Kemal Ragıp, Yesarizâde Mahmut beyler gibi henüz hüviyetlerini bütün cepheleriyle gösteremeyen tebarüzlerle karşı karşıyayız.

           

Sonra bu mevzuu nazım ve nesir diye iki kısma ayırmağı da fazla bir taksim telakki ediyorum. Çünkü birincisi için şahsiyet bulmak hayli güç. Bugün “Asım” sahibi büyük [Akif] den başka manzum eserler neşreden bahse değer kim var. Eski divan ve enderun lehçesinden bunalarak Frenk ufuklarında inkişâf sahası arayan yenilik-şinası, Ethem Pertev Paşa gibi unsurlarla maskesini değiştirmiş, başından kavuğunu, sırtından latasını atmıştı. Şalvarlı edebiyatla şallı kafiyeden yüz çevrildi. Hamid engin dehâsı ve sâri nüfuzuyla Edebiyat-ı Cedide’ye şuurlu bir yatak açtı. Fakat buraya kadar düz ve faydalı akan his ırmağı birdenbire bambaşka bir sahaya aktı. Vezin yeni bir kalburdan geçirilmiş, şekil kısmı tamamıyla serbest bırakılmış, Türk rebabına garp markalı soneler, baladlar ve triyolelerden perdeler bağlanmıştı.          

Muallim Naci ve hempası bu tahavvülden sinirlendi ve bu sonedeki Türkçe mısraları silindir şapkalara sokulmuş, bir misvak kadar yadırgadılar. Bu muvakkat mukavemet bol eser ve bol rağbet içinde kayboldu. Lisan yavaş yavaş ıstıfâ ve tekâmül ediyor; fakat bir türlü mevud ve matlub olan neticeyi bulamıyordu. Edebiyat-ı Cedide de –Ekrem Bey müstesna– nazım, nesirden daha büyük bir inkişâfla yeniliği kucakladı.       

Fikret merhumun son şiirlerine dikkat edilirse, kendisinde bile söylediğim tekamülün devamla yürüyen izlerini bulmak mümkündür. “Fecr-i âtî” nihayet istitâle oldu. Fakat bunlardan iki kuvvetli unsur çıktı: Nazımda Bülent’le, Haşim; nesirde Refik Halit’le Yakup Kadri. Nazımcıların rakik ve sekteli varlığına mukabil nâsirleri daha olgun ve daha ergin gördük.

Bir zaman sonra Yahya Kemal çâşnîsi, başka bir tatla muhiti sarstı. Evvela Halit Fahri, sonra Faruk Nafiz bu yeni ahenk telakkisine kapıldılar. Halit Fahri’yi bilmem; fakat Faruk Nafiz kendi kabiliyetini bu kalıplara suhuletle döktü.

Yahya Kemal

Enis Behiç, Orhan Seyfi çok hususi birer şahsiyetti. Enis’in nazma musiki ikâını aşılamağa kalkıştığı devrede artık aruz gözden düşmüştü. Muhtelif istilâlerle kendi benliğine dönen Türk, birkaç sene sonra  ki garp hıyanatını hissetmiş gibi Türkçe’ye sarılan yabancılıklara hücuma başladı.

Baştan başa “Gökalp” merhumun eseri olan Türkçülük ile beraber [hece]ye rağbet arttı ve edebiyat da yeni bir dirsek, işlenmemiş bir yol başı verdi.

Gerçi yeni ve doğru bir yola girmiştik; fakat ne yazık ki bu yeniliklerin biri hazm olunmadan bir başkası beliriyor, onun temsiline vakit kalmadan bir başkasına geçiliyordu. Hep yarım ve daima noksan başlayıp biten bu bedii ölçü tahavvülleri, en büyük darbeyi zamanın liyakatli istidatlarına yükledi ve yetişenlerin hemen hepsi toprağı değiştirilmiş iklim çiçekleri gibi cüce ve bodur kaldılar    

Nazım sahasının bu kadar çürümesinde bu seri değişikliklere fikrimce en büyük günâh yükletilmelidir. Nesirdeki ıstıka daha sarsıntısız geçtiği için bugünkü edebiyatımızın birkaç varlık şahidini ancak orada buluyoruz.

Deruhte ettiğim sanat hududu 1924 tarihiyle mukayyettir. Ben, ancak bu bir sene zarfında intişar eden eserlerin muhatabıyım. Fakat eser sahipleri de bu bir senenin mevlûdesi olmadıkları için zaman zaman zaruri inhiraflar vuku buluyor. Nazım sahasını tararken elime “Asım” dan başka bahse değer bir şey geçmedi. “Asım” kendi tarzında başlı başına bir mektep olan üstat Akif’in manzum bir muhaveresidir. Bir muhavere… Evet bu basit isim altında gözlere hayret ve hürmet dolduran bir esere ne yazık ki bundan başka şümullü bir isim vermek mümkün değil. Son edebiyat senesinin bu en olgun şehkârında ne kadar durulsa yeridir. Akif, uzun ömürlü bir bülbül gibi nağmelerini her mevsim tazeler ve her terennümde Kemâl’in bir başka türlüsünü gösterirken, ötede Emin Bülent, Mithat Cemal, Ahmet Haşim gibi hakikaten ilham ve kabiliyet sahipleri, birkaç kısa ve kısır mısraın arkasında sükût hisarlarına gömüldüler.         

Yeni tanıdığımız genç imzalardan henüz istikrar ve tebarüze nail olmuş kimse yok. Nazım vadisinde birkaç kekemenin kısa satırları, edebiyat ve sanat ufkuna yetişmekten uzak. Sanat perisinin bulutlar içindeki ilham kaynağına bu kırık dökük kafiye merdivenleriyle erişmeğe yeltenmek, yalnız bizim muhitimize mahsus bir garipliktir.

Kabiliyet ve istidattaki fakra ihtilal ve mütevâlî muharebeleri sebep göstermiştim. Bu iki harâbî unsurunun menfi mevlûdeleri de bu zavallılığa tüy dikti.          

Bugün anlaşılmaz bir talihle herzelerine intişar sahası bulan bu tefessüh ve tereddi numuneleri -isim zikrine ne hacet, edebiyatın yakın aşinaları onları birer birer ve bütün teferruatıyla tanırlar- türedi türeyeli, sanat vadisi laşelerle dolmuş bir dere içi kadar gönül bulandırıcı oldu.          

Bunlardan biri, sıska boynu üstünde çamurlu bir kabağı andıran esmer kafası, başına kiremit düşecek vehmiyle dönen, korkak ve mütezelzel bakışları, düztaban ökçeleri gibi çarpık çenesi ile bazı sütunlarda cilalı ve yapışkan bir iz bırakarak yürür. Bunun işi gücü küfürdür. Sevilen her imza, etrafında alakadar kari kitlelerinin dolaştığı her eser karşısında dişleri gıcırdar, gözleri bir kat daha çapılır. Ehliyet ve fazilete tükürmek en ziyade haz ettikleri şeydir. Yanı başında kendi kadar küstah birini daha bulduktan sonra artık rasgele ulumaya başladılar.     

Halil Nihat’ın “Siham-ı ilham”ı, Reşat Nuri’nin “Çalıkuşu”, Halide Hanım’ın Kalp Ağrısı Yakup’un yazıları hepsi hepsi bu sümüklü böcekleri kahretti. Kabul ettikleri tabii basit: “Bu gülünç, şu iğrenç, öteki aptalca bir eser, deyip geçiyorlar.

           

Küstahlıkta, zannederim, son haddi bulmuşlardır. Utanmak nedir, bilmezler, ömürlerinde, vicdanlarıyla… Hiç konuşmamışlardır. Komşuların çocuklarını kıskanan kısır kadınlar gibi her kuvvetli kaleme korkunç bir hasetle diş gıcırdatırlar. Edebiyatta [Nihilizm] kabil olsa idi, bu nesneleri o zümreye ithal edecektim. Tasavvur ediniz ki, bu soytarılardan biri Halit Ziya gibi edebiyatımızda bir devir açmış, mektep yapmış, otuz sene hafiyesiz, tüfekçisiz saltanat sürmüş bir şahsiyet için: “çalışırsa olacak!” küstahlığında bulunmaktan çekinmemişti.       

Bereket; “it ürür kervan yürür”, diyenlerle onların arasındaki mesafe bu kusar gibi iğrenç konuşanların ulumalarını duyurmayacak kadar geniş! Hadiseyi ayıklamak isteyen benim gibiler için bunlar, nihayet kirli bir tırnaktı; kesip attım.          

Reşat Nuri bu bir sene zarfında [Damga]yı yazdı. Etrafında hemen hemen hiç neşriyat yapılmadan satıldı gitti. Dostların sükutu, Çalıkuşu’ndaki kuvvetin temâdisine hizmete haml olunabilir. Fakat hadd-i zâtında damgadaki şahsiyetler iyi tahlil edilmiş ve kudretle gösterilmiştir. “Saatine sık sık bakıp telaşla konuşan” kadında, hangimiz fedakarlıklarımızın tarumar enkâzını görmedik!…      

Hapishane hayatını, mahkumlar muaşeretini, sarhoş arabacının mantığını ve sokak âlüftesinin seciyesini ne güzel gösteriyor.      

Damga’dan sonra Halide Hanım’ın “Kalp Ağrısı” çıktı. Reşat NuriDamga”da [Çalıkuşu] nun dûnunda dolaşmıştı. Halide Hanım, son eseriyle bütün öteki eserlerinin üstünde kanatlandı. Romanın daha ilk sahifelerinde eşhasın öyle birden bir canlanışı var ki insan ihtiyarsız bir incizâb ile bu kudretin nereden geldiğini satırları tekrar okuyarak araştırıyor. Halide Hanım’ın sanatkarlığı şüphe yok ki erkek istidatlara çok faik. Ona bu kazancı veren tabii romanda kabul ettiği basit [teknik] değildir. Üslubuna da büyük bir alaka hissesi ayırmak için kuvvetli sebepler yok. Hatta biraz hıyanetlikle onu aleyhte bir silah gibi kullanmak da kabil. Fakat bütün bu rikkat içinde bir türlü parlaklığı zail olmayan bir eser var. Öyle tahmin ediyorum ki ona bu mümtâziyyeti veren müfrat hassasiyetinin, olgun şairliğinin sıcaklığıdır. Etten ve sinirden bahseden kalemi, bir operatör bisturisi kadar katî ve yakın bir temastan bizi agâh eder. Ruha ait tahlilleri ise anlaşılmaz bir mükâşefenin [vahiy] leri kadar kâdir ve heybetlidir. Küçük hikayelerinde ekseriya dağılan bu cevher, romanda çok mütekasif bir kabiliyet mahiyetini alıyor.

Refik Halit, sürgünde yine güzel şeyler yazıyor ve zannederim ki zamanımızda ondan daha güzel yazan yok. Ömer Seyfettin’in boş bıraktığı hikâye sahasında o, emsalsiz görüşüyle ne emin ve ne müstakır adımlar atıyor. Bugün daha ziyade musahabe ve mensure tarzında kalemini avutan bu siyaset kurbanının “doğru yol” un avuç içi kadar dar çerçevesine sığdıramadığı kim bilir daha neler var?  Ben en ziyade bu tarzda heder olan zekalara acırım. Esasen kendisi de Falih Rıfkı Bey’e verdiği cevapta [Malta] ve [olta]dan sonra [balta]yı işaretle beni tasdik etmiyor mu?

           

Selahattin Enis, hayatının ağır şartları altında yine vakit bulup üç eser neşretti. [Sara]yı şöyle bir tarafa bırakırsak [Zaniyeler] ve [Bataklık Çiçeği]nde durulacak noktalara sık sık tesadüf ediyoruz. Bu genç, yaşının daha gayza müsait olmadığı bir devreden beri beşerin azamet kisvesini soyarak vücudunu bütün çıbanları ve bütün karhalarıyla (yaralarıyla) göstermek sevdasını gönlünde taşır. Bu iptila evvela ona zannederim Emil Zola’nın eserlerinden geçti. Fakat gitgide bu taklit, hüviyetinde derinleşerek öz malı gibi bir hal aldı.       

Yalnız onda bu iptila bir farkı da meydana getirdi. Zola bir evi tasvir ederken doğrudan doğruya çöp tenekesinden başlamaz. Çöp tenekesi evin bir parçası olmak itibariyle onu alakadar eder. Selahattin Enis mesela eve girerken her şeyden evvel bu türlü noksanlara saplanıp kalır. Bu itiyat kalemine hâkim olduğu müddetçe hüviyetinin istidadı nispetinde de genişleyeceğini zannetmiyorum. Halbuki üslûbu yazı yazan diğer birçoklarına faik bir renk ve kudrete sahip görünüyor. Belki bu meyil sanatında âtîyi hazırlayan bir merhaledir. Temenni ederim, ki öyle olsun.

Yeni nesillerin boş bıraktığı neşir sahası, zamanında bile yaşamamış bazılarına da cürete benzer hevesler verdi. Safveti Ziya Bey yirmi seneye yaklaşan bir guruptan sonra sisli ve mühim çehresiyle ufkumuza doğdu. “Silinmiş çehreler-beliren simalar” işte bu kıdemli asrinin son sânihalarını söylüyor. Hem de “İçtimaî Hikayeler” unvanı altında. İçtimaî hikâye mi?… Bu da ne olacak? Diye kendi kendime ne kadar düşündüm! Ve bu kitabın içinde beni, karileri alakadar edecek bir şey bulamadım.

Yesarizâde’nin “Çoban Yıldızı” henüz bitmedi. Daha ziyade fantezi hükmünde bazı yazılarıyla tanıdığım bu genci karilere takdim için elde kâfi vesika yok. Hatalı tefrikalarından kendisinin de şikâyet ettiği bitmemiş bir eseri tahlil hem haksız hem kusurlu olur, sanırım.

Peyami Safa Bey’e gelince: zamanımızın bu en velûd genci, çok yazmanın zararına herkesten evvel katlanacak gibi görünüyor. Birkaç sene evvel Tercüman’da hatalı bir teşhis ile tereddiye mahkûm ettiği neslin vakalarından ördüğü küçük hikayelerle kendisini tanıdım. Cenap Bey’e verdiği cevabı, bende okuması hakkında bir kanaat tevlit ettiği için eserlerini dikkatle takip ettim. “Sözde Kızlar”ın sakin ve temkinli başlangıcındaki muhakeme kudreti, eser ilerledikçe yavaş yavaş kayboluyor gibidir. Tefrikaya yetiştirmek telaşı hemen her sayfada bir kere kendisini gösterir.           

“Süngülerin Ucunda”, “Mahşer” eserlerinde de maalesef itina fıkdanının ârızalarına rast gelmemek mümkün değil. Bununla beraber Peyami Safa Bey’in, herhalde üzerinde ehemmiyetle durulacak bir şahsiyet olduğuna şüphe yoktur. Küçük bir muvazene, tedbirli bir teennî bu genci varmak için doğduğu şerefli yere götürebilir kanaatindeyim. İşleyen demir paslanmaz; fakat mütemadiyen yorulan bir kalem için aynı düsturu kabul etmek mümkün değildir.

Hülasa; edebiyatımızın bugünkü vaziyeti biraz geçen nesle mensup olanların himmeti tarh edildikten (çıkarıldıktan) sonra, sıfırdır denebilir. Bu elemli mevzuda, bu acı neticeye vardığım dakikada kalbim burkulur gibi oldu. Siyaset ağzının hasta adam dediği devlet bünyesi korkunç bir hayat ve cidâl kabiliyeti ile bu iftirayı tokatladı. Gönül isterdi ki, Türk, bu ilim ve sanat inkarı karşısında da aynı heyecan ve kabiliyeti göstersin.

Muharriri: Hakkı SÜHA

 

paylaşmanız için